Ertuğrul Barka: Biz Toplumu ve Doğayı Hortumlamazsak Doğada Böyle Hortumlar Olmaz
Kimya Mühendisi olan Ertuğrul Barka, son beş yılını Sanayi Şube Müdürü olarak İzmir Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü’nde yirmi beş yıl çalıştı. TMMOB’nce düzenlenen “Kent Sorunları Sempozyumu” ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan “Sağlıklı Kentler Projesi” çalışmalarına katıldı. Ege Çevre ve Kültür Plâtformu EGEÇEP üyeliğinin yanı sıra EGEÇEP’i oluşturan; Greenpeace ve Avrupa Gemi Söküm Birliği’nin de katılımcıları arasında bulunduğu, Tehlikeli Gemi Sökümünü Önleme Girişimi (T.G.S.Ö.G.)’ nin de Dönem Sözcüsü’dür. Bergama ve Ege Bölgesi’ndeki çevreye zarar veren, ekolojik yıkıma neden olan altın madenciliğine karşı mücadele veren Elele Hareketi’nin de dönem sözcülüğünü iki kez yapmıştır. Kapatılmadan önce Hayat TV’de Çepeçevre Yaşam isimli çevre programının yapımcı ve sunuculuğunu yapan Barka, ayrıca Demokrat Radyo’da çevre programı hazırlayıp sunmuştur.
Röportajımızı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizin değerli bilgi ve deneyimlerinizi şahsen çok merak edenlerdenim. Öncelikle çok tekrarlanan, ama tam olarak içeriğinin doldurulamadığını düşündüğüm bir soru ile başlamak istiyorum. Sürekli olarak “çevreciler ve çevrecilik” ile ilgili konuşmalara tanık oluyoruz. Son zamanlarda ise “ekoloji” gündemimize girdi. Çevre ile ekoloji, çevreci ile ekolojist arasında fark varmı? Bunları nasıl tanımlayabiliriz?
Çevrecilik insan merkezli, doğayı ve toplumsal düzeni insanın amaçlarına göre tasarlayıp düzenlemektir. Her ne kadar böyle söylense de çevrecilik sonuçta sermayenin çıkarları doğrultusunda bir yaşam tarzı, ki bugün kalkınmanın sürdürülebilirliği çerçevesinde hayata geçiyor. Oysa esas olan yaşamın sürdürülmesidir. Gerekli olan şey sermayenin büyümesi ve gelişmesi değil yaşamın sürmesidir. Bunun için ekolojist bir bakış açısı gereklidir. Yaşamın bütün olduğu, canlı cansız her varlığın birbiriyle ilişkili olduğunu görmek gerekir. Biri olmayınca diğerleri de yok olur. Bir varlık yok olursa diğerlerinin de yok olma riski başlamış demektir. Biz yaşamın devam etmesini istiyorsak, çevreci değil ekolojist olmak zorundayız. Mülkiyeti değil yaşamı savunmak zorundayız. Ekonomik değil ekolojik düşünmek zorundayız.
Ekolojik açıdan dünyaya bakarsak, nasıl görüyorsunuz?
İnsanlar öncelikle kendi gündelik yaşamları ile ilgili sorunları düşünürler. Onların en büyük ilgisi bu sorunları çözmektir. Ama bir de insanlık vardır, bir de bütün yaşam vardır. İşte dünyadaki bütün yaşam küresel ısınma ile yok olmakta. Bunu çok net görüyoruz. Buzullar eriyor, kutuplar eriyor. Himalayalar’da buzullar kalmadı neredeyse… Seller yaşanıyor, hortumlar daha sık görülüyor. Ve bütün yaşananlar sermayenin büyümesi ve kalkınmanın sürmesi için yapılıyor. Zararı ise yoksul ve sömürülen ülkeler ve halklar çekiyor. Bu sadece doğal olaylarla sınırlı da değildir. Toplumsal olarak da madencilik ve enerji gibi sektörel faaliyetlerle, bu konulardaki sömürüler, savaşlar, göçler ile ortaya çıkıyor. Kendi sorunlarına boğulmuş insan bütün insanlığı tehdit eden bu sorunu görmekte zorlanıyor. İnsanlar öncelikle “büyük sorunu” görmelidir. Aksi halde kendi küçük dünyalarımızla birlikte yok olma riskimiz var.
DOĞADA FELAKET YOKTUR, DOĞAL OLAYLAR VARDIR
Türkiye’de durum nasıl?
