Deprem, iktidar boşluğu… Ve iktidar!
Bölgede çok enkaz vardı. Gerek üstünde gerek altında sabaha kadar kesilmeyen sesler. “Sesimi duyan var mı?”
Türkiye tarihinin önemli seçimlerinden bir tanesini yaşayacağız. Ve finale sayılı günler kaldı. Seçim atmosferine kapılıp enkazların altında kurtarılmayı bekleyen ancak ölüme terkedilen binleri unutma, unutturma. Deprem bölgesinde iki aya yakın bir süre kaldım. Yoğun bir çalışma temposu gerektiği için bu yazıyı gecikmeli olarak yazabildim.
Büyük bir yıkım yaşandı. Maraş merkezli yaşanan depremin ne kadar büyük bir felaket olduğunu gün ağarınca hep birlikte görmüş olduk. Vakit kaybetmeden 7 Şubat günü deprem bölgesi Hatay’ın Antakya ilçesine vardık. Hatay havaalanı kapalı olduğu için Adana üzerinden bölgeye ulaştık. Adana havaalanı gönüllü insanlarla doluydu. Ancak ne yapacaklarını, bölgeye nasıl gideceklerini bilmiyorlardı. Gönüllüleri organize edecek herhangi bir koordinasyon yoktu. Dayanışmacı arkadaşlarımızın katkılarıyla Mersin üzerinden bir jeneratör, iki hilti ve bir spiral temin ettik. Kiraladığımız Doblo tipi bir araca bol miktarda su, ekmek, mazot ve benzin yükleyip yola çıktık.
Yol boyunca yaşanan büyük felakete şahitlik ettik. İskenderun limanı yanıyordu, kara duman gökyüzünü kaplamıştı. İlk üç gün müdahale dahi edilmedi. Bu yaşanan felaketin kendisini birileri fırsata mı çeviriyor sorusu bolca soruldu ki haklı bir soruydu. Yollarda derin yarıklar oluşmuştu. Hız yapmak mümkün değildi. Üstüne zifiri karanlık çöken şehir, adeta bir hayalet kenti andırıyordu. Büyük bir sabırsızlıkla kendimizi deprem bölgesine atmak, yaraları sarmak istesek de Adana-Hatay arası yolculuğumuz 7 saat sürdü. Akşam 10 veya 11 sularında Uğur Mumcu Bulvarı’na vardık. Hava çok soğuktu, zaman zaman yağmur yağıyordu. Sokaklar battaniyeye sarılmış halde titreyen insanlarla doluydu. Elektrik yoktu, telefon hatları çökmüştü, şebeke sorunu yaşadığımız için depremzede yoldaşlarımızla buluşmak biraz meşakkatli oldu. En sonunda SMS yoluyla mesajlaşarak iletişim kurulabildiğini deneyimledik. Ve nihayet buluştuk, sevgiyle, özlemle kucaklaştık yoldaşlarımızla…
Kısa bir durum değerlendirmesinin ardından işe koyulduk. Kaybedecek bir saniyemiz bile yoktu. Antakya Uğur Mumcu Bulvarı yakınlarında bir enkazda çalışma başladı. Zaman kaybetmeden biz de o enkazın olduğu yere gittik. Saatlerce orada çalışma sürdü. Çöken binanın orta katı en alt kat olmuştu, vatandaşın ayağı sıkıştığı için titiz bir çalışma gerekiyordu. Ekipte iki deneyimli arkadaşın koordinasyonuyla çalıştık. Hilti ile yukarıdan küçük bir delik açıldı ve ardından bir arkadaşın ayaklarından tutarak kafa aşağı alt kata uzattık, ellerinden tuttuğu depremzede vatandaşı yukarıya çekti. İlk gece, enkazın altından bir vatandaşı sağ çıkarmanın mutluluğunu ve yaşama dair umudu hep birlikte yaşadık. Elden ele insanlarımızı enkazın altından çıkarmaya çalıştık, çıkardık. Ambulans yoktu, sedye yoktu, sağlıkçı yoktu, AFAD yoktu, Kızılay yoktu, devlet yoktu. Tahta bir kapıyı sedye olarak kullandıktan sonra bir araca bindirip hastaneye gönderdik. Tekrar Uğur Mumcu Bulvarı’na döndük, bölgeye ilk gelen gıda ve giysi kamyonunu karşıladık, arkadaşlarımızla halkın ihtiyaçlarını kısmi olarak da olsa gidermeye çalıştık. İlk gecemizi bu şekilde geçirdik. Ancak daha organize ve planlı bir örgütlenmeye ihtiyaç olduğunun bilincindeydik.
