İhtiyaçlar ekonomisi mi? Post-Keynesyen meta ekonomisi mi?
Fransa’da Jean-Luc Mélenchon’un 10 Nisan 2022 seçiminde diğer rakiplerinden çok daha ayrıntılı ve alternatif bir programı vardı. Seçimlerden önce Jacobin dergisinde kaleme alınan ve Mehmet Yusufoğlu tarafından Karşı Mahalle için Türkçe’ye kazandırılan bu yazı, post-Keynesyen temelli bu önemli programı, büyüme ve bütçe açığına dair vaadleri açısından sorguluyor ve ihtiyaçlar ekonomisi bağlamında sınırlarını ifade ediyor.
Yazar: Romaric Godin
Fransa’da cumhurbaşkanı adayı Jean-Luc Mélenchon’un diğer rakiplerinden çok daha ayrıntılı, radikal bir programı var. Ancak program, kapitalist tepkilerle raydan çıkarılma riski taşıyor.
Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk tur oylamasına 4 hafta kala, şu ana kadar yürütülen kampanyada, Mélenchon’un programı adayların programlarının derinliği ya da kesinliği açısından hiç de geride değil. Bu bağlamda, Jean-Luc Mélenchon kesin bir avantaja sahip olduğunun farkında ve mantıklı olarak, asıl savaş alanının bu olduğunu vurguluyor.
Mélenchon, programının ‘maliyetlerini belirleme’ [costing] çalışmasını cumartesi günü yaptı. Bu, üç saat süren bir yayındı ancak çok daha uzun sürebilirdi. Programındaki 694 önlemin her birinin maliyeti, bu önlemlerin ekonomi ve servet dağılımı üzerindeki etkisini ölçmeye olanak veren bir makroekonomik model kullanılarak birer birer belirlendi.
Bu “şov”, açıkça programın genel güvenilirliğini ortaya koymayı amaçlıyordu. Mélenchon’un adaylığını destekleyen Union Populaire’in (Halk Birligi) kurduğu alternatif “parlamentonun” üyesi çok sayıda ekonomist kendi alanlarından bu çalışmaya katıldılar. Ekonomik büyüklükler, Mélenchon’un kendi programı için aslında “en elverişsiz” olduğunu düşündüğü Banque de France modellemesi kullanılarak hesaplandı.
Trickle-down (önce zenginler kazansın, bu alt kesimleri de etkiler) anlayışından kopuş
Mesaj açıktı: Amaç projenin yetkinliği ön plana çıkarmak ve kampanyanın mali ciddiyeti üzerinde durmaktı. Hesaplamalarda “ihtiyatlılık” kavramı çok kez dile getirildi. Bu ihtiyatlı olmanın içinde; önerilen politikalar sonucunda “tasarruf edilen maliyetlerin” olumlu etkisinin nihai hesaplamalara katılmadığı, ek bir “güven” payı bırakıldığı durumlar dahi vardı.
Böyle bir sunumun amacı anlaşılabilir: kendi programınızın “inandırıcılığını” vurgulamak, alışılagelmiş “gerçekdışılık ve ütopyacılık” suçlamalarını boşa çıkarmak için rakiplerinizin silahlarından yararlanmak. Elbette geleceğe dair bu tip projeksiyonlar daima ciddi eleştiriler ile karşılaşabilir. Yine de bu ayrıntılı program, diğer adayların programlarıyla, özellikle de neoliberallerin programlarıyla eşit düzeyde yarışmaya imkan sağlıyor. Bu durum, ekonomi-politik tartışmalarının doğasını değiştiriyor: Programın güvenilirliğinden ziyade politikanın ardındaki felsefeyle ilgili tartışmalar yapılmasına imkan sağlıyor.
Bu tür bir ayrıntılı maliyetlendirme [costing] çalışması Mélenchon için yeni değil. Zira 2017’deki seçiminde de rakip Emmanuel Macron’a karşı ayrıntılı bir program yapılmıştı. Ancak o programın arkasındaki mantık, şu ankinden epey farklıydı. Emmanuel Macron 2017’de baslayan ilk döneminde, iki yılda 240 milyar euroluk (sosyal güvenlik harcamalarını da dahil edersek çok daha fazla) bir ekonomik kurtarma planı ve 100 milyar euroluk bir “ekonomik ayağa kalkma planı” uyguladı. Merkez bankasının muazzam geri alım [buyback] politikaları hayata geçti. Emanuel Macron bu tip politikaları uyguladıysa; artık sol programlara karşı geleneksel argüman olan meşhur “para gökten mi yağacak ki siz bol keseden harcayacaksınız” suçlaması geçerli değildi.