Dünyada ve Türkiye’de bugün yaşamakta olduğumuz ekolojik yıkımların siyasal ve ekonomik politik olarak kökleri 2. Dünya savaşından sonra 20 Ocak 1949’da Herry Truman’ın ABD temsilciler Meclisi’nde yapmış olduğu bir konuşmada eski tip sömürgeciliği bırakarak yeni politikalar uygulayacağını söylemesi ve geri kalmış ülkelerin kalkındırılacağını söylemesiyle ilişkilidir. Böylelikle tüm dünyada ve tabi ki Türkiye’de de hedef ülkeler Truman doktrini gereği Marshall yardımlarına boğulmuş ve ülkeler ekonomik olarak emperyalizme iyice bağımlı hale getirilmiştir. Öyle bir sistem kurulmuştur ki borçlu ülkeler borçlarını ödedikçe borçları daha da büyümüştür. Sürekli borçlandırılmışlardır. Artık bu borçları alamazlarsa ülkelerini idare edemez hale gelmişlerdir. Sonunda öyle bir hale gelinmiştir ki ülkeler yaşam alanlarını, yaşam unsurlarını satar hale gelmişlerdir. Örneğin Filipinler Hükümeti Fortune dergisine verdiği bir ilanda nehirlerin yataklarını değiştirdiğini, dağları düz ettiğini duyurarak, bütün bunları sizin için yaptık, gelin ülkemize yatırım yapın, diyebilmiştir. Türkiye’de de bir Maliye Bakanı’nın “özelleştireceğiz, satacağız hem de öyle şeyleri ki sizin aklınıza hayalinize bile gelmez” dediğini; zamanın Başbakanının Arap sermayedarlara “gelin ülkemizde istediğiniz yeri alın” diye çağrılar yaptığını görüyoruz. Dünyada 4 şirket sulara el koyuyor, mesela Bolivya’da yaşanan devrim aslında su devrimidir. Havadaki bulutlar satılmış, yağacak yağmurun şirketlerce şişelenip satılması örgütlenmiş, halk bir damla suyu bile parasız kullanamaz hale getirilmiştir. Öyle ki damların saçaklarından bidonlara aldıkları sular askerlerce devrilerek yine havzaya gönderilmiştir. Biriktirilen suyun mislilerce katı bedellerle cezalar kesilmiştir. İşte bu nedenle koka üreticileri sendikası başkanı olan Eva Morales önderliğindeki devrime Su Devrimi adı verilmiştir. Türkiye’de de yaşam unsurlarının en önemlisi olan su, borulara hapsedilmekte; ekosistem yok edilerek ticarileştirilmekte ve şirketlerin karlarına kar eklenmektedir. Neoliberal politikalar dünya halklarını ekolojik yıkımla yüzyüze getirmektedir. Doğada felaket yoktur. Doğal olaylar vardır. Bunu felaket haline getiren mülkiyet merkezli politikalardır. Sömürgeci ülkelerin kendi topraklarında yapmadıkları üretimler, kullanmadıkları teknolojiler, örneğin demir çelik, çimento, gemi söküm, dericilik, tekstil gibi çok enerji ve su kullanılan sektörler Türkiye’ye kaydırılarak yatırımlar yapılmaktadır. Türkiye gibi ülkeler de ekolojik yıkım ve felaketlerle karşılaşmakta; toplumsal olarak ahlaksal, kültürel değer kayıpları da yaşanmaktadır. İnsan toplumu da doğanın bir parçasıdır. Bunu bize verdikleri kredilerle, borçlarla yaptırabiliyorlar. Propogandalarla, algı operasyonlarıyla da kalkınmakta olduğumuz söylenmekte. Oysa yaşam alanlarımızı kaybediyoruz. Gelecek nesilleri ve emeğimizi köleleştiriyoruz. Kalkındığı söylenen ülkede doğayı metalaştıran işbirlikçiler zenginleşmekte, gelir dağılımı inanılmaz ölçülerde bozulmaktadır.
