Neoliberalizmin Kurumlarımıza Ettikleri – Kezban Konukçu
Greve çıkılmamasının asıl belirleyeni ise greve çıkmış ve bazı şeyleri göze almış sınıfın kontrolden çıkma ihtimali olsa gerek. Koltuklarını ve yüksek maaşlarını korumak için her şeyi kontrol altında tutma eğilimi… Ne kadar tanıdık değil mi?
Toplumsal çürüme değişik boyutlarıyla 1980’den bu yana konuştuğumuz bir olgu. Neoliberal politikaların başta Güney Amerika’da hızla uygulanmasıyla açığa çıkan kalıcı işsizlik, güvencesiz yaşamlar örgütlü bir güçle sistem değişikliği için nirengi noktası yapılamayınca geriye çürüme, yozlaşma, güçlü olanın haklılığı üzerine kurulu bir toplumsal düzenin başta kentin varoşları olmak üzere toplumun tüm hücrelerine sirayet etmesi sonucunu yarattı.
Bunun olagelmesi için en başta değerler ve ilkeler üzerinden bir varoluş değil, toplumsallığından koparılmış bireylerin “hayatta kalmak” için acımasızca “fiziki ve akli gücünü” kullanması üzerine kurulu bir sistem gerekiyor. Kural yok, kanun yok, etik yok, insani değerler hiç yok. Gücü gücü yetene.
Daha “elit” ortamlarda bunun, karşısındaki rakibinin “zayıf” noktalarını kollayarak “zeka” oyunları, entrikalar üzerinden gerçekleştiriliyor oluşu daha “masum” olunduğunu göstermiyor. Herkes herkesin rakibi ve “başarıya” ulaşmak için her yol mübah! Varoşların acımasız dünyasının başka bir tezahürü plazalarda yaşanıyor.
Ülkemizde Saray rejiminin sağ popülizmden faşizme evrimleşirken neoliberalizmin her türlü olanağından yararlandığını biliyoruz. Sadece özelleştirmelerle kasalarını doldurmadılar, taşeronlaştırma ve örgütsüzleştirmeyle toplumun direnme noktalarını kırmadılar, ayrıca tüm dünyada neoliberalizmin kural, etik ve değer tanımazlık üzerinden kurumların içinin boşaltılarak keyfiliğin egemen kılınması “yükselen değerini” de çok iyi kullandılar.
Ülkede şu anda kanun var ama uygulanmıyor, kurumlar var ama cumhurbaşkanının “talimatıyla” çalışıyor, grev hakkı var ama yasaklanabiliyor, çocuk istismarı suç ama istismarcılar affedilebiliyor, deprem vergisi var ama nereye gittiği sorulamıyor, seçim yapılabiliyor ama olmadı tekrarlanabiliyor.
Yönetenlerin keyfiliğini dengeleyecek demokratik araçların kötürümleştirilmesiyle durum daha da içler acısı bir hal alıyor. Sendikalardan Alevi örgütlerine, sosyalist yapılara kadar uzanan yelpazede maalesef bizim cenah da bu durumdan kendini koruyabilmiş değil.
Metal sektöründe son TİS sürecinde yaşananlar bu açıdan hayli öğretici. Görüşmelerde ilk imzayı Türk Metal ve Özçelik-İş %17 zam oranına onay vererek attılar ve bu durum eleştirildi ama ne de olsa onlar “sarı sendikalardı, sınıfı satarlardı”, beklenen tutum. Ardından grev kararı alan Birleşik Metal-İş de greve 3 gün kala ortalama %17 zam oranına imza attı. Grev kararı örgütlü işyerlerinde oylamayla alınmışken son karar tabana sorulmadan alındı. “TİS süreci böyle işletiliyor, her sendikada böyle” denebilir ama DİSK’e bağlı hem de daha muhalif ve “ileri” görünen bir sendikanın süreci böyle işletmesi en azından ciddi bir eleştiriyi hak ediyor. İmza atılan sözleşme tabana sorulmalıydı.
Peki neden greve çıkılmadı? Hele de Gebze ve Bursa’da azımsanmayacak oranda bir kitleyle ve coşkulu mitingler yapılmışken… Çok muhtemel ki 13-14-15 Şubat’ta yapılacak DİSK Genel Kurulu’nda Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu konfederasyon genel başkanlığı için aday olmayacak. Yoksa genel kurul öncesi greve çıkmış “devrimci” başkan olma vasfını değerlendirmek isterdi. Greve çıkılır, sonra da belki 1 puan yükseğe TİS imzalanır, sonra da DİSK Genel Kurulu’nda yüksek perdeden konuşmalar yapılır… Her şey algı yönetimi için.
Greve çıkılmamasının asıl belirleyeni ise greve çıkmış ve bazı şeyleri göze almış sınıfın kontrolden çıkma ihtimali olsa gerek. Koltuklarını ve yüksek maaşlarını korumak için her şeyi kontrol altında tutma eğilimi… Ne kadar tanıdık değil mi?
Geçtiğimiz senenin sonunda yaptıkları genel kurulun ardından sendikanın “kontrolden çıkan” Gebze şubesini ikiye bölmesi de durumun vahametini ortaya koyuyor. Genel merkezin desteklemediği Selçuk Çiftçi, Gebze Şube Başkanı olunca, merkez Gebze Şube’yi ikiye böldü ve şubelerden birine seçimde yenilen kendine yakın Necmettin Aydın’ı “atadı”. Bu filmi daha önce seyretmiş miydik? Neydi adı: “Yaptım, oldu.”
Peki bizim cenahtan bu konuda doğru düzgün bir eleştiri gelmemesine ne demeli? Kanıksamak mı, “hoş görme” mi?
En eleştirel bakan Umut-Sen bile Twitter hesabından eleştiri yaptıktan sonra “Ayrıca 13 Şubat’taki Disk Genel Kurulu’nda yönetimin özel sektörde örgütlü sendika temsilcilerinden oluşması, Birleşik Metal Başkanı’nın da DİSK Başkanı olması gerektiği yönündeki fikrimizi koruyoruz. Bu DİSK’i ihya etmez ama şu anki etkisiz konumunu bir parça da olsa düzeltir.” diyebiliyor. “Sosyalizmi kuramıyorsak bari iyi bir kapitalizmde yaşayalım.” mantığını çağrıştırıyor nedense!