Mélenchon’un kampanyasına katılan ekonomist Aurélie Trouvé’nin sunum sırasında belirttiği gibi, ek kamu harcamalarının ölçeği yani yıllık 250 milyar euro, yeni seçilecek başkanın 5 yıllık görev süresince 2019’a kıyasla toplamda yüzde 18’lik bir artışı ifade ediyor. Bu, Macron öncesinde Nicolas Sarkozy’nin ulaştığı (+ %15) değeri ile Joe Biden’ın ABD’de taahhüt ettiği (+%27) arasında kalan bir oran. Dolayısıyla Trouvé bunu “iddialı fakat makul” bir program olarak nitelendiriyor.
Dahası, tarihsel rasyonalite açısından, bu program (çeşitli sağcı ve aşırı sağcı adayların kabul etmeyi reddettiği şeyi) neoliberal gerçekliğin gerilemesini göz önünde bulunduruyor. Sermaye için vergi azaltımları ya da emekli maaşlarının “yükünü azaltmaya” yönelik “reformlar” gibi geçmişin yöntemlerinden devam etmenin sağ tarafından önerilmemesi bunun göstergesi.
Piyasa ayarlamalarının [şimdiye kadar uygulanmış olan kurtarma planları gibi] sınırları ortaya dökülürken, ki onlar bile sadece büyük devlet desteğiyle uygulanabilirken, Mélenchon’un adaylığını destekleyen Union Populaire programı bu tarihsel tersine dönüşümü fark ediyor ve bunu devlet tarafından uygulanacak daha güçlü programlara gerekçe olarak kabul ediyor.
Mélenchon’un programındaki önerilerin, on yıllardır karşılanmamış ihtiyaçlara dayandığı düşünülürse bu daha da doğru. Programın “ihtiyaca göre yönetim” sloganının önemi buradan geliyor. Kamu politikalarının genel çıkara hizmet etmekte yetersiz kaldığı noktaların tespit edilmesi, vatandaşların bu politikanın etkilerini gerçekten “fark etmelerini” sağlıyor. Bu farkındalık, şimdiye kadar işverenlere yönelik uygulanan vergi indirimleri (CICE) ve hatta onlara verilen Covid yardımı gibi sözde arz-yanlı politikalarda tekrar tekrar ortaya dökülen para israfını engelleyecektir.
2017’de Emmanuel Macron, kendi neoliberal reform programını belirli bir “dünya düzenine” dayandırabilmişti, ki ona göre Fransa “çok uzun zamandır” bu neoliberal ilkelere uymayı reddediyordu. Bunu yapacak olan ise kendisi idi. 5 yıl sonrasındaysa bu neoliberal “düzen” paramparça oldu ve parçalanmaya devam ediyor. Bu nedenle neoliberal rasyonalite argümanı artık sürdürülemez. İşte Jean-Luc Mélenchon bu başarısızlıktan yararlanmaya çalışıyor ve mali açıdan sürdürülebilir, ancak talep yönlü bir politikaya dayanan bir program sunuyor. Başka bir deyişle, “zenginler kazanırsa bu aşağı sızar” diyen “trickle-down” mantığını kırmaya çalışıyor.
“Talep şoku”
Bu programın savunduğu mantık açıkça post-Keynesyen ya da sol-Keynesyen. Hakim fikir, ekonominin ancak tüketicilerin ve işletmelerin harcamalarına bağlı olarak gelişebileceği. Mélenchon’un da belirttiği gibi, kamu harcamaları “boşa akan su” değil. Çünkü ekonomik döngüyü besliyor ve ekonomik faaliyet yaratıyor. Bu çerçevede, tasarrufları yaratan harcamalardır, tersi değil. Post-Keynesyen ekolün en büyük (ve unutulmuş) temsilcilerinden biri olan Michał Kalecki’nin savunduğu gibi, “kapitalistler harcadıklarını kazanırlar.” Bu aslında, arzın talebi yarattığı ve tasarrufların yatırımı yarattığını savunan sağ kanat Keynesyenler (ya da “Neo-Keynesyenler”) karşısında Post-Keynesyenlerin fikirlerindeki en büyük fark. Sağ kanat Keynesyenlere göre zaten devletin işlevi sadece ayarlamaları “kolaylaştırmak”. Dolayısıyla Mélenchon’un programının entelektüel yaklaşımı bu nedenle neoliberal mantığa doğrudan karşıt diyebiliriz.