8 Şubat günü Defne’nin Çekmece Mahallesi 13. Sokak’ta Hatay SODAP Koordinasyon Merkezi’ni kurduk. Gelen gönüllülerin katılımıyla 3 ayrı ekip örgütledik. Arama kurtarma ekibi enkazdan enkaza koşarken, bir diğer ekibimiz de köylere ve mahallelere temel ihtiyaçları ulaştırıyor, koordinasyonda kalan arkadaşlarımız da halkın ihtiyaçlarını elden geldiğince karşılamaya çalışıyordu. İlk günler çok yoğun bir çalışma yürütüldü. Bölgenin rutini aşılmıştı. Öyle ki, bazen ne yediğimizi ne de günleri hatırlıyorduk. Zaman yetmiyordu, kimi zaman saniyeler saatlerce sürüyor kimi zamansa saatler saniyeler içinde akıp gidiyordu adeta. İlk dört gün yaşam koşullarımız çok zordu. Bazı arkadaşlarımız günlerce ateş başında oturarak uyudu, bazılarımızsa araçlarda. Çadır yok, tuvalet yok, duş yok, yemek yok, iletişim yok…
İlk gelen dayanışma kamyonunda kremalı bisküvi vardı, günlerce bizi idare etti. Dördüncü günüydü, koordinasyonumuzun toplantısını gerçekleştirdik. Artık kendi yaşam koşullarımızı da organize etmemiz gerektiğinin zorunlu olduğunu konuştuk ve çeşitli kararlar aldık… Çok yetenekli arkadaşlarımız vardı, bir gün içerisinde yaşam alanımızı kurduk. Özellikle tuvaletin ve ısınma işinin çözülmesi bizler açısından hayatiydi. Dördüncü günden sonra barınma, beslenme, ısınma ve tuvalet sorunumuz çözülmüştü. Yıkıntıların arasından topladıklarımızı yaşam koşullarımızı iyileştirmek için değerlendirdik.
Bölgede çok enkaz vardı. Gerek üstünde gerek altında sabaha kadar kesilmeyen sesler…
“Sesimi duyan var mı?”
“Buradayım anne!”
Ve günlerce devam etti. İnsanlar çaresiz bir şekilde enkazların altında kalan yakınlarını yaşama tutunması için teselli ediyordu. Gerekli teçhizatlar yoktu, AFAD yoktu, devlet yoktu ama enkaz çoktu. Bazı enkazlardan üç gün bazılarından ise beş gün boyunca ses alındı. Enkazın altında kalan yakınlarıyla iletişim kuran aileler vardı. Ailelerin yardım yakarışları yükseliyor, kısıtlı süre gittikçe azalıyordu. Fakat devletin arama kurtarma ekiplerinin ve gerekli teçhizatlarının bir türlü gelmeyişiyle sesler birer birer yitip gitti. Enkazdan enkaza koşarak bir ses almaya çalışmanın nasıl bir duygu olduğunun tarifi çok zor elbette. Gece olmasını istemiyorduk, zifiri karanlık çöküyordu. Göz gözü görmüyor ve bu nedenle gelen seslere müdahale etme şansımız zayıflıyordu.
Arama kurtarma ekibimizin çalışma yürüttüğü bir enkazın başında; biri hukukçu iki genç evladıyla eşinin çıkarılmasını bekleyen anne: “Çocuklarım devlete karşı sorumluluklarını yerine getirdi, askerliğini bitirdi. Devlet nerede? Neden sorumluluğunu yerine getirmiyor. Ölüm raporu için bile savcı beyin ayağına gidecekmişim, bu mu adalet!” diye haykırarak dile getirdi öfkesini.
Depremin dördüncü günü Antakya’da ilk defa TTK madencilerini gördüm. Kendilerine neden geç geldiniz diye sorduğumuzda içlerinden birisi “Bizi üç-dört defa uçağa bindirip geri indirdiler” dedi, gözleri dolarak. “Uçak bir türlü kalkmadı, kalkması için İçişleri Bakanlığı’nın kararı gerekiyormuş.”
