Her Şeye Rağmen – Necdet Pekgöz
Bu kadar kasvetli görüntülerden sonra, denize bakayım biraz içim açılsın demek geliyor içinizden. Masmavi denize doğru başınızı çeviriyorsunuz. O da ne? Mavilikte bir sorun var sanki. Kahverengine çalan renkler daha mı fazla, ben mi yanlış görüyorum? Demeyin boşuna. Doğru görüyorsunuz.
Sokaklardayız. Dolaşıyoruz. Sürekli insanlarla iç içe sohbetler ediyor, dünyayı ve Türkiye’yi konuşuyoruz. Gidişi değerlendirmeye çalışıyor, durumu kavramaya uğraşıyoruz. Hepsinden önemlisi nasıl bir geleceğin bizleri beklediğini, bu gidişle varılacak noktanın hem kişisel hem toplumsal hem de ülke açısından nasıl bir uçuruma doğru gittiğini tartışıyoruz.
Aklını kiraya vermemiş, geleceği geçmişin deneyim süzgecinden geçirerek kavramaya çalışan herkesin ortak düşüncesi, bu gidişin iyi bir gidiş olmadığı şeklinde.
Örneğin Kaz Dağları’na gittiğimizde oradaki aktivistlerle konuşunca anlıyoruz ki insanlar kendilerini bir tarafa bırakmış, üstünde yaşanılacak bir dünyanın geriye kalması için uğraşıyorlar. Normal şartlarda git şu dağın başında gece gündüz nöbet tut, sürekli tehdit altında yaşa, yarın bir gün başına ne geleceği belli olmasın desen bir tek kişi bile ortaya çıkmaz. Ama bu insanlar canlarını hiçe sayarcasına, Kaz Dağları’nın üstünün altından daha değerli olduğunu anlatmaya çabalıyorlar.
Hasankeyf’e bakıyorsunuz 12 bin yıllık bir tarihi 50 yıllık ömrü olan bir barajın suları altına gömmenin insanlığa düşmanlık olduğunu anlatmaya çalıştıkları için darp edilen, gözaltına alınan gencecik insanları görüyor ve bu insanlar da olmasa geleceğe ne kalırdı diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.
Bir anaya rastlıyoruz, 17 yaşında ilk bebeğini dünyaya getirmiş, zamanın “çocuk gelinlerinden” biri. Sohbet ediyorsunuz, dinliyorsunuz. Bir bakıyorsunuz ki karşınızda hayatın çemberinden defalarca geçmiş, bir yandan çabalamış, çalışmış, diğer yandan mücadele etmiş bir anıt duruyor. Yedi çocuğu olduğunu söylüyor. Muş’ta barınamamışlar, Aydın’a göç etmişler. Yedi çocuğun yedisini de üniversitede okutmuş. Öyle ballı börekli bir hayat sürebildikleri için değil, yoksulluğun diz boyu olduğu bir hayatın içinde başarmışlar bunu. Gözlerinize, kulaklarınıza inanamıyorsunuz. Bu nasıl bir azimdir, bu nasıl bir kararlılıktır, hayran oluyorsunuz. Sevginize bol bol saygı da ekliyor; için için insanlık adına gurur duyuyorsunuz.
Basın açıklaması olacak haberi geliyor, kalkıp gidiyorsunuz. Etrafta basın açıklamasına katılacakların en az 4 katı polis var. Toma köşede yerini almış, anons aracı ortada duruyor. Ellerinde telsizler, gözlerinde güneş gözlükleri ile amirler sağa sola emirler yağdırıyor. Çevik polis, kalkanları ile etrafı çevreliyor. Ne oluyor demeden insanları “süpürüyorlar” sanki çöp süpürür gibi. Alt tarafı bir basın açıklaması olacak ne bu şiddet bu celal demek geliyor içinizden. Yoldan geçen iki genç kadın “Ne oluyor burada?” diye soruyor. “Basın açıklamasına polis izin vermiyor. Kalkanların arasına aldıkları kişiler milletvekilleri.” diyorsunuz, size inanamıyorlar. Şaşkınlıktan küçük dillerini yutarcasına izliyorlar olan biteni. “Bizi tabii ki AB’ye almazlar.” diyor bir tanesi. Diğeri hala inanamış olsa gerek “Ama nasıl olur böyle bir şey?” diye söylenmeye devam ediyor. Meğer Almanya’da çalışan bir ailenin üyeleriymişler, yaz tatili için gelmişler. Şaşırtıcı bir tatil yaşayarak dönecekler. Bir başkası “Arka Sokaklar” dizisinin çekildiğini söylüyor. Aksi hiç bir mantığa sığmadığı için olsa gerek bir çok kişi anında inanıyor. İnanmak istiyorlar belki de…
Dünyanın en bereketli topraklarının başında geliyor Aydın Havzası, Menderes Ovası. Hani bir laf vardır “İnsan eksen insan biter” derler. Öylesine bereketli topraklar. Yeşillik fışkırıyor. Bereket fışkırıyor. Tarım ürünlerinin giderek çok daha önem kazandığı dünyada böylesine değerli bir alanın elinde olması başlı başına bir güç. Gel gör ki bu bereketli topraklara her on adımda bir JES yani Jeo Termal Santral yapma cezası verilmiş. Birileri şöyle demiş olmalı “Bu bereket patlaması olan ovaları yok edebilmek için her yere JES yapalım, her köşede bir jeo termal kuyu açalım ve bol bol kükürtlü, ağır metalli suyu yer yüzüne çıkartıp buraları kurutalım”. Başka türlü bu bereketi yok etmek gerçekten mümkün değil. Karar verilmiş ve uygulamalar başlamış. Elbette toprağın asıl sahipleri, ekenler, biçenler, hepimizi besleyenler bu yok etme kararına itiraz etmişler. Yollara çıkmışlar. Yüzlerce, binlerce jandarma, masmavi bereleri ile bu üreticileri durdurup “yok edicilere” yol açmak için göreve başlamışlar.