Mélenchon neoliberal başarısızlıktan faydalanmaya çalışıyor ve mali açıdan sürdürülebilir, talep yönlü bir politikaya dayanan bir program sunuyor.
Bu hesaplamanın temel taşı “Keynesyen çarpan”, yani ekonomiye yatırılan her bir euronun GSYİH üzerindeki etkisi. Mélenchon’un ekibi bu çarpanı ortalama 1,18 olarak tahmin ediyor. Yani 1 euroluk yatırım, 18 sentlik ek bir zenginlik yaratılmasını sağlayacak. Karşılaştırırsak, hükümetin geçmişte uyguladığı ayağa kaldırma [recovery] paketinin çarpanı bir eurodan daha azdı. Bu demektir ki geçmişteki program ek bir zenginlik yaratmadı.
Başlangıç hipotezleri göz önüne alındığında, bu gibi herhangi bir hesaplamanın belirsiz ve tartışmaya açık olduğu barizdir. Ancak bu belirsizliğin neoliberal vaatler için de geçerli olduğunu unutmamalıyız. [Emmanuel Macron’un ilk döneminde uygulanan] CICE vergi indirimlerinin ve sermaye üzerindeki vergilerle ilgili reformunun sonuçları özellikle etkisiz olmuştur. Üstelik, tüm olumsuz “değerlendirmelere” rağmen, bu uygulamalar sorgulanmamıştır. Burada da neoliberallerin ortaya dökülen başarısızlığı, post-Keynesyen vizyonun artık sadece “güzel bir hayal” diye suçlanamayacağı anlamına geliyor. Neoliberallerin hayalleri çoktan yok oldu.
Sonuç olarak, Mélenchon’un programında; toplamda yıllık 250 milyar euroluk ek kamu harcamasının yapılacağı ama bunun, elde edilecek tahmini 267 milyar euroluk ek gelirle dengeleneceği söyleniyor. Kamu açığının bu harcamayla azaltılabileceği söyleniyor.
Bu, Balzac’ın “Les Employés” romanındaki Madam Rabourdin’in çoktan unutulmuş reçetesi: “Bir maliye bakanının görevi altını pencereden dışarı atmaktır. Altınlar onun hazinesine geri dönecektir!” Böyle bir reçetenin, artık büyük ölçüde finansallaşmış bir parasal üretim ekonomisinde, giderek özerkleşen bir finans sistemini beslemeye neden olacak tasarrufları koruma politikasından daha rasyonel olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Bu program, harcamaları en çok ihtiyacı olanlara yoğunlaştırmayı amaçlıyor. Çok sayıda araştırmanın gösterdiği üzere, insanlar ne kadar az varlıklı olurlarsa, ellerine geçen parayı o kadar fazla harcıyor.
Ekonomik devre
Böyle bir sonuca nasıl varabiliriz? Her şeyden önce, Madam Rabourdin’in aksine, Melenchon öncülügündeki “Union Populaire” programı “altını pencereden dışarı atmak” değil, harcamaları en çok ihtiyacı olanlara yoğunlaştırmayı amaçlıyor. Çok sayıda araştırmanın gösterdiği üzere, insanlar ne kadar az varlıklı olurlarsa, ellerine geçen parayı o kadar fazla harcıyor ve bu harcamalar o para olmasa hiç yapamayacakları harcamalar. En zenginler zaten ellerine daha ellerine geçen parayı daha fazla tasarruf etme eğiliminde. Bu da kendilerine fayda sağlayan herhangi bir kamusal harcamanın ekonominin geri kalanına aktarımını sınırlıyor. Bu durum, post-Keynesyen düşüncenin bir başka dayanağı: Eşitsizlik, ekonomik faaliyet için zararlı, bu durumda [gelirleri] yeniden dağıtım ekonomiyi destekliyor.
Union Populaire programı iki fikre; çarpan fikrine ve yeniden dağıtım fikrine güçlü bir şekilde dayanmaktadır. Dolayısıyla programın ilk ekseni, beş yıllık dönem boyunca yıllık 50 milyar euro olarak planlanan ve iki önceliğe odaklanan kamu yatırımları: “ekolojik alternatif” ve kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi. Her iki durumda da karşılanmamış gerçek ihtiyaçlar var; bu nedenle istihdam ve tüketim üzerindeki etkileri gerçekten de önemli olacaktır.
