Kız Kardeşler Üzerinden Taşraya Bakmak – Kübra Derin

“Köylerdeki yaşamına sıkışıp kalmış, yoksulluğuyla ezilmiş, hatalar yapmaya itilmiş ama yine zavallı kalabilen, masum kalabilen” bu erkeklerden çok sıkıldığım için belki, Veysel babası gibi ağaca astığında kendini içim parçalanamıyor. Biliyorum ki köylerde makûs talihinden kurtulamamış binlerce kadın var.

Baba: Size üç nankör kız masalını anlatem mi?

Havva: Anlat

Baba: Anlat demekle olmaz, size ‘üç nankör kız’ın masalını anlatem mi?

Reyhan: Aman baba başlama yine, hadi anlatacaksan anlat.

Baba: Aman baba başlama yine, hadi anlatacaksan anlat demekle olmaz, size ‘üç nankör kız’ın masalını anlatem mi?

Nuran: ……………………….

Geçen günlerde vizyona giren Emin Alper’in Kız Kardeşler filmini izledim. Emin Alper, Abluka ve Tepenin Ardında filmleriyle yakaladığı o eşsiz görseli tekrar yaşatıyor hepimize. Köyde sıkışıp kalmanın nasıl umutlar barındırdığına, o umutların kışın bastırmasıyla nasıl karlar altında kaldığına şahit oluyoruz. Ağaçların gölgeleri korkuyu hissettiriyor içimizde. Terk edilmiş, çöküntüler içindeki madenin karanlığı, o karanlıkta canları pahasına kömür çıkaran ellerin çaresizliği bir soru işareti bırakıyor içimizde. Köydeki sıkışmışlık ve filmin sıcaktan soğuğa dönen renkleri taşranın ruhunu tüm hücrelerimizle yaşatıyor. Film bu taşradan uzakta yaşam sürebilme umudunu taşıyan üç kız kardeşe odaklanıyor. Üç kız kardeşin; Reyhan, Nuran ve Havva’nın talihlerinden çıkamayışlarını izliyoruz. Üçünün de besleme olarak verildiği yerde yani hayatlarını kurtarma şansı yakaladıkları o küçücük zamanda o şansı ellerinden kaçırmalarının beceriksizliğiyle başlıyor film.

Reyhan en büyükleri; tutkularının cezası olarak dönmüş köyüne, üstelik bebeğiyle. Nuran inatçılığıyla ve Havva talihinin kör olmasıyla… Tıpkı babalarının bahsettiği üç nankör kızın hikayesi. Reyhan sen ki sevişmeyi arzularsan; böyle sevginle birlikte sunarsan bedenini olmadık kişilere, işte böyle çocuğunu doğurur bir başına kalırsın da, köyde yarım akıllı bir Veysel’e karı olarak buluverirsin kendini. Sen Havva! Daha çocuk halinle böyle inatçılık edip evin hanımıyla geçinmezsen, çocukların çişini yaptırmaz ve bağırırsan, iş yapmamak adına hasta olmayı dilersen, öyle hiç sevmediğin o köyüne bırakılıverirsin. Hatta öyle bırakılırsın ki ölüm geldiğinde ne karşı çıkabilir ne de yaşamak için inatçılık edebilirsin. Ve Havva… Nankör kızların içinde en küçüğü, en takdir edileni, sessizi, akıllısı, her şeyi kabullenişiyle örnek kızımız…

Baba ise bu nankör kızlarına hayatının fırsatını sunuyor da memnun edemiyor onları. Bu makûs talihlerinden kurtarma çabasıyla kapıları çalıyor. Özellikle Havva için çabalıyor film boyunca. Havva, diyor, besleme olarak yerleşmeli Necati Beylere. Necati Bey düzgün giyimli, zengin, iyiliksever bir doktor. Öyle iyi ki, Reyhan’ı çocuğuyla kapı önüne bırakmış. Üstelik bıraktığı çocuk da kendisinin. Nuran’a artık sabredemez olduğu için köyüne getirmiş. Necati Bey, babanın gözünde hatta kızların gözünde bir kurtarıcı, önceliği hep kendi çıkarı olan klasik bir şehirli.

Veysel yarım akıllı, Reyhan gibi güzel bir kadınla evlenme şansını Reyhan’ın mecburiyeti sayesinde yakalamış yarım akıllı. Deliliğinden güç alarak her aklına geleni dürüstçe söylüyor herkesin yüzüne. Deli ama kızgınlığıyla bir bebeğin katili olabiliyor kazara da olsa. Beylerin sofrasında yer alıp sözünü söyleyebiliyor. Ağız dolusu küfredip öfkesini kusabiliyor. Tüm bu özellikleriyle film bittikten sonra da en çok akılda kalan Veysel belki de. Bu yazıyı yazarken de hep Veysel karakteri üzerine methiyeler dolu yazılara tanık oldum. Benimse içimden hiç Veysel’e methiyeler düzmek gelmiyor; evet safça, evet yarım akıllı, evet üzülüyoruz onun adına ama yine de kendini bu haliyle bile var edebiliyor. Hatalarının cezasını çekerken bile kendi kesiyor kendi cezasını. Dostoyevskivari diye adlandırılmış birçok yazıda. Yani suça itilen zavallı Veysel… Reyhan’ın onunla seviştiği sahnede bile o güzelliğe dokunmasına fırsat verilmemiş Veysel. Yanlışlıkla kendine ait olmayan bebeği öldüren ama vicdan azabı çeken Veysel. Fakat Veysel’e verilen kendi kaderini çizebilme hakkı ne Reyhan’a ne Nuran’a ne Havva’ya veriliyor. “Köylerdeki yaşamına sıkışıp kalmış, yoksulluğuyla ezilmiş, hatalar yapmaya itilmiş ama yine zavallı kalabilen, masum kalabilen” bu erkeklerden çok sıkıldığım için belki, Veysel babası gibi ağaca astığında kendini içim parçalanamıyor. Biliyorum ki köylerde makûs talihinden kurtulamamış binlerce kadın var. Biliyorum ki o üç kız kardeş yenilmeden kaderlerine, hayalini kurdukları şehre gidebilseler fazla fantastik gelecek izleyiciye. Yenilmeleri her bir karakterin en çok da Veysel’in yenilmesi çok gerçekçi biliyorum. Fakat yine de köylerde yoksulluğu ve çaresizliğiyle yüceltilen, sanatsal bir metafora dönüşen bu erkeklik duygulandırmıyor beni. Tenhalaşmış köylerde yaşananları anlatırken ön planı çıkmasını istemiyorum bu sanatsal metaforun. Taşranın içinden çıkılmaz döngüsüyle ruhsal bunaltıları bitmeyen erkekler her seferinde her filmin ya da her hikayenin göz bebeği oluyor. Yaşamanın verdiği ağırlığı sadece bu mahzun erkekler yaşıyor sanki. Aynı metafora Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde de rastlıyoruz. Belirsizliğin, çaresizliğin, yenilmişliğin duygularıyla savrulan erkekler silik birer karakter olarak da olsa var oluyor, olabiliyorlar. Tıpkı Veysel gibi.

*Taşrada her şey yavaş yavaş ilerler, azar azar oluşur. / Kızıl ve Kara-Stendhal

Yazarın Diğer Yazıları