Gözaltılar, yerlerde sürüklemeler, darp. Her yol serbest. Yeter ki doğanın talanına kimse dur demesin, diyemesin.
Çevre örgütleri, ekolojistler, bilim insanları, çoluğunu çocuğunu topraktan geçindirenler hiçbir doğrudan çıkarı olmasa da “Ekoloji demek yaşam demektir” diyenler bir araya gelip bu talana dur demeye çabalasa da “Nuh deyip peygamber demeyen”lere seslerini henüz ulaştırabilmiş değiller.
Bu kadar kasvetli görüntülerden sonra, denize bakayım biraz içim açılsın demek geliyor içinizden. Masmavi denize doğru başınızı çeviriyorsunuz. O da ne? Mavilikte bir sorun var sanki. Kahverengine çalan renkler daha mı fazla, ben mi yanlış görüyorum? Demeyin boşuna. Doğru görüyorsunuz. Adım başı balık çiftliği denen devasa deniz içi havuzlarında balıklar bir an önce etlensin, satılacak aşamaya gelsin diye sürekli ne olduğu tam da belli olmayan yemler ile besleniyorlar. Bu yemlerin rengi denize yayılıyor. Deniz dibine çöküyor, taşların üstünü sanki yosun gibi kaplıyor. Denizdeki oksijeni azaltıyor. Doğal balıkçılığın bittiği noktadan doğal denizin yok edileceği aşamaya doğru hızla gidiyoruz.
Eskiden şuralarda yemyeşil ormanlar vardı diyorsunuz, bakınca gri beton evler görüyorsunuz. Neymiş turistik tesis yapılıyormuş, ülkeye döviz geliyormuş. Gelen dövizlerin 10 katı harcansa geri getirilemeyecek doğal güzellikleri, aslında o güzellikleri görmeye gelecek olan turistleri bahane ederek yok eden bir yönetim anlayışı bizim kısa hayat tarihimize denk düştü.
Toprağın altını üstünü, denizin içini dışını, havayı, akla gelebilecek her doğal güzelliği lime lime yağma etmeye karar vermiş bir güruhun saldırısı altındayız. İlle de dolar, ille de para diyen, gözlerini doların yeşili bürümüş bir kesim bu kararları alıyor. Bu kadar yağma, bu kadar talan, bu kadar ihale, bu kadar kayırma var da ortada ama bir ekonomik iyileşme var mı? İşsizlik her geçen gün daha da büyüyor. Yağmacılık dışında doğru dürüst bir üretim tesisi kurulmuyor. Eğitimde, sağlıkta, hukukta, yaşam kalitesinde her alanda geriye gidiliyor. Peki bu kadar tantananın yararı kime? Koca ülke 3-5 sermayedar için heba mı edilecek?
İşte gelinen durumu gösteren bir not:
Diğer yandan her şeye rağmen umut yine dimdik ayakta. Kaz Dağları’ndan Hasankeyf’e kollarını açmış o gençler, yedi çocuğunu okutan o ana, talana, yağmaya direnen köylüler, jandarmanın sopasını yediği halde geri adım atmayan aktivistler, her şeye rağmen o basın açıklamasını okuyanlar, gözaltılara, tutuklamalara karşı çıkanlar, her ne olursa olsun haklının yanında olanlar var. İyi ki varlar!