“İlgi Manyağı” değil, normalimiz
Çevremizde kaç insan var böyle, kalabalık bir masada gözlerini insanlara dikip herkesin nasıl göründüğünü, kendinin nasıl göründüğünü düşünüp duran? Gölgede kaldığını hissettiğinde sesini, hareketlerini yükselten, sürekli ama sürekli ben buradayım diyen.
“Gösteri, bir imajlar toplamı değil; kişiler arasında, imajlar tarafından dolayımlanan bir toplumsal ilişkidir.”
Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde beğeni toplayan İlgi Manyağı (Syk Pike) Norveçli yönetmen Kristoffer Borgli’nin 2022 yapımlı ilk uzun metrajlı filmi. Film, Thomas ve Signe adlı genç çiftin lüks bir restoranda pahalı bir şarabı çalıp kaçmalarıyla başlıyor. Şarabı çalıp gittikleri buluşmada, bunu nasıl yaptıklarını anlatarak bize filmin nasıl ilerleyeceğine dair ipuçları veriyor yönetmen. Thomas “çalma” eylemini “sanat” olarak tanımlamış ve giderek meşhur olan bir sanatçı, Signe ise insanlar tarafından nasıl göründüğü dışında pek bir şeyi önemsemeyen bir garson. Thomas ve Signe’nin ortak özellikleri dikkatlerin hep kendilerinde olmasını istemeleri. Narsist ve devamlı birbiriyle yarış hâlleri, onları birbirine sımsıkı bağlıyor film boyunca. Thomas’ın bu narsist kişiliği daha örtük ve sınırları var. Signe’nin narsistliği ise sınır tanımıyor, onu ölümün kıyısına vardıracak kadar arsız.
“Narsisizm aynı zamanda başarı, popülerlik ve büyüklük de vaat ediyor. Özellikle de görünmenin olmaktan daha fazla geçerlilik taşıdığı, parıltı, alkış, güç ve kariyerin yüksek değerler olarak görüldüğü günümüzde. Zaman zaman hayranlık duyulan kişilere seve seve bağlanıyoruz, çünkü onların parıltısı bizim üzerimize de düşer ve özdeğer duygumuzu güçlendirir. Sorun, bunun için ödediğimiz bedelin ne kadar olduğudur.” (Wardetzki Barbel)
Signe’nın ödediği bedel bedenine zarar veren yasaklı bir ilacı kullanmasıyla başlıyor. Yüzünde, vücudunda çıkan yaralar; ilgi uyandırmak için birer araç hâline geliyor. Bu isteği büyüdükçe yaraları çoğalıyor vücudunda; hastaneye yatırılması, ataklar geçirmesi, ölümün kıyısından dönmeleri, dikkatlerin onun üzerinde olmasından önemli değil. Gittikçe çoğalan yaralar onu mağdur ediyor, bu mağduriyetiyle gururlanıyor. Zihninde bu mağduriyetin onu nasıl popüler yapacağı düşüncesi salınıp duruyor. Kitap yazacak, röportajlar verecek, günlük yaşamında onu “ihmal eden” tüm insanlar peşinden koşturacak…
Hastaneye ilk kaldırılışındaki sahnede, “Bu kadar mıydı yani? 56 mesaj, birkaç ziyaret hayat eskisi gibi devam ediyor, öyle mi?” diyor Signe. Sonrasında cenazesine kimlerin gelemeyeceğini sıralıyor, cenazesini hayal ediyor keyifle.
“İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar”, diyor Guy Debord. Işıklar ne kadar üzerimizdeyse o kadar çok biz olmaktan çıkarız. Filmde Signe’nın gittikçe çığırından çıkan narsizmi gibi. Filmde Signe bu ‘spot ışığı’nda olma isteği hâlinden başka nedir, kimdir? Gün gün dozu artan narsizminin dışında başka özü yok mu? İlgi uyandırmadığında, görünmediğinde özünün bir anlamı var mı?
“Gösteri üç gün boyunca bir şeyden bahsetmediği zaman o şey hiç var olmamış gibidir. Çünkü artık gösteri başka bir şeyden bahsediyordur ve kısacası bundan böyle var olan o başka şeydir.”(Guy Debord, Gösteri Toplumu)
Debord’a göre, “gösteri, uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen, zincire vurulmuş toplumun gördüğü kötü düştür.” Bu düş sadece Thomas ve Signe’nin değil hepimizin düşü… Hangimiz meşhur olduğumuz hayaller kurmuyoruz ki hep en iyisi olduğumuz hayaller. Elbette kuracağız fakat burada ince bir çizgi var. Hayaller kurmak, iyi olmak, takdir edilmek hepimizin ihtiyacı fakat bu ihtiyaç bizi ele geçirmeye başladığında işte o zaman sorun hâline geliyor. Bu ihtiyaç; tüm hayatımızın temel motivasyonu olduğunda, Signe gibi dur durak bilmeden arsızlaşıp sonu gelmez bir yola giriyoruz. Sonu gelmez, çünkü bu artık var oluşumuz hâline geliyor. Çevremizde kaç insan var böyle, kalabalık bir masada gözlerini insanlara dikip herkesin nasıl göründüğünü, kendinin nasıl göründüğünü düşünüp duran? Gölgede kaldığını hissettiğinde sesini, hareketlerini yükselten, sürekli ama sürekli ben buradayım diyen. Filmin bir sahnesinde, Thomas yavaş yavaş şöhrete kavuşurken, hırsızlıkla kurduğu sanatını iştahla anlatırken Signe; belki de tek yakını olan erkek arkadaşının gölgesinde kalmayı hazmedemeyip, bir alerji hikayesi uydurup tüm dikkatleri çekmeyi başarır. Sevdiği insanlarla dahi sürekli bir yarış hâlindedir. En iyisi olmak, en dikkat çekeni olmak ister bu masaların; eğer öyle olmayacaksa o masanın ne anlamı var ki…
“Aslında yeterince iyi olamamaktan korktukları için her zaman en iyisi olmak zorundalar.” (Babel Wardetzki)
Debord, gösteri toplumunun başarısının, “geçmişi unutmak isteyen ve artık gelecek inancı taşımayan bir bugünü oluşturmak” der. Signe’nin yaşamına odaklanan film, “vitrinde olma” ve “narsisizm” konusunu uçlara taşıyan modern bir eleştiri niteliğinde. Geleceğimizi sağlıklı bağlarla kuramadığımızda, yaşamımızı başkalarının beğenisine bağladığımızda içimizdeki o boşluğun dolmayacağını söylüyor aynı zamanda. Hastalıklı olan ne Signe ne Thomas, onlar günümüz dünyasının her geçen gün daha da sıradanlaşan iki karakteri sadece.
“Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı, devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.” (Guy Debord)
Signe, kendini başkalarının gözünden görmeyi son sahnede bırakır. Thomas hırsızlıktan hapse girmiş, arkadaşları ondan tamamen uzaklaşmış, yere yatarak gözyaşları içinde “yaşamayı seviyorum” der. Yaşamayı sevmek, ışıkların üzerimizde olduğu hep parladığımız anlardan ibaret değil, olmamalı. Modern dünyanın kulağımıza sürekli “en iyisi” sensin fısıltısının sınırlarını unutmazsak dünyayla sahici bağlar kurabilir, kendimizi narsizmin sınırlarından çıkarabiliriz belki.