Kıvılcımlı 1960’larda ne yapmak istedi? – 3
Kıvılcımlı’nın “teori ve pratik birbirinden ayrılmaz” düsturunun yakınından geçmeyip sürekli silahlı devrimci mücadele güzellemesi yapan makaleler yazmayı iş edinenleri bir kenara koyarak konuşmak gerekirse Kıvılcımlı’yı eleştiren Mahir Çayan-İbrahim Kaypakkaya- Deniz Gezmis takipçilerinin de politik faaliyetlerinin nasıl bir çerçeveye indirgendiği açıkça görülmektedir.

“Devrimi suç sayacak varlık anasından doğmamıştır.
Kendisi kendi gücüyle kendi meşruluğunu herkese benimsetir”
Kıvılcımlı’nın konspirasyona gelemediği tezviratını atikliğine, keskinliğine ve hatta uzun boyuna referansla açıklamaya çalışarak onun TKP tarihinden dışlanmasına gayret edenler gerçeğe bu açıdan yaklaşamayacaklarının aslında çok iyi farkındaydılar. Kıvılcımlı, TKP saflarında müthiş bir çalışkanlıkla ve özveriyle faaliyet gösterdiği gibi aynı zamanda kapalı faaliyetin sağlıklı yürütülmesi için en temel meziyetlerden biri olan disiplin ve polis sorgusunda ketumluk konusunda da ayrıksı bir meziyete sahipti. Mihri Belli, TKP’lilerin Kıvılcımlı’dan hoşlanmamalarının sebebini onun işkencede asla çözülmemiş olmasıyla açıklardı. Kıvılcımlı polis sorgusundaki yiğit tavırlarıyla meşhurdu ve bu ünü Moskova’ya kadar da yayılmıştı. Kıvılcımlı’nın TKP içerisinde yalnızlaştırılması çabasının onun sınıfsal kökenleriyle alakalı, Şefik Hüsnü’den Nazım Hikmet’e birçok komünistin Osmanlı paşazadelerine dayanan sosyal tabiyetleri karşısında onun annesi ve teyzesinin emeğiyle yaşamını sürdüren emekçi bir kökenden gelmesinden kaynaklı olduğunu düşünen de çok kişi olduğu bilinmektedir.
Ancak Kıvılcımlı’nın aklının esas olarak açık çalışmada olduğu, kitleselleşmenin anahtarı olarak açık propaganda ve ajitasyonu gördüğünün altı çizilmelidir. Ona göre kapalı faaliyet zorunlulukların bir ürünü olarak kabul edilmeliydi ancak esas olan kitlelere gitmenin en geniş yolları üzerine yoğunlaşmaktı. YOL etüdünün en önemli risalelerinden birisinin de Legaliteyi İstismar olduğu bir kez daha hatırlanmalıdır. “Burjuvazi bizi istediği kadar ezsin, sıksın, kapasın, biz bir delik bulup kızıl soluğumuzu halka duyuracağız. Ve bu uğraşmamızda en sonunda hep burjuvazi yenik, biz galip çıkacağız; burjuvazi zarar edecek, biz şekilden kaybettiğimizi sorunun içinden, görünüşte kaybettiğimizi gerçekte, lafta kaybettiğimizi halkın gönlünde mutlaka kazanacağız”.
1930’larda cezaevi dışında olduğu istisnai dönemlerde Cağaloğlu’nda Marksizm Bibliyoteğini ayakta tutmaya çalışması da bu kararlılığının bir ürünüdür. “Tatar Ramazan” karakterinin yaratıcısı doktorcu yazar Kerim Korcan’ın hikâyeleri bu dönemin anılarıyla yüklüdür.
1950’lerde TKP’den kopuştuktan sonra giriştiği Vatan Partisi deneyimi de yine bu anlamda bir kararlılık göstergesidir. Kapalı çalışmayla sınırlı kalan bir faaliyetin komünist hareketin halklaşmasına yeterince hizmet etmeyeceğini düşünüyordu. Eyüp Konuşması bu anlamda komünist hareketin içine itildiği izolasyonu kırmasına yönelik de bir çabaydı.