Bu politikaların sürdürülebilmesi için toplumda kamplar oluşturulmakta, ötekileştirmeler ile toplumda kin ve nefret üretilmektedir. Çünkü bu tip politikaların uygulandığı ülkelerde iç savaş tehlikesi BM verilerine göre diğer (sömüren) ülkelere oranla 40 kat daha fazladır. Ruanda’da, Irak’ta, Suriye’de neler yaşanıyorsa ülkemiz de bu politikalar ile benzer riskler altındadır. Ege bölgesi özelinde durum daha da vahim. 9 Kasım 1989 Berlin duvarı yıkıldıktan sonra sermaye üçüncü dünya ülkelerine, sömürdüğü ülkelere, daha önceden göz koyduğu ülkelere daha rahat saldırabilir hale geldi. Türkiye’de bu saldırı Ege Bölgesi’nde Bergama Ovacık Altınmadeni ile başladı. Bugün RES ve JES yatırımları ile bu saldırı artarak devam etmektedir. Aydın Ovası’nda ve dağlarında ne incir kaldı ne de zeytin. Bergama’daki sular ağır metallere boğulmuş durumda. 220 ile 280 mg/l arsenik tespit edildi. Bu, dünya sağlık teşkilatının kabul edilebilir değerinin 22-28 katı arasında. Ekosisteme girmesi demek, bu ağır metalin tüm canlılarda dolaşıma girmesi demektir. RES ile ormanlar, yerleşim yerleri, ovalar çok ciddi zararlar görmektedir. Söke Ovası’na bile RES kurulabilmiştir. Meralar, ceviz, kestane gibi ağaçların olduğu alanlarda köylünün geçim kaynağını yok etme pahasına RES yatırımları yapılmıştır. Özellikle vurgulamak istediğim şey organize sanayi bölgelerinin devlet tarafından Torbalı Ovası, Kemalpaşa Ovası, Tire, Menemen, Aliağa, Pancar gibi ovalara yerleştirilmesidir. Tüm Türkiye’de de böyledir. Çukurova, Bursa Ovası, Adapazarı, Ergene Ovası gibi yerlere yerleştirilmiştir. Ayrıca çok ciddi katı atık depolama sorunu vardır. Ormanlık alanlara atılan evsel atıklar nedeniyle Türkiye’deki orman yangınlarının %8’i bu evsel atıkların depolanması nedeniyle oluşmaktadır.
BETON SERMAYESİ YEREL SEÇİMLERE MÜDAHİL
Peki İzmir?
İzmir’de demir çelikler en büyük sorundur. Gemi söküm, çimento fabrikaları, Gaziemir’deki kurşun fabrikasının atıkları ve radyoaktivite taşıyan ve gemi sökümden geldiğini tahmin ettiğimiz atıklar ciddi sorun. Körfez geçiş projesi de düşünülüyor. Şu anda ekonomik nedenlerle yapılamıyor gibi görünüyor. Körfez geçiş projesinin yapılması, yani Bostanlı’dan İnciraltı’na asma köprü, deniz altından tüp geçit ve tekrar bir asma köprü ile İzmir Körfezi’nin ve Çeşme Yarımadası’nın sonu olur. Çünkü tüp geçit, körfezin akışını engelleyecektir. İzmir trafiğine de tek araçlık katkısı olmayacak olan bu tüp geçidin yapılmak istenmesinin öncelikli nedeni Çeşme Yarımadası’nın kaldırılmış olan SİT alanlarının yapılaşmaya açılmak istenmesi. Beton sermayesi bu nedenle İzmir’deki gerek büyükşehir, gerekse ilçe belediyeleri seçimlerine müdahildir. Belirleyici olmaya çalışmaktadır. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndaki çekişme, Aziz Kocaoğlu ile Tunç Soyer arasında değil; Kolin, Cengiz ve Sancak Holding’e İzmir’i yedirmeyeceğini söyleyenler ile bu holdinglere sahip çıkanlar arasındaki çekişmedir.
Neden demir çelikleri en büyük sorun olarak görüyorsunuz?
