Türkiye’de laiklik: Güncel çelişkiler ve özgürlük arayışı

Türkiye’de devlet denetiminin ve hukuk normlarının çok ötesinde örgütlenen, holdingleşmiş tarikat yapılanmaları, eğitimden ekonomiye uzanan bir hegemonya kurarak adeta “paralel bir devlet” gücüne ulaşmış durumda.

Laiklik ilkesi Türkiye’de özgürlük ve eşitliğin en temel güvencesi, farklı hayatların bir arada nefes alabildiği ortak zeminidir. Ne var ki bu zemin siyasal iktidarın sistematik hamleleri ve derinleştirilen toplumsal kutuplaşmalar nedeniyle her geçen gün daha da daralıyor. Laiklik, artık sadece bir yönetim prensibi değil, bir varoluş mücadelesinin ta kendisi hâline gelmiş durumda.

Diyanet: Tarafsız din hizmeti mi, siyasetin araçsallaştırdığı otorite mi?

Devletin resmî bir kurumu olan ve anayasal olarak tarafsız olması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı, giderek belirli bir siyasi-ideolojik hattın sözcüsüne dönüşüyor. Devlet bütçesinden aktarılan devasa kaynaklarla gücü pekiştirilen bu kurum, toplumu kutuplaştıran, kadınları hedef gösteren ve farklı inançları dışlayan bir dil kullanmaktan çekinmiyor.

Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, 20 Ekim 2023 tarihli “Şehir ve Çevre Bilinci” konulu cuma hutbesiydi. Hutbede kentleşme sorununun arka planı, “kadınların çalışma hayatına atılması ve ailenin ihmal edilmesi” şeklinde açıklanarak toplumsal cinsiyet eşitsizliği devlet eliyle meşrulaştırıldı. Bu, kadınları kamusal alandan özel alana hapsetmeye yönelik açık bir müdahaleydi. Benzer şekilde, 2022’de İzmir’de bir camide “kadınların eşlerinden izinsiz sokağa çıkamayacakları” vaazının verilmesi veya bir başka hutbede kadınlara “eşlerinin sözünü dinlemelerinin” öğütlenmesi, bu zihniyetin marjinal bir görüş olmadığını, aksine kurumun resmî söylemlerine sinsice işlediğini gösteriyor.

Laiklik, devletin tüm inançlara eşit mesafede durması ve bireyin özel alanına müdahale etmemesi demektir. Ancak Diyanet’in bu pratiği, onu belirli bir yaşam tarzını ve muhafazakâr aile modelini din adına dayatan ideolojik bir aygıta dönüştürüyor. Bu, laiklik ilkesinin ruhuna aykırı bir şekilde, devlet eliyle dinî bir tahakküm oluşturma çabasından başka bir şey değildir.

Eğitimde çocuk zihninin işgali: Bilim yerine dogma, özgürlük yerine itaat

Türkiye’de eğitim sistemi, çocukların zihninde bilimle dogmanın yer değiştirdiği, eleştirel düşüncenin yerine sorgulamayan bir itaatin hedeflendiği sistematik bir dönüşümle karşı karşıya. Bu dönüşüm, yalnızca müfredat değişiklikleriyle değil, devletin tüm ideolojik aygıtlarıyla yürütülen bir “zihin inşası” projesi olarak işliyor.

2023-2024 eğitim yılında ilkokul 1. sınıf Hayat Bilgisi ders kitabındaki “Milli ve Dini Günlerimiz” ünitesi, bu projenin en erken ve en çarpıcı örneklerinden biridir. “Dini bayram” kavramı anlatılırken, yalnızca Sünni İslam geleneğine ait görseller (seccade, tesbih, cami) kullanılarak bu toprakların çoğulcu inanç haritası görünmez kılındı. Kamusal eğitim, çocuk yaştan itibaren tek tip bir dinî kimliği inşa etmenin aracına dönüştürülüyor.