Evet, TTK işçileri bürokrasiye takıldıkları için geç geldiler. AFAD, Kızılay, polis ve asker depremin dördüncü günü geldi. Ve gerekli teçhizatları, koordinasyonları yoktu. Kızılay geldi, çadır yok, AHBAP’a satılmış. AFAD geldi, jeneratörü yok. Asker-polis geldi baskı, şiddet, işkence…
Depremin ilk günlerinde şehrin ışıkları yoktu, tek başınıza herhangi bir sokakta polis veya askerlerle karşılaştığınızda ‘yağmacı’ muamelesi görmemeniz mümkün değildi. İnsani ilişki biçimi yoktu, bilinçli bir şekilde seslerini yükselterek panik yapıp kaçmanız için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Panik yaptığınızda amaçlarına ulaşmış oluyorlardı… Devlet, geçeklerin üstünü örtmek için gündemi değiştirmeyi hedefledi ve kısmi de olsa başardı. Gerçek şu ki; mültecilere dönük öne sürülen haberler gerçeği yansıtmıyordu. Hatta çoğunun yoksul semtlerde ve alt katlarda oturduğu söyleniyor. Ve deprem nedeniyle merkezde olanların çoğundan haber yok. Ölüp, ölmediklerine dair bir bilgi yok. Yaşayanların çoğu da ucuz işçi olarak kullanıldı. Yıkıntıların arasında yevmiye karşılığında eşya taşıdıklarına şahidiz.
Hatay’a birden çok kez gittim. Bölge halkı ile ilk defa bu kadar yakın temasım oldu. İnsanları çok misafirperverdir. Her ziyaretimizde “Hoş gelmişsiniz kahve içer misiniz” sorusunun ardından kahve içmeden çıkmamız mümkün değil. 4. gündü sanırım, milletvekilimiz Serpil Kemalbay Antakya’ya gelmişti. Oluşturduğumuz heyetle birlikte halkı dolaştık. Uğur Mumcu Bulvarı’nda battaniyeye sarılarak oturan bir aileye gittik ve sohbete tutulduk. O zor koşullarda bile kahve ikram etmeden bırakmayız, dediler. Güzel sohbetin ardından kahveler geldi, içmeye başladık. İlk biz yudumladık. Tadı pek kahveye benzemiyordu, anlamak için yudumlamaya devam ettim. İlk yudum, ikinci, üçüncü… ben yarıladım fincanı, o ara kahveyi yapan arkadaşımız seslendi; “içmeyin o kahveleri, su yerine benzin koymuşum…” ama çok geçti artık. Benzinli de olsa o kahve unutulur mu?
Arama kurtarma ekibimiz ağırlıklı olarak inşaat işçilerinden oluşturuldu. Çalışmalar ağırlıklı olarak Armutlu Mahallesi, Elektrik Mahallesi, Cumhuriyet Mahallesi ve Kurtuluş Caddesi’nde yürütüldü. Bu bölgeler yıkımın en çok yaşandığı yerlerdir. Devlet, Armutlu ve Elektrik Mahallesi’nin belli yerlerine girmedi, girdiğinde ise enkazı kaldırmak için giriyordu. Sosyalistler, sivil toplum örgütleri ve gönüllüler vardı. Devlet dördüncü günü geldi, geldiğinde ise iş makineleriyle geldi. Bunun ne demek olduğunu anlatmaya herhâlde gerek yok.
Arama kurtarma ekibimizle dokuz gün boyunca çalışma yürüttük. En çok zorlandığımız mahalle Elektrik Mahallesi’ydi. Artçılar sırasında korunacak bir yer yoktu, sokaklar çok dardı. Sık sık yaşanan artçıların ikisine Elektrik Mahallesi’nde yakalandık. Birinde ekibimiz göçükte çalışmaktaydı, bir arkadaşımız hafif yaralandı.
AFAD, 7. günü bir enkazda çalışma yürütüyor, vinçle üstteki molozları aldıktan sonra çalışmayı durduruyor. Nedeni ise jeneratör yokmuş. Büyük bir çaresizlikle baş başa bırakılan aile koordinasyonumuza gelerek bilgi verdikten sonra şöyle devam etti “Yakınlarımı canlı veya cansız istiyorum, zarar vermeden çıkartabilir misiniz?” Ekibimiz gerekli teçhizatları yükleyip o enkaza doğru yola koyuldu… Cenaze torbası yok, kefen bezi yok, cenazeleri battaniyelere sararak taşıdık.
Devlet yetkilileri, kolluk güçleri ve AFAD gibi kurumlar bölgeye geldiğinde krizi daha da derinleştirdi. Armutlu Mahallesi’nin girişinde tuzla buz olmuş bir enkazda günlerce çalışma sürdü. Madenciler ve gönüllüler bir kadını sağ bir şekilde çıkardılar, ancak ambulansa bindirilmeden önce AFAD resim çektirmeyi zorunlu olarak dayatıyordu. Günlerce o enkazda çalışan madencilere kulak verelim:
“Her gün oturuyorlar, çay içiyorlar. Biri çıkınca hemen geliyorlar.”