Demir çelikler gemi söküm ve enerji sektörü ile de bağlı olduğu için. Elektrikli ark ocağı yöntemi ile hurdadan demir çelik elde eden Avrupa Ülkeleri de var. Örneğin Almanya Siegen kentinde elektrikli ark ocağı yöntemi ile çalışan demir çelik fabrikası vardır. Ancak bunlar makina tezgahları, otomobil motorları ve benzeri metalleri eriterek kıymetli olan krom nikel gibi çelikleri üretirler. Dolayısıyla katma değeri yüksek ürünler üretip, ihracat ederler. Ekonomik olarak çok karlı çalıştıkları için ekolojik önlemleri de bir ölçüde alabilmekteler. Hava kalitesini bir ölçüde koruyabilmekteler. Türkiye’de ise kütük demir ve katma değeri en az olan ürünler üretildiği için ekolojik önlemleri almak ekonomik olmuyor. Bir ton demir çelik ürettikleri zaman doğaya 14 kilogram elektrikli ark ocağı tozu salmaktalar. Elektrikli ark ocağı tozları ise demir, kurşun, çinko ve eritilen metallerin yüzdesine göre diğer atıklardan oluşmaktadır. Bu üretime ve atıklara bağlı olarak örneğin çinkonun geri kazanılması için de çok fazla su ve kimyasal kullanan tesisler yapılarak yine sular kirletiliyor. Türkiye’deki demir çelik fabrikalarının üretimleri için gemi sökümlerden %8 ile %18 arasında hurda alınmaktadır. Bunun için demir çelik fabrikalarının yanında gemi söküm vardır. Gemiler Hindistan, Pakistan, Çin, Bengladeş ve Türkiye’de sökülmektedir. Elbette başka ülkelerde de var ama ya onlar bizdeki körfez vapurları gibi ufak tekneler ya da askeri amaçlı kullanılan gemilerin güvenlik nedeniyle başka yere gönderilmemesinden dolayıdır. İzmir Aliağa’daki ağır sanayi bölgesinde demir çelik fabrikaları yanında gemi söküm tesisleri de vardır. Buradan da Batılı ülkelerin başına dert olan ve gideremedikleri ne kadar tehlikeli atık varsa sökülecek gemi ile ülkeye sokulmaktadır. Gaziemir’deki Aslan Avcı kurşun fabrikasındaki radyoaktiviteyi nasıl açıklayabiliriz? Devlet bu radyoaktivitenin nereden geldiğini biliyorsa açıklamalıdır. Bilmiyorsa durum daha da vahimdir. Bu durumda nükleer atık kaçakçılarının ülkeye atıkları istedikleri gibi sokabildikleri anlamına gelir. Benim şahsi şüphem bu radyoaktif atığın Türkiye’ye gemi söküm tesisleri ile girmiş olmasıdır. Ayrıca demir çelik fabrikaları çok enerji tüketir. Örneğin Aliağa’daki 56 demir çelik fabrikasının tükettiği elektrik enerjisi tüm İzmir’den fazladır. O yörede yapılmak istenen enerji santrallerinin ÇED’lerine bakıldığında demir çeliklere çok yakın oldukları görülmektedir. Bunun da nedeni iletim hatları ile kayıpları en aza indirmek istemeleridir. Enerji üretimi ile de ayrıca ekolojik yıkıma neden olunmaktadır. Yani demir çelik fabrikaları tek başına değil kendisi için gerekli olan gemi söküm ve enerji santralleri ile birlikte ekolojik açıdan değerlendirmek gerekmektedir.
TÜRKİYE’NİN İHTİYACI OLAN ÜRETİM PLANLI BİR EKONOMİ İLE EKOLOJİK DEĞERLER GÖZETİLEREK YAPILABİLİR
Peki enerjiye ihtiyaç yok mu? Demir çeliğe ihtiyaç yok mu?
Türkiye’nin aslında enerji açığı yoktur. Türkiye’nin kurulu gücünün %60’ı kullanılmaktadır. Buradaki enerji yatırımları sömürgeci şirketler için yapılmaktadır. Kendilerinin ekolojik yıkıma neden olan bu santralleri ülkelerinde yapmak istememelerinin nedeni, Türkiye’yi bir enerji üssü haline getirmeleri, yapılan anlaşmalarla AB ile Türkiye’nin enterkonnekte sistemi ile oraya taşınmasının hedeflenmesidir. Çok su tüketen yatırımları burada yapmak istiyorlar. Bunlar Türkiye’nin ekolojisini yok ederken, zengin ülkeler daha da zenginleşiyor. Sonuç olarak da Türkiye bir enerji çöplüğüne dönüşüyor. Hesapsız kitapsız yatırımlar ile bu şirketlerin nasıl ekonomik sıkıntılarla boğuştuğunu da görüyoruz. Gemi sökümleri sorununu Batı gideremediği için geri dönüşümü veya giderilmesi ekonomik olmayan tehlikeli atıklarını gemi söküm bahanesiyle Türkiye’ye sokmaktadır. Örneğin aspest olmadığı iddia edilen gemide 77 ton aspest olduğu tespit edilip kanıtlandı ve gemi geri gönderildi. Bu elbette yakalanan bir örnek sadece.
Ya yakalanmayanlar?