Aynı durum başta asgari ücretin aylık net 1.400 euroya yükseltilmesi olmak üzere, vergi sistemi reformuyla öngörülen güçlü yeniden dağıtım tedbirleri için de geçerli.
Program ayrıca, 5 yıl içinde 1 milyon kamu çalışanının işe alınmasını, memur maaşlarının yüzde 10 artırılmasını ve ardından maaşların enflasyona endekslenmesini öngörüyor. Bunun maliyeti yılda 75 milyar euro. Ancak asıl soru, bu insanların alacakları bu parayla ne yapacakları.
Aynı durum başta asgari ücretin aylık net 1.400 euroya yükseltilmesi olmak üzere, vergi sistemi reformuyla öngörülen güçlü yeniden dağıtım tedbirleri için de geçerli. Yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda program, kırk yıldır devam eden yeniden-dağıtım karşıtı bir vergi politikası eğilimini durdurmayı hedefleyen bir “mali devrim” taahhüt ediyor.
Bu bağlamda, veraset vergisi (12 milyon euronun üzerinde kalan miras kısmının tümünün miras vergisi olarak alınması), sosyal sigorta primleri (CSG) ve kurumlar vergisinin daha ilerici hale getirilmesi, KDV’nin gözden geçirilmesi, çeşitli vergi boşluklarının sona erdirilmesi, gelir vergisinin evrensel olması ve aynı zamanda 14 farklı vergi matrah dilimi oluşturulması ile çok daha ilerici hale getirilmesi gibi çok sayıda reform bulunuyor. Bunlara gençler için aylık 1,063 euro gelir garantisini de eklemeli.
Union Populaire, nüfusun en yoksul yüzde 10’luk kesiminin 5 yıl içerisinde ortalama yaşam standartlarında yüzde 14’lük bir artış elde edeceğini öngörüyor. Yaşam standartlarındaki artış; en zengin yüzde 30’luk kesimden itibaren giderek azalıp, en zenginler açısından kayba dönüşecek. Ancak gerçek etki, yaşam standartları yüzde 6.3 oranında düşecek olan en zengin kesimde yoğunlaşacak. Programın tutarlılığı burada da açıkça görülüyor; servetin yeniden dağıtımı ile “halkın tüketimi” ve istihdam teşvik ediliyor, bu durum ise tüketim seviyesinin geri gitmemesini sağlıyor.
Bu devre, daha sonra devlete ek gelir sağlıyor: Bu gelir; çalışan katkı payları (yaratılan 2.8 milyon istihdam göz önüne alındığında yılda 35 milyar euro daha fazla), KDV ve gelir vergisi (yılda 27 milyar euro daha fazla) ve her şeyden önce en zenginlerle şirketlerden alınan vergi geliri yoluyla sağlanacak.
Kamu gelirleri olarak, yeni veraset vergisi 17 milyar euro, yeni bir varlık vergisi yaklaşık 30 milyar euro, bozucu [polluting] ve verimsiz vergi boşluklarının ortadan kaldırılması 46,5 milyar euro, yeni gelir vergisi ölçeği ise 11 milyar euro daha sağlıyor. Son olarak, gerçek vergi matrahının hesaplanmasını ve vergi kaçakçılığı ve optimizasyonu ile mücadeleyi mümkün hale getirecek evrensel bir kurumlar vergisi 62 milyar euro gelir getirecek denebilir.
Tüm bunlar, post-Keynesyen bir faydalar silsilesi demek. Talep; arz ve istihdam yarattığından büyüme sağlanabilir. Union Populaire, “makroekonomik döngüde” ağırlıklı olarak ilk iki yılda yoğunlaşmak üzere ortalama yüzde 2,7’lik bir büyüme öngörüyor (2022’de yüzde 5,5 ve 2023’te yüzde 3,2). Ekonomist Trouvé’nin “talep şoku” olarak adlandırdığı şeyin öngörülen etkisi bu, Emmanuel Macron’un meşhur “arz şokunun” etkisinden tamamen farkli bir etki bu.
Toplam olarak; Banque de France modeline göre bu politika, özel sektör istihdamında yüzde 0,7’lik bir artışa yol açacak. Özetle, kamu açığı 2,6 GSYİH puanı düşebilir. Trouvé’ye göre bu düşüs, programın “ciddiyetinin garantisi” demek.