Bu açıdan Kıvılcımlı 27 Mayıs’ın yarattığı yeni güçler dengesini heyecanla karşıladı. Zaman zaman kendisinin de eleştirdiği ordusuz komutan durumuna düştüğünü fark edip etmediğini bilemeyiz ama Milli Birlik Komitesi’ne Anayasa teklifi sunarak aslında finans kapital kuşatmasında olduğunu düşündüğü tarihsel devrimci güçlere işçi sınıfı adına Vatan Partisi programının modifikasyonu eliyle bir müdahalede bulunmaya çalıştı. Suat Şükrü Kundakçı’nın Milli Birlik Komitesi’nin toplandığı salondaki masaya bizzat bıraktığı Anayasa kitapçığının bir etkide bulunduğu düşünülemez ancak şurası da açık ki 27 Mayıs tamamen nesnel olguların itmesiyle sosyalist hareketin gelişebileceği koşulları yarattı. Kıvılcımlı’nın “devlet sınıfları” olarak anmayı sevdiği bürokrasi, Menderes benzeri bir popülist siyasetçinin tüm gücü elinde toplayabilmesinin Malatya’da İsmet İnönü’nün taşlatılmasına kadar varan sonuçlarını deneyimleyince iktidarı denetim altına alacak bir kurumsal mimari inşasına girişti. Bu denetimi sadece Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlarla değil toplumsal örgütlenmenin de görece denetimli bir biçimde genişleyebileceği bir ortam yaratarak gerçekleştirdi. Sermaye birikim süreci açısından da tarımsal ticaret sermayesinin sanayi sermayesine dönüştürüleceği bir ithal ikameci sanayileşme modelinin altyapısı inşa edildi. Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Saraçhane’deki Türk İş mitingi sonrasında 1964 Paşabahçe greviyle birlikte gelişen işçi eylemleri TİP’in ve DİSK’in kurulduğu dönem açıldı. Yüksek gümrük duvarlarıyla korunacak bebek sanayiler Arçelikler, Anadollar iç pazarda satılacaktı ve işçilerin alım gücünün de yükselmesi bir ölçüde kabul edilebilirdi. Yani 27 Mayıs’ın açtığı dönem “tarihsel devrimcilerin” niyetlerinden bağımsız olarak da sınıf örgütlenmesine yol verdi.
Burada çok kısa Anayasa Teklifi ile ilgili bilgi vermek gerekirse kitapçığın arka kapağında büyük harflerle İkinci İktisadi Kuvvayi Milliye Seferberliği yazmaktaydı. MBK’ye kalkınmacı bir iktisadi politika önerilmekteydi. Burada özellikle yabancı sermaye maddesine dikkat çekmek istiyorum: “Milli İktisat planımıza uyacak en modern teknik, usul, ücret ve müddet şartlarını getirecek kendi memleketindeki ortalama kar rayicinden üstün kar etmeyecek. 10 yılda amortismanını yapıp işletmeyi Türk milletine tevdi edecek”. Çin’in uyguladığı kalkınma modeline oldukça benzeyen bir çerçevede yabancı sermayeye belli koşullarda alan açan bu yaklaşım dikkat çekicidir.
Kıvılcımlı’nın ordu içindeki tarihsel devrimci dinamikle ilişkilenmek istemesini devrim meselesinin esasını iktidar olarak görmeyi unutmazsak bütünüyle devrimci bir tutum olarak görmek zorundayız. Mısır aslanı Nasır’ın Arap sosyalizminin rüzgârının estiği, birkaç yıl sonra Portekiz’de Salazar Rejimi’ni deviren askerlerin tüfeklerinin namlularına halk tarafından kırmızı karanfillerin takıldığı yıllardaydık. Türkiye’de de özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında NATO’nun Özel Harp örgütlenmesiyle bağımsızlıkçı Kemalist kanat arasında belirgin bir gerilimin olduğu bir dönemdi. 1960 darbesinin toplumsal amaçlarına ulaşamadığı için yeniden harekete geçen askerlerden Talat Aydemir ve Fethi Gürcan, İsmet İnönü’ye gereğinden fazla güvendikleri için asıldılar. O kadar ki daha sonrasında sol liberaller tarafından yaygın bir biçimde yetmez ama evetçiliğin teorik arka planı olarak değerlendirilen “Düzenin Yabancılaşması” tezinin sahibi İdris Küçükömer bile Talat Aydemir cuntasının bir parçasıydı.