Bu tek tipçi anlayış, “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” gibi masum görünen bir proje kapsamında okullara “manevi danışman” adı altında din görevlileri yerleştirilerek pekiştiriliyor. Çocukların zihinsel ve ruhsal gelişim alanı, dinî referanslarla yönlendirilen bir müdahale sahası hâline getiriliyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 20 Haziran 2025 tarihli hutbesinde “seküler hayat tarzı dayatmaları”nın açıkça bir tehdit olarak sunulması ve ailelerin yaz Kur’an kurslarına yönlendirilmeye çağrılması, devletin bu projedeki aktif rolünü gözler önüne seriyor. Hutbeler aracılığıyla, ideal birey “seküler olmayan” ve “dinden uzaklaşmamış” bir şekilde yeniden tanımlanıyor.

Gerek zorunlu din dersleri, gerekse İmam Hatip okullarının sayısının artırılmasıyla teşvik edilen bu sistem, laik eğitimi savunmasız bırakıyor. Çocukların özgür düşünceyle tanışması gereken okul bahçeleri, devletin belirli bir dinî yorumu dayattığı bir ideolojik aygıta dönüşüyor.

Sonuç olarak çocukların vicdanı ve eğitim hakkı, devletin ideolojik arzusuna esir ediliyor. Laik eğitimin amacı olan eleştirel düşünceyi, felsefeyi ve etiği öğretmek yerine, sistematik olarak sorgulamayan bir nesil yetiştirme hedefi öne çıkıyor. Bu durum, sadece bir müfredat sorunu değil; Türkiye’nin geleceğine ve çocuklarımızın özgür iradelerine yönelik en derin ve en tehlikeli işgaldir.

Suriye’deki mezhep temelli şiddetin iç politikaya etkisi: Alevi yurttaşlara yönelik sistematik ötekileştirme ve güvensizlik iklimi

Suriye’deki iç savaşta yaşanan mezhep temelli katliamlar, sınırların ötesine geçerek Türkiye’deki Alevi yurttaşların günlük hayatlarında derin bir “korku ve ötekileştirme” iklimi yaratıyor. İktidarın Suriye politikasına hâkim olan mezhepçi dil, içeride doğrudan Alevi vatandaşları hedef alan bir güvensizlik sarmalını besliyor ve bu sessizlik duvarı, devlet eliyle örülüyor.

Bu tehdidin en somut yansımalarından biri, Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Arap Alevi köylerinde yaşanıyor. “Kentsel dönüşüm” ve “kamulaştırma” adı altında, köylülerin yüzlerce yıllık tarım arazilerine ve zeytinliklerine el konulması girişimleri, bölge halkı tarafından Suriye’deki çatışmalarla bağlantılı, demografik yapıyı değiştirmeye yönelik siyasi bir motivasyon olarak algılanıyor. Aynı bölgede, Suriye’de Alevilere yönelik saldırıları protesto edenler “Katliamı durdurun!” diye haykırırken bu sesler siyasal arenada sistematik olarak görmezden geliniyor ve temsil edilmiyor. Bu durum, yalnızca bir toprak meselesi değil, aynı zamanda derin bir eşit yurttaşlık krizidir.

Diyanet’in tek tip Sünni-İslam yorumunu dayatması ve siyaset kurumunun bu konudaki derin sessizliği, Alevi yurttaşların devlet nezdinde “eşit” görülmediği hissini perçinliyor. Suriye’deki şiddetin yarattığı mezhepçi gerilim, iç politikada Alevi karşıtı söylemi normalleştirirken iktidarın bu sessizliği ve bazı uygulamaları, bu ayrımcılığı derinleştiriyor.

Devlet eliyle asimilasyon: Aleviliği ‘kültür’e hapsedip temsili ‘Hızır Paşa’lara emanet etmek

Türkiye’de Alevilere reva görülen temsil biçimi, derin bir tarihsel ironi ve sistematik bir ötekileştirme stratejisini gözler önüne seriyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan “Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı”, Aleviliği bir inanç ve ibadet meselesi olmaktan çıkarıp folklorik bir kültür ögesine indirgeyen üsttenci bir yaklaşımın ürünü. Bu hamle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünni İslam’a sağladığı doğrudan devlet desteğinden ve eşit yurttaşlık statüsünden Alevi toplumunu mahrum bırakırken onları “kültürel bir faaliyet” alanına hapsediyor.