Marmara civarında yüzden fazla söküm bekleyen gemi var. Karaya oturan, zorunlu olarak söküme zorlanan gemiler. Gemi sökümleri ile kanserojen atıklar yayılıyor. Türkiye’nin ihracat tabloları incelendiğinde madencilik ve demir çeliğin önemli sıralarda yer aldığını görürüz. Türkiye ihtiyacından fazlasını üreterek ihraç etmekte. Ayrıca yanlış konut politikaları ile ülkeyi TOKİ’leştirirken gereksiz şekilde demir çeliğe ihtiyaç artmaktadır. Planlı bir ekonomi ile Türkiye’nin gerçek ihtiyacı olan miktarın üretimi ekolojik değerler gözetilerek yapılabilir. Ama kar için, sermaye için bu üretimler yapılmamalıdır. Planlı ekonomi ile gereksiz enerji tüketimine son verilebilir. Bu kadar aydınlatma, enerji canavarı olan AVM’ler aşırı tüketime yol açan yapılar ile boşa harcanan enerjiye son verilebilir. Enerjinin verimli kullanımı sağlanabilir. Türkiye’deki enerjinin %2’si kadar enerji için nükleer enerji santralleri yapılıyor. Halbuki iletim kayıpları %15-18 arasıdır. Nükleer santral yerine bu kayıpları azaltacak önlemler alınsa çok daha verimli enerjiye ulaşmak mümkündür.
Ekolojik bir dünyaya, Türkiye’ye nasıl sahip olacağız? Neler yapılmalı?
Artık esas amacın kalkınmanın sürdürülmesi, kara kar katmak değil yaşamın sürdürülmesi olduğunun toplumca farkına varılmalıdır. Yaşam yoksa geriye ne kalır? İklimler değişiyor, hortumlar oluyor, daha çok olacağı söyleniyor. Biz toplumu ve doğayı hortumlamazsak doğada da böyle hortumlar olmaz. Doğayı hammadde deposu olarak görmekten vazgeçmeliyiz. İnsanlar doğanın egemeni değildir. Sermaye hiç değildir. Sermaye doğa ile birlikte yaşamın bütününü de yok etmektedir. Sermayeyi büyütmek amaçlı üretim yapmak yerine ekolojik yöntemlerle ekolojik sınırlar içinde kalarak yaşamamız için zorunlu üretimler yapılmalı. Çevreci değil ekolojist olmalıyız. Çevreci yalanları deşifre etmeliyiz. Örneğin elektrikli otobüslerin ne kadar iyi olduğu, karbon emisyonunun olmadığı söylenir. Peki onların akümülatörleri ekolojik mi? Bunların hem üretimleri hem de hurdaya ayrılmaları sırasındaki yıkımlar ne olacak? Bu araçların lastikleri, polimerik kompozitten üretilmiş donanımları vs. Bunlar mı ekolojik? Bu yalanlara kanılmamalı. Kısacası sermayeci, tüketim toplumu olmaktan vazgeçilmeli. Yaşamın sürdürülmesi için ekolojik komünal bir toplum yapısına doğru evrilme çabaları artırılmalı.
Sıradan bir insan nasıl ekolojist olabilir?
İlk başta doğa kendisine yapılanlara karşılık veriyor. Bunun farkedilmesi lazım. Yani bunun için çok ciddi eğitimler, çok fazla kitap okumak yerine doğayı okumayı öğrenmek yetiyor. Değişimleri izlenmesi, yağış dengelerinin bozulmasını, sıcaklıkların ani değişikliklerini görmemizyeterli. Bunları fark edersek ekoloji yolunda gelişime açık hale geliriz. Kutupları, eriyen buzulları görmüyor olabiliriz ama yaşanan selleri, hortumları, kuraklıkları görmemize bir engel yok. Her canlı içgüdüsel olarak varlığını ve soyunu sürdürmek ister. Sıradan insan da bundan bağımsız değildir. Ekolojist olmak bir seçim değil, bir zorunluluktur. Olmak ya da olmamak meselesidir. Ayrıca, doğal olayları anlayıp insanlığın ekolojik bir yıkımla karşı karşıya olduğunu anlayanlar bir araya gelmeliler.
Nasıl?
Ekolojik kolektiflerle, ekolojik yaşam alanlarını, ekolojik komünal yaşam alanlarını oluşturmalılar ki kurulacak toplumun temelleri oluşsun. Bu yerelde de ülkede de dünyada da böyle olmalı. Bunlar birbirleriyle de ilişki içinde olmalılar. Topluma ekolojik komünal alanlarını örneklemeliler. Yaptıkları ve ürettiklerini sunmalılar. Kar amaçlı olmadan da üretim yapılabileceğini ve yaşamsal gereksinimlerin doğal yollarla karşılanabileceği yardımlaşma, dayanışma, paylaşmayla barış içinde bir arada yaşanabileceğini gösterebilmeliler. Örnekler arttıkça göreceğiz ki bu tür toplumların çoğalması motive edilmiş olacaktır.