“Allah belasını versin AFAD’ın!”
Enkazlarda canla başla çalışan gönüllüler, madenciler ve sosyalistlerdi. AFAD ise işin şov kısmındaydı. Çok açık ki; bu düzen halkı göz göre göre ölüme terk etti. Bunun başka bir izahı yoktur.
İki veya üç yıllık binalar nasıl oldu da tuzla buz oldu, bunun bir açıklaması var mı? Büyük yıkımın ardından on binler hayatını kaybetti. Bu vahim tablonun açığa çıkmasının nedenini uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Hangisini anlatalım? İmar barışı adı altında denetimsiz bir şekilde inşa edilen yapıları mı? Yoksa deprem bölgesine uygun yapıların inşa edilmediğini mi? Veya sermayenin çıkarlarını gözeterek kat izinlerinin arttırıldığını mı?
Depremin ilk günlerinde köy ve mahallelere temel ihtiyaçları ulaştıran ekibimizi kurmamızın zaman geçtikçe ne kadar önemli olduğunu deneyimledik. İlk hafta yaklaşık 25 köy ve mahalleye gidildi.
Çok ciddi bir koordinasyon eksikliği vardı. 3. veya 4. günü ‘yardım’ tırları bölgeye ulaştı. Ancak tırlar şehrin merkezine boşaltıldı ve denetimsiz bir şekilde dağıtıldı. Şehrin bir anda çöp alanına dönüştüğünü gözlemledik. Arama kurtarmadan ve köylerden gelen ekiplerimizle o gecemizi çöpleri toplamakla geçirdik. Bu yaşanan koordinasyon eksikliğini gidermek ve herkese ihtiyacı kadar bir dağıtım yapmak şarttı. Bunun da halkla birlikte organize edilmesi gerekirdi. Zaman kaybetmeden bazı mahallelerde kalıcı dayanışma merkezleri kurduk. Gelen tırları mahallelerde ve köylerde bulunan dayanışma merkezlerine yönlendirdik. Ve bir aracımız sürekli halkın temel ihtiyaçlarını ulaştırmak için aktif olarak çalıştı. Bu tür afet dönemlerinde kırsal yerlere hızlıca ulaşmak çok ciddi önem taşımaktadır. Günler ilerledikçe diğer sosyalist dostlarımızla da iletişim ağını oluşturabildik.
Bu tür olağandışı durumlarda kadınlar ve çocuklar genel olarak ihmal edilir. Yaşadığımız felaketin ardından da bu eksiklik açık bir şekilde yaşandı. Sosyalistlerin ve feminist hareketin örgütlediği koordinasyonlarla bu anlamda da önemli çalışmalar yürütüldü, yürütülüyor.
İlerleyen günler sonrası sanat, tiyatro, spor faaliyetlerini de örgütlememiz gerektiğini bilince çıkardık. Yaptığımız çalışmaların önemini ilk olarak, çocuk etkinliklerimizde buluştuğumuz çocukların gözlerinde parıldayan umut ışığını görünce kavradık. O bakışları unutmak mümkün mü? Hele bir de Güldür Güldür oyuncularının geleceği müjdesini kendilerine ulaştırdığımızda…
30-31 Mart günleri Güldür Güldür oyuncuları binlerle buluştu. Etkinliklerin coşkusu yüksekti, katılımcıların birçoğu simalarımıza aşinaydı. İlk mahallelere veya köylere gittiğimizde “Ne zamana kadar buradasınız, ya siz de giderseniz…” sorusu çokça sorulurdu. Yanıtımız çok netti:
“Hiçbir yere gitmiyoruz, ne yaşayacaksak birlikte yaşayacağız! Sözümüz var, yaşanacak bir şehri birlikte kuracağız.”
Evet, bu bir ajitasyon değil gerçeği yansıtan duygularımızdı. Ve binlerin geldiği etkinliklerde bu sözümüzü yineledik.
“Devlet nerede…?”
“Devlet yok…”
Bu soru çok soruldu, bu iki söz çok söylendi. Evet, devlet yoktu, toplumun sorumluluğunu almaktan kaçındı. Geldiğinde ise şiddet, baskı ve işkence görüntüleriyle iktidar boşluğunu doldurmaya çalıştı.