“Güvenilirlik” için verilen savaş
Programın detayları hakkında çok şey söylenebilir. Enflasyon tahminlerinin son derece iyimser olduğu ve böyle bir politikanın kapitalist kampta daima şiddetli bir tepkiye yol açacağı düşünülebilir. Jeopolitik durumdan bahsetmeye bile gerek yok. Aslolan şu ki makroekonomik öngörüler a-priori hipotezlere dayanan öngörülerdir. Bu hipotezler teorik varsayımlara dayalı modeller içinde belirlenmiş oluyor.
Dolayısıyla bu “maliyetlendirme” hem zor bir alıştırma hem de biraz boşuna. Aynı durum, dış şoklarla bağlantılı makroekonomik değişiklikler ya da insan davranışına ilişkin zayıf değerlendirmeler nedeniyle sıklıkla raydan çıkan mali planlar için de geçerli. Her hükümetin bir bütçe hazırlaması gibi, bu maliyetlendirme çalışmasının da gerekli bir demokratik adım olduğu söylenebilir. O halde mesele, gerçek bir “maliyetlendirme” çalışmasından ziyade, izlenen politikanın doğasının tanımlanması meselesi.
Programdaki bazı hedefler: 5 yıl içinde 1 milyon kamu çalışanının işe alınması, memur maaşlarının yüzde 10 artırılması, gençlere 1000 euro üstünde bir gelir güvencesi, belirli bir değer üstünde çok yüksek miras vergisi….
O zaman hesaplamalarda ortaya çıkan sayılardan daha önemli görünen şu: bu programın Post-Keynesyen mantığı; uygulanagelmiş olan işveren dünyasına destek (ve onlar için harcama) yoluyla açıkları azaltmaya dayanan ve genellikle “makul” olarak kabul edilen politikalardan daha az “gerçekçi” degil.
Fakat bu gerçekçilik, programdaki modelleme çalışmalarından çıkmıyor. Ondan ziyade neoliberal politikaların başarısızlığının somut gerçekliğinde yatıyor. Bu durum öyle bir başarısızlık ki; iktidardaki neoliberalleri, bazen kendi söylemleriyle açıkça çelişecek şekilde politikalarını değiştirmeye zorluyor. Neoliberal politikalar genişleyen kamu ve ticaret açıkları yarattı. Böylelikle etkisiz oldukları kanıtlandı ve sadece bu bile o politikaları itibarsızlaştırmalı. Elbette temel bir argümandan güç alabilirler: [bu neoliberal yaklaşım sahipleri] hala baskın durumda oldukları için, diğer tüm politikalara bir referans noktasını temsil ettiklerini düşünüyorlar. Dolayısıyla kendi dışındaki tüm alternatiflerin “gerçekçiliği” neoliberallerin bizzat kendi kıstaslarıyla ölçülüyor şimdilik. Union Populaire programı da nihayetinde bu tür bir doğrulama arayışında gibi görünüyor.
12 Mart 2022’de gerçekleşen ekonomik “maliyetlendirme” sunumunda kullanılan ifadelerde bu durum ziyadesiyle açıktı. Ciddiyet arayışı, bilindik Banque de France modelinin ve Institut Montaigne gibi neoliberal enstitülerin onayını arayacak kadar ileri gitmiş durumda ki, aslında bu kurumlar Mélenchon’un ekibi tarafından sunulan sayılardan “çok daha az ihtiyatlı, daha az güven veren hesaplara dayanan” politikalar sunuyorlar.
Bu durum, ekonomide radikal bir dönüşüm hedefleyen bir programın böyle “maliyetlendirilmesi” [costing] için ne gibi bir meşru gerekçe olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Yani şüphesiz bir genel seçimin işlevine hizmet etmekle beraber egemen “rasyonaliteye” verilen bir nevi taviz. Alışılagelmiş ekonomik “referans noktalarına” göre bu programın uygulanabilir ve inandırıcı olduğunu göstermekten ibaret.
Peki ama aslında “uygulanabilir ve inandırıcı” bir ekonomik program nedir? Derin bir halk hareketine dayanan bir siyasi irade tarafından desteklen programdır. Bütçe açığını azaltan ve büyümeyi (yeni araçlarla da olsa) arttıran bir program değil. Eğer “uygulanabilir ve inandırıcı” program; açığı azaltan ve büyümeyi arttıran bir program olsaydı, neoliberal programlar ne uygulanabilir ne de inandırıcı olurdu.
