Türkiye kapitalizminin ağır ağır çöküşü: Bir yapısal bunalım

Türkiye bugün bir bağımlı kapitalist formasyonun tipik bunalımını yaşamaktadır. Sermaye fraksiyonları üretken yatırımı terk etmiş; birikim süreci rant ve finans üzerinden yürütülmekte; emek gücü kitlesel işsizlik ve güvencesizlikle toplumsal yeniden üretim dışına itilmiştir.

Türkiye kapitalizmi, ani ve dramatik bir çöküşten değil, birikim rejiminin tıkanmasına bağlı uzun erimli bir bunalımdan geçmektedir. Bu durum klasik anlamda “krizden” çok, bir yapısal bunalım olarak tanımlanabilir: sermaye birikim kapasitesinin erimesi, büyümenin enflasyon ve dış açık dışında başka bir şey üretmemesi, yatırım iştahının ortadan kalkması ve sermaye kaçışının kalıcı hâle gelmesiyle örülen bir tablo söz konusudur.

Genel gidişat: Birikim rejiminin çözülmesi

Ekonomideki bu tükeniş, depremde yıkılan yoksulun evi gibi değil; spor hayatını bırakmış, kasları yağlanmış, kalbi büyümüş bir sporcunun ağır ağır tükenmesine benzemektedir. Türkiye, bir dönem bölgesinde sermaye için “dinamik birikim alanı” iken bugün ancak zorunlu kaldıklarında yatırım yapılan, yeni girişimlerin ertelendiği, sermaye fraksiyonlarının kendi varlıklarını “koruma refleksiyle” hareket ettiği bir zemin hâline gelmiştir.

Büyüme kapasitesinin çöküşü ve emek üzerindeki yansıması

Türkiye kapitalizminin “kas yakmadan” büyüme kapasitesi %5’ten %3’e düşmüş durumdadır. Ancak bu sınırlı büyüme dahi enflasyon ve cari açık üretmektedir. İthalat harcamaları  ihracat gelirlerinden fazla olduğundan dışarıya borçlanılmaktadır. Dolayısıyla sermaye birikim süreci kendi iç çelişkileriyle tüketici hâle gelmiştir. Merkez Bankası’nın hedeflere ulaşması “mucize” seviyesinde görülmektedir. Daha da önemlisi, büyüme artık istihdam yaratmamakta, aksine emek üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmaktadır. Genç işsizlik %32’ye fırlamış, kapitalizmin yarattığı yeni bir toplumsal kategori olarak “ev genci” olgusu ortaya çıkmıştır. Gençler evde oturuyor çünkü dışarıda onlara ‘iş’ değil, ‘umutsuzluk’ satılıyor. Bu, sermaye birikiminin tıkanışının, emek gücünü toplumsal yeniden üretim sürecinden dışlamasının doğrudan sonucudur.

Sermaye kaçışı ve rantiyeleşme

En kritik boyut sermaye fraksiyonlarının davranışıdır. Sanayi sermayesi, üretken yatırımı terk etmiş; finans kapital ve ticaret burjuvazisi varlıklarını yurt dışına aktarmaya yönelmiştir. İçeride kalan sermaye ise teknolojiye, sabit sermayeye yatırım yapmayı reddetmekte; “üretken birikim” yerine “varlık koruma” stratejisine sıkışmaktadır. Sanayici, bir zamanlar fabrika kuruyorken şimdi ‘kaçış rotası’ kurmaktadır. Türkiye kapitalizmi, küresel değer zincirlerine eklemlenme kapasitesini kaybetmiş, giderek rant ve finansal spekülasyon eksenli bir rantiyeleşme rejimine gömülmüştür. Reel Sektör Güven Endeksi’nde (önümüzdeki üç ay için) sabit sermaye yatırımı niyetinin %17 düşmesi, bu üretken birikimi terk etme ve rantiyeleşme eğiliminin niceliksel kanıtıdır.

Para politikası: Finansal oligarşinin kırılgan dengesi

Bugünkü kırılgan istikrarın tek kaynağı, Merkez Bankası’nın yaklaşık 180 milyar dolarlık rezerv gücüdür. Yerliler dövize yönelse bile bankalar ellerindeki kaynakları swap (takas) işlemi yoluyla Merkez’e devretmekte; dolar kredisi verememeleri ve Eurobond uzun vadeli tahvil piyasasının düşük getirisi dolayısıyla da döviz talebi sınırlanmaktadır. Ancak bu denge, finansal oligarşinin geçici konjonktürel manevralarının ürünüdür; stratejik bir yeniden yapılanmanın değil. Dolayısıyla ortada “istikrar politikası” değil, tesadüfi bir kırılganlık dengesi vardır.

Sonuç: Bağımlı kapitalizmin ağır çözülüşü

Türkiye bugün bir bağımlı kapitalist formasyonun tipik bunalımını yaşamaktadır. Sermaye fraksiyonları üretken yatırımı terk etmiş; birikim süreci rant ve finans üzerinden yürütülmekte; emek gücü kitlesel işsizlik ve güvencesizlikle toplumsal yeniden üretim dışına itilmiştir. %5’ten %3’e düşen büyüme kapasitesi, sermaye kaçışı, rantiyeleşme ve istihdam yaratmayan büyüme, bu çöküşün yapısal öğeleridir.

Para politikasının dayandığı rezervler, finans kapitalin çıkarlarını kollayan geçici bir manivela işlevi görmektedir. Siyasal düzeyde ise iktidar, yargı yoluyla muhalefeti tasfiye ederek rekabetçi olmayan bir seçim rejimi inşa etme çabasındadır. Böylece siyasal otoriterleşme ile ekonomik çürüme, birbirini besleyen iki süreç hâline gelmiştir. Otoriterleşme, ekonomik çöküşün yarattığı toplumsal tepkiyi susturarak siyasetin yönetilme aracı hâline gelmiştir.

Türkiye kapitalizmi, sermaye birikimini yeniden tesis edemediği ve emek-sermaye çelişkisini emek lehine çözmediği sürece bu ağır ve yapısal bunalım sarmalından çıkamayacaktır.