Burada Kıvılcımlı ile Doğan Avcıoğlu’nun YÖN ekolü arasındaki en önemli farkın altını çizmek gerekir. YÖNcüler için asker-aydın kesimini tarif etmek için kullanılan zinde güçler toplumsal dönüşümün temel dinamosuydu, işçi sınıfı ve köylülük neredeyse yedek güçler konumundaydı. Oysa Kıvılcımlı’da işçi sınıfının merkezî konumu hiçbir zaman sorgulanamaz en önemli gerçektir. “Sosyal alanda strateji dendi mi onun öz gücü bilimsel sosyalizm açısından biliyorsunuz her zaman işçi sınıfı sayılır. Klasik bilimsel sosyalizm için stratejik özgüç işçi sınıfıdır. Stratejinin amacı dediğimiz planda birini aşamayı tutan alınacak hedef ve sonuç hangi aşamada olursa olsun sosyalizm için her zaman özgüç hep işçi sınıfı olmuştur, proletarya olmuştur.” (Dev Genç Seminerleri, 19 Ocak 1970) Ancak Kıvılcımlı ve Avcıoğlu “yukarıdan devrim”e ve Jakobenizme açık olmalarıyla da birbirine benzer bir konum almaktaydılar. “Türkiye’de Genç Osman’dan beri oportünistlerin ‘Tepeden inme’ diye kötülemeye yeltendikleri bir yukarıdan etkili ilericilikve devrimcilik eylemleri vardır. Onun benzerlerini Batı’da hatta Deli Petro tipiyle Rusya’da da görürüz. Daha çok doğuş halindeki burjuvazinin özlemleri yönünde bir gelişimi sayılabilir. Özellikle Tarihcil Devrim gelenek görenekleriyle kurulmuş toplumlarda bu eğilim daha başlı başına bir anlam taşır”
Kıvılcımlı 1960’ların coşkusuna bütünüyle kapılmış, hareketin tüm odaklarıyla ilişkilenmiş, TİP’ten dışlanması sonrasında Dev- Genç ve MDD çevresiyle yakın bir siyasi faaliyet yürütmüştür- TİP’ten dışlanmasına rağmen Fuat Fegan’ın muazzam katkısıyla bugüne kadar ulaşan arşivinden 25 Şubat 1970 gibi ileri bir tarihte bile TİP’in Beşiktaş ilçesinde seminer vererek teması koparmamaya çalıştığını öğreniyoruz, en azından TİP’in içindeki muhalif unsurlarla. Hareketin tüm katmanlarını bir arada tutmak ve ayrışmaların önüne geçebilmek için de muazzam bir çaba harcamıştır. Ama özellikle 1968 sonrasında hızla radikalleşen ve Foucaultcu teorilerin etkisi altına giren devrimci gençlik hareketinden kopuşmasını engelleyememiştir. Oysa Kıvılcımlı, finans kapital ve tefeci bezirgânlık olarak giderek daralttığı bir düşman odak karşısında bu kesimler dışında kalan çok geniş bir bloğu, merkezindeki temel belirleyici sosyal güç işçi sınıfı olacak biçimde demokratik devrim mücadelesi adına harekete geçirmek, yığınları kazanmak için de tüm güçlerin içinde kendisine yer bulabileceği bir parti inşa etmek arayışındaydı.