Programın gerçek hedefleri
Bu dikkatli maliyetlendirme çalışması, siyasi yelpazedeki herhangi bir aday tarafından şimdiye kadar bir araya getirilenlerin kuşkusuz en iyisi. Ancak bu durum Mélenchon’un projesinin dönüştürücü karakteri ile bir gerilime yol açmakta. Öyle ki bu çelişki, tüm çalışma boyunca hissedildi.
Aday, aslında dönüştürme iradesinin terimleriyle konuştu. Meta mantığını eleştirdi ve ekonometriyle yönetmeyeceğinde ısrar etti. Peki o zaman neden saf ekonometri alanında böyle bir maliyetlendirme çalışması yapılsın ve bu alıştırma ekonometri savunucuları tarafından dolaylı olarak onaylansın? Neden politikasının “makullüğü” konusunda ısrar ediyor? Büyümenin daha yüksek olacağını ve kamu açığının azalacağını söylemenin mantığı nedir?
Büyük bir ciddiyetle yürütülen bu çalışmada bir tür fetişizm söz konusu: kendi kriterlerine göre bile onlardan daha iyi olduğunuzu göstermek için rakiplerinizin tercih ettiği ölçüm araçlarına boyun eğme fetişizmi. Fakat bu mantık içinde kalarak toplumu derinden dönüştürebilir miyiz?
Bu gerilimin kalbi, bu çalışmanın başlangıç noktasında yatıyor: “ihtiyaca göre yönetim.” Bu basit ifade, ihtiyaçların önemsendiği ve merkeze alındığı, ekonomi politikasının da bu ihtiyaçların belirli bir kısmını karşılama becerisine göre değerlendirildiği tamamen yeni bir ekonomik mantığı varsayıyor. Böyle bir yaklaşım sadece “neoliberalizmin” değil, aynı zamanda bizzat kapitalizmin de kalbini vurur. Böylece ekonomik örgütlenme/organizasyon artık, doğrudan değer üretmek için değil, toplumsal işlevleri yerine getirmek için tasarlanmış oluyor.
Bu bağlamda, bu ekonomik organizasyon için gerekli “altyapıların” (kamu hizmetleri, enerji ve ekoloji çercevesinde) inşa edilmesi gerekiyor. Ancak bu yatırımlar artı-değer üretmeye ve dolayısıyla büyümeye değil, büyüme ihtiyacından kaçmaya yönelik olacak. Bu sadece retorik bir hamle değil; çünkü bu zorunluluktan kurtularak aslında büyüme yoluyla “finansman” ihtiyacından da kurtulmuş oluruz.
Böylece kendimizi yeni bir gerilimin içinde buluyoruz: toplumu piyasa egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan bir politikayı “finanse etmek” için genel olarak piyasa faaliyetini geliştirme ihtiyacı.
Böyle bir yönelimi; piyasa faaliyetlerinin geliştirilmesi yoluyla (yani oluşacak KDV, katkı payları ya da diğer vergiler aracılığı ile) finanse etmek istiyorsak o zaman piyasa faaliyetlerinin gelişmesi gerekiyor. Ama neyle gelişecek? Ne üretecek? Bu üretim kamu politikalarının hedefleriyle çelişmeyecek mi? Böylece kendimizi yeni bir gerilimin içinde buluyoruz: toplumu piyasa egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan bir politikayı “finanse etmek” için genel olarak piyasa faaliyetini geliştirme ihtiyacı.
Mélenchon bu çelişkiden, “ihtiyaç odaklı” bir politikayı “talep odaklı” bir politikayla özdeşleştirerek kurtulmaya çalışıyor. Ancak bu iki terim birbirinden çok farklı. “Talep” piyasanın terimlerinden biri, post-Keynesyen mantıkta arzın bir koşulu. Bu nedenle talep, onu büyük ölçüde belirleyen piyasanın içine gömülü.
Dolayısıyla eğer “ihtiyaç odaklı” bir politika toplumu ve ekonomiyi dönüştürebilecekse, basit bir post-Keynesyen “talep odaklı” politikadan kesinlikle farklı olmalı.