Bu başkanlığa getirilen isim ise meselenin trajikomik boyutunu daha da derinleştiriyor. AKP üniversite teşkilatında siyasete başlayan, 2015 seçimlerinde milletvekili adayı olan ve 2016’da AKP İstanbul İl Kadın Kolları yönetiminde görev alan Esma Ersin’in bu makama atanması, siyasi sadakatin inançsal temsilden çok daha önemli görüldüğünün açık bir göstergesi. Alevi toplumu, kendi inanç kimliğinin temsilinin, kendi içinden çıkmış ancak iktidarın siyaset tarzıyla şekillenmiş bir isme emanet edilmesiyle karşı karşıya.

Tarih, bu durumda acı bir tekerrür gibi görünüyor. Osmanlı döneminde de Alevi toplumundan çıkan, devletin imkânlarıyla şekillenen ve dönüp kendi toplumunun celladı olan Hızır Paşa, Pir Sultan Abdal’ı astırmıştı. Tarih şimdi yeniden mi yaşanıyor? Devlet, Alevi toplumu içinden çıkardığı “modern Hızır Paşa”lar aracılığıyla bu inancı kontrol altına almayı, asimile etmeyi ve siyasi bir araç olarak kullanmayı mı hedefliyor?

Cemevlerinin ibadethane statüsünün ısrarla reddedilip bir “kültür başkanlığına” bağlanması ve başına da iktidara sadık bir ismin getirilmesi Alevi yurttaşların canını yakmanın ötesinde, onlara “Siz bizim tanıdığımız ve izin verdiğimiz kadar Alevi olabilirsiniz” demenin en incitici ve ayrımcı yoludur. Bu, bir temsil meselesi değil, inkâr ve asimilasyon politikasının ta kendisidir.

Paralel bir devlet: Tarikatların dokunulmazlık zırhı ve çocukların feda edilen geleceği

Türkiye’de devlet denetiminin ve hukuk normlarının çok ötesinde örgütlenen, holdingleşmiş tarikat yapılanmaları, eğitimden ekonomiye uzanan bir hegemonya kurarak adeta “paralel bir devlet” gücüne ulaşmış durumda. Bu yapılar, iktidarın dinî gruplara ideolojik yakınlık duyan ve denetimi elden bırakan anlayışının yarattığı dokunulmazlık zırhına bürünmüş; çocukların geleceği ve can güvenliği ise bu tercihin gölgesinde feda edilmiştir.

Bu karanlık sistemin trajik sonuçları, istismardan yangınlara kadar uzanan bir dizi faciayla kendini gösteriyor:

İstismar ve Örtbas: İstanbul İşrak Vakfı’nda 14 yaşındaki bir çocuğun, onu korumakla yükümlü yurt müdürü tarafından cinsel istismara uğraması ve vakıf yönetimince olayın örtbas edilmeye çalışılması, bu yapıların nasıl bir cezasızlıkla hareket ettiğinin en çarpıcı kanıtıdır. Bu, Ensar Vakfı ile anılan benzer vakalarla birlikte laik bir hukuk devletinde kabul edilemez bir insanlık suçudur.

Ölümcül Denetimsizlik: Denetimsizlik sadece istismarla sınırlı kalmamış, doğrudan çocukların hayatına mal olmuştur. 2023 başlarında Ankara’da bir tarikat yurdunda çıkan ve 12 çocuğun ölümüyle sonuçlanan yangın faciası, bu yapıların en temel güvenlik ve insani yaşam standartlarından ne kadar uzak olduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Bu trajedi ne ilk ne de sondu: Adıyaman Kahta’da bir Kur’an kursunda 10 kız çocuğunun, Aladağ’da ise 11’i öğrenci 12 kişinin yanarak can vermesi aynı denetimsizlik ve ihmalkârlığın tekrarlanan sonuçlarıydı. Her biri trajedinin bir kader değil, doğrudan bir “devletsizlik” ve siyasi iradenin kasıtlı zafiyetinin sonucu olduğunu kanıtladı.

Ekonomik Hegemonya ve Sömürü: Bu yapılar, kayıt dışı ekonomi, çocuk işçiliği ve şeffaflıktan uzak mali kaynaklarla beslenerek toplumsal adaleti derinden yaralıyor. Kamu kaynaklarından beslenmelerine rağmen her türlü denetimden muaf tutulmaları, ekonomik bir güç olarak nasıl “holdingleştiklerinin” ve toplumsal bir krize dönüştüklerinin göstergesidir.