Bu kopuşmanın en önemli gerekçesi hiç kuşku yok ki devrimci durumun varlığı ya da yokluğu üzerine yürütülen tartışmadır. Aslında çok açık bir tartışma yürütülmediği, gençlik hareketinin bu konuda vardığı kararın arkasından ama parçalanarak ilerlediği malumumuz. Kıvılcımlı, düşmanı finans kapital ve tefeci bezirgân ittifakı olarak nitelediği ve burjuvazinin bir kanadını da kapsamayı düşünen genişleyici bir işçi sınıfı hegemonyasının inşasını ve bunun için de ortak partileşmeyi savunuyordu. “Şili’de sosyalizmin doğumunu demokrasi (ama lafta değil, işte halkın bilinçli örgütleri) ile sancısız gerçekleştirenler kimlerdir? Seçime yan yana girmiş: Sosyalistler, komünistler, radikaller, Bağımsız Halk Aksiyonu (adı Hristiyan demokrat din adamları), Sosyal Demokratlardır” (Yeter Be, 2 Şubat 1971, Sosyalist Gazetesi). Kıvılcımlı devrimci süreci bir birikim aşamasında görüyordu, halk yığınlarının kazanılmadığı, devrimcilerin taleplerinin halk tarafından sınanmadığı, egemen sınıfların “artık yönetemiyoruz” demekten uzak olduğu koşulların devrimci bir moment olarak nitelenmesine şiddetle karşı çıkıyordu. “Tek sözle strateji gibi taktik de YIĞINLARA MAL EDİLİRSE anlam taşır”. Kıvılcımlı evrim aşamasındaki devrim sürecinde strateji ve taktiğin yığınlara edindirilmesine yönelik uzun erimli bir çalışma için güçlerin örgütlü ve birlikte tutum almasını doğru hamle olarak görüyordu. Oysa Suni Denge fikriyle büyülenen devrimci gençlik hareketi, kendisi “vurucu güç” olarak yolu açığında kitlelerin zaten kendiliğinden büyük bir hızla devrim mücadelesine akacağına ikna olmuştu. Daha sonrasında 9 Mart olarak kendisini ortaya koyan ordu içindeki dip dalgasının da bu eğilimi büyüttüğü düşünülebilir. TİP’in partili mücadeleye inancı zayıflatan, gençliğin ataklığını karşısına alan yaklaşımı da 71 kopuşunu hızlandırdı. Kıvılcımlı ise gençliğin her doğruyu yeniden ve kendi keşfediyor gibi davranmasından da fazlaca rahatsız oluyor ve eleştirilerinde de zaman zaman kantarın topuzunu kaçırabiliyordu. Kendi pratik ve teorik geçmişine duyduğu aşırı özgüven zaman zaman gençliğin özne konumunu hiçleştiren değerlendirmelere yol açabiliyordu. Politik olarak doğru noktada olmasına rağmen aşırı özgüvenli ve zaman zaman kendi birikimini dayatan yaklaşımı gençlik hareketinde önemli bir yabancılaşmaya yol açıyordu. Yukarıda alıntıladığımız Yeter Be! Yazısı gençlik hareketiyle yaşadığı kopuşun bir vesikası olarak tarihe geçti. 15-16 Haziran gibi devasa bir kent ayaklanması dahi kentleri burjuvazinin insafına terk eden fokocu-Maocu bir perspektifin zamansız bir biçimde tek doğru strateji seçeneği haline gelmesine engel olamamak Kıvılcımlı’nın üslubunu sertleştirmişti. Bu durumda kopuşmanın engellenebilmesi mümkün olmadı. Türkiye devrimci hareketinin ödediği muazzam bedellere, yarattığı büyük değerlere, ortaya koyduğu büyük emeğe rağmen bugün ülke siyasetinde belirleyici bir politik aktör olarak kendisini inşa edememesinin bu kopuştan köken aldığını bugün çok daha iyi anlayabiliyoruz. Devrimci güçler arasındaki bölünme hareketin yapısal bir zaafiyeti olarak kalıtsallaştı.
Kıvılcımlı silahlı mücadeleye kategorik olarak karşı değildi ancak mücadelenin o aşamasında uygun adım olmadığını düşünüyordu. Onun 71 kopuşuyla ilgili tutumunu eleştirenler genel bir tribünlere oynama romantizmiyle sürecin bu yanı üzerinde durmuyorlar. Kıvılcımlı’nın “teori ve pratik birbirinden ayrılmaz” düsturunun yakınından geçmeyip sürekli silahlı devrimci mücadele güzellemesi yapan makaleler yazmayı iş edinenleri bir kenara koyarak konuşmak gerekirse Kıvılcımlı’yı eleştiren Mahir Çayan-İbrahim Kaypakkaya-Deniz Gezmiş takipçilerinin de politik faaliyetlerinin nasıl bir çerçeveye indirgendiği açıkça görülmektedir. Hiç kuşku yok ki aynı nehirde iki defa yıkanılmıyor ancak bugün doktorcuların 1960-71 dönemine çok daha büyük bir özgüvenle ve soğukkanlılıkla bakmasının Türkiye Devrimci Hareketinin gelecek on yıllarda kat edebileceği mesafeyle ilgili çok önemli kazanımlar yaratabileceğinin altını kalınca çizmek gerekiyor.
Yazı dizisinin ilk bölümü: Kıvılcımlı 1960’larda ne yapmak istedi? – 1
Yazı dizisinin ikinci bölümü: Kıvılcımlı 1960’larda ne yapmak istedi? – 2