Dolayısıyla eğer “ihtiyaç odaklı” bir politika toplumu ve ekonomiyi dönüştürebilecekse, basit bir “talep odaklı” politikadan ve Melanchon tarafindan cumartesi günü [Şubat 2022] sunulan post-Keynesyen mantıktan kesinlikle farklı olmalı. O halde ihtiyaçlar piyasa tarafından değil, demokratik ve kolektif olarak tanımlanmalı. Burada söz konusu olan talebin içeriği. Ekonominin ekolojik ve sosyal dönüşümü, değer mantığının talebi belirlemesine izin veremeyeceği gibi, aynı zamanda bu talebin içeriğini de sorgulamalı ve belirlemeli.
Bu sadece teorik bir soru değil. İnandırıcılığın temeli olarak düşünülen bu “maliyetlendirme” çalışmasının yarattığı gerilim, Mélenchon’un iktidara gelmesi halinde gözle görülür sonuçlar doğuracak. Çünkü Mélenchon’un öncülüğündeki Union Populaire programına yönelik ilk tehdit “sermaye grevi”, yani kapitalistlerin yatırım yapmayı ve işe almayı reddetmesi. Bu, ABD’de Franklin Roosevelt’in 1930’larda yüzleşmek zorunda kaldığı ve (“New Deal” politikalarının “kazananlarına” dayanmak için) sermaye kampını bölerek atlattığı meseleydi.
Mélenchon da bu stratejiden, sermaye kampındaki iç mücadeleye oynamaya çalışırken yararlanıyor. Bu mücadele, iç pazara bağımlı “küçük” kapitalistlerle büyük şirketler arasındaki mücadele. Birkaç haftadır Mélenchon kendisinin “sipariş defterinin” ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ’ler) adayı olduğunda ısrar ediyor. KOBİ’ler iç talepteki artıştan ve avantajlı bir vergi sisteminden faydalanacaktır; fakat bu “iyi kapitalistler” aynı zamanda emek üzerinden değer elde etmeli ve gittikçe artan karlar elde etmeli.
Roosevelt pek çok işverenin birikim hedefini tatmin ettiği için, ABD kapitalizmini bu kapitalizmin kendisinden kurtaracak bir koalisyon kurabildi. Ancak bugünün durumu çok farklı. Çünkü üretkenlikteki yapısal düşüş ve büyüme yarışı yoluyla eşitsizliğin artmasına ve iklim felaketine neden olan şey, kapitalizmde yapısal olanI biriktirme eğilimi. Böyle bir uzlaşmanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü kapitalizmi kendisinden kurtarmanın mümkün ya da arzu edilir olduğu kesinlikten uzak bir sav.
Eğer durum böyle değilse, sermayeye karşı cepheden bir mücadeleye girişmek ya da tam tersine onun koşullarını kabul ederek arz yönlü politikalara geri dönmek gerekecek. Bu ise başka bir bağlamda, Fransız solunun 1981’de iktidara geldiğinde karşılaştığı sorundu.
Bu durumda Post-Keynesyen mantık yetersiz kalıyor. Nitekim Mélenchon’un programında bununla başa çıkmak için planlama, çalışma saatlerinin azaltılması ya da iş garantisi gibi birçok araç bulunuyor.
O zaman tek alternatif, talebin doğası üzerinde etkili olmak ve üretim tarzını tamamen yeniden düzenlemek. Bu durumda Post-Keynesyen mantık yetersiz kalıyor. Mélenchon’un programında bununla başa çıkmak için planlama, çalışma saatlerinin azaltılması ya da iş garantisi (bu garanti uzun dönemli işsizlere ayrıldığı için çok sınırlı) gibi birçok araç bulunuyor. Bu da demektir ki bu “ekonomik maliyetlendirme” çalışmasının merkezinde yer alan finansman fetişizmini geride bırakmalıyız.
Pek tabii başkanlık kampanyası bu soruları ele almak için doğru zaman değil. Amaç, verili bir çerçeve içinde heterojen bir seçmen grubunu biraraya getirip oluşturabilmek. Neoliberalizmin derin başarısızlığını kabul eden programın oluşturulması ve ayrıntılı maliyetlerin belirlenmesi, seçimlere yönelik böyle bir taban oluşturmayı amaçlıyor. Yine de bu iddialı programın kacınılmaz siyasi işlevi, programın çelişkilerini ve öyle veya çözmesi gereken gelecekteki zorlukları gizlememeli.
İlk olarak Jacobin dergisinde yayınlanan bu yazı, Karşı Mahalle tarafından Türkçe’ye çevrildi.