Bu durum, artık basit bir güvenlik zafiyeti değil, siyasi iradenin tercihleriyle doğrudan bağlantılı sistematik bir insan hakları krizidir. Çocukların can güvenliği ve beden bütünlüğü, hiçbir ideolojik yakınlık veya siyasi hedef uğruna feda edilemez. Bu paralel yapıların şeffaflık ve bağımsız denetime tabi tutulması, yalnızca toplumsal adalet için değil, devletin bekası ve çocuklarımızın geleceği için de hayati önem taşımaktadır.

Kadın bedenine ve özgürlüğüne yönelik sistemli kuşatma

Dinin siyasallaştırılmasının en ağır faturası, kadınların özgürlüğüne, bedenine ve yaşamına yönelik sistematik bir kuşatma olarak karşımıza çıkıyor. Devlet kurumlarının himayesinde meşrulaştırılan gerici bir söylem, kadınları kamusal alandan özel alana hapsetmek, iradelerini yok saymak ve onları ikincil varlıklar hâline getirmek için topyekûn bir seferberliğe dönüşmüş durumda.

Bu zihniyetin skandal dışavurumları, maalesef marjinal grupların değil, devletin resmî din kurumunun söylemlerinde kendine yer buluyor. 2022 yılında İzmir’de bir camide verilen ve “kadınların eşlerinden izinsiz sokağa çıkamayacakları”nın dile getirildiği vaaz, bu bakış açısının sızdığı en çarpıcı örneklerden sadece biri. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbelerine ve yayınlarına sinsice işleyen bu dil, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini dinî bir kılıfla meşrulaştırma çabasının ürünü.

Ancak bu müdahale, söylemlerle sınırlı kalmıyor; doğrudan yasalar ve politikalar aracılığıyla hayat buluyor. Kadın bedeni ve iradesi üzerinde kurulmak istenen bu tahakküm her gün artan kadın cinayetleri, nafaka hakkına yönelik sistematik saldırılar, çocuk yaşta evliliklerin meşrulaştırılma çabaları ve nihayetinde 2021 yılında “geleneksel aile değerleri” gerekçe gösterilerek İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması gibi somut adımlarla derinleştiriliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış, kadınların kazanılmış haklarına ve yaşam hakkına yönelik en ağır darbelerden biri olarak tarihe geçti.

Laiklik ilkesi, işte tam da bu noktada, bir kadının ne giyeceğine, ne zaman evlenip çocuk doğuracağına, hayatını nasıl yaşayacağına kendi özgür iradesiyle karar verebilmesinin en güçlü ve en net teminatıdır. Devletin tüm inançlara eşit mesafede durduğu, dinî kuralların yaşam tarzı dayatmak için kullanılmadığı bir sistem olmadan, kadınların kazanımlarını korumak mümkün değildir. Bu mücadele, sadece bir hak mücadelesi değil, aynı zamanda özgür bir irade ve gelecek savunusudur.

Özgürlükçü ve halkçı laiklik: Umut ve mücadele

Bugün hayati derecede ihtiyaç duyulan, 28 Şubat’ın jakoben ve yasakçı laikliği değil; halkın özgürlüğünü, eşitliğini ve çoğulculuğunu merkezine alan özgürlükçü laikliktir. Bu laiklik anlayışı, başörtüsüne de türbana da, camiye de cemevine de, inanca da inançsızlığa da aynı mesafededir. Amacı, dini bastırmak veya kontrol etmek değil, onu siyasetin kirli çıkarlarından ve toplum üzerindeki baskı aracı olmaktan kurtarmaktır.

Bu mücadele, yalnızca Alevi’nin, Hanifi’nin, Şafi’nin, kadının, çocuğun, ateistin, yani bu topraklarda “öteki” diye işaretlenen herkesin değil; aklın, bilimin ve ortak yaşam iradesinin ta kendisidir. Laiklik, susmayan, boyun eğmeyen, özgür bir geleceğe olan inancın adıdır. Ve o gelecek, ancak bu uyanıklık ve direnişle kazanılacak.