Sonuç olarak; Yaşanan, yaşatılan felaket sonrası deprem bölgesi Hatay’da iktidar boşluğu oluşmuştur. Devlet kurumları işlevsizleşmiştir. Ve bu nedenle AKP ve MHP iktidarı saldırgan bir tutum sergilemiştir. Topluma hükmetmenin yolunu yağmacı palavrasını yaygınlaştırmakta ve halka dönük baskı aygıtını geliştirmekte görmüştür.
Bu büyük felaket iki şeyi açığa çıkartmıştır. İlki neoliberal düzende devlet dediğimiz olgunun toplumun yaşam hakkını elinden almasıdır. Diğeri ise toplumsal dayanışmanın ve toplumsal seferberliğin reaksiyona geçmesidir.
Hatay tarihinden günümüze, demografik yapısı, kültürel dokusu, dili ve kimliğiyle egemen güçlerin dikkatini çekmiştir. Ancak, halkın bilinçli ve direnişçi bir tarihselliğe sahip olması egemen güçlerin planlarını boşa çıkartmıştır. AKP-MHP iktidarı da bu yaşanan felaketi fırsat olarak değerlendirmektedir. OHAL kararı ile birlikte halkın gerçek haberleri almasını engellemenin yanı sıra yandaş sermayeye de büyük rant kapısı açmıştır. İktidar, mültecilere dönük ırkçılık politikalarıyla gündemi değiştirerek yağmacılığın şahikasını yapma niyetindedir. Hatay’ı güzel kılan demografik yapısı, kültürü, dili ve kimliği tehdit altındadır. İnsanlar enkazların altında kurtarılmayı beklerken devlet hangi inşaat şirketlerinin molozları kaldıracağıyla meşguldü. Ve ‘kamulaştırma’ kararı adı altında halkın topraklarına göz dikti.
Devletin varlığının sorgulanmasının en temel nedenlerinden birisi, güvence olarak görülmesiydi.
Ancak, hangi devlet güvence sağlayabilir? Neoliberal düzende devlet dediğimiz olgunun güvence olmadığı bütün çıplaklığıyla teşhir olmuş durumdadır. Depremi engelleme şansı elbette yoktu, fakat ölümler engellenebilirdi. Halkın yaşadığı büyük şokun nedenlerinden birisi de insanların ölüme terk edilmesidir.
Deprem sürecinde devlet rezil rüsva olmuştur. Halkı ölüme terk etmiştir. Başka ülkelerin arama kurtarma ekipleri daha erken gelmiştir. Her şeyi bırakalım, gönderdiği asker-polis ne yapacağını nasıl hareket edeceğini bilmiyordu. Onların da yükü bölgede çalışan gönüllülere kalmıştır. AFAD, Kızılay keza öyle. Ve insan sağlığını tehdit ederek enkazlar kaldırılıyor. Asbest sorununa dikkat çeken halka karşı polis şiddet uyguluyor, molozlar yerleşim yerlerine yakın yerlere dökülüyor.
Toplumsal seferberlik ve dayanışma muazzam bir şekilde gelişti. Bir çeşit Gezi’yi andıran görüntüler vardı. Ancak bu sefer yüzlerdeki ifade; öfke! Bireycilik gibi kavramların çokça tartışıldığı günümüzde, deprem sürecinde silikleşti.
Deprem bölgelerinde bulunan yerel inisiyatiflerin yeniden inşada oynadıkları rolün önemi büyük oranda kavranmıştır. Öyle ki depremin ilk günlerinde devletin kurumları, askeri… bölgede faaliyet yürüten sosyalistlere danışıyordu.
İktidar boşluğunu sosyalistler büyük oranda doldurdu. Yıkıntıların arasından umut yeniden inşa edildi. Sosyalistler, toplumsal seferberlikle gelen gönüllüleri büyük oranda koordine etti. Arama kurtarma çalışmaları, barınma, beslenme ve kurulan okullar… Köylerde ve mahallelerde yaşayan gençler bölgenin asayiş sorununu, oluşturduğu birliklerle gece gündüz nöbet tutarak gidermiştir. Sosyalistlerin geliştirdiği refleks çok kıymetlidir. Sosyalizme dair ön yargılar büyük oranda kırılmış durumdadır. Sosyalizm, yaşanılabilecek bir düzendir algısı yaygınlık kazandı.
Bir gün mutlaka normalleşme olacaktır. Ve sanatla, dayanışmayla, mücadeleyle, direnişle umudun tohumları atıldı. Hiçbir yere gitmiyoruz, sözümüz var, birlikte kuracağız!