Hayvan Özgürlüğüne Bütünlüklü Bir Bakış

Endüstriyelleşmiş hayvan katliamlarının olağanlaşması, hayvanların her gün izlediğimiz reklamlarda birer meta olarak sunulması, dilin kayıp göndergeler etrafında şekillendirilmesi kapitalizm içerisinde hayvanların var olabileceği tek temeli pekiştirir: meta ve iş gücü. Türcülüğü ortadan kaldırmak, bir sistemi ortadan kaldırmaktan geçer ve verilecek mücadele kapitalizmi de hedef almak zorundadır.

Dünyanın 38 kentinde gerçekleşen Resmi Hayvan Hakları Yürüyüşü’nün İstanbul ayağı Ağustos 2019’da Kadıköy’de yapılmıştı. (Fotoğraf: Şeriban Alkış)

Türcülük, Kapitalizm ve Hukuk

Kapitalist üretim ilişkilerinde hayvanlar mübadele değerine sahip metalar haline getirilir. Başta endüstriyel hayvancılıkta kullanılan “çiftlik hayvanları” olmak üzere birçok hayvan tüketilmek üzere üretilir, cesetleri gıda maddesi olarak kullanılır. “Evcil hayvanlar” konu edildikleri satış sözleşmeleriyle pazarlanır. Cesetleri tüketilmek yahut henüz canlıyken satılmak üzere üretilen hayvanların yanı sıra kimi hayvanlar iş gücü olarak kullanılır: yük taşımak, süt ve yumurta üretmek, sirklerde insanları eğlendirmek, tarlaları sürmek, hayvanat bahçesi olarak bilinen hayvan hapishanelerinde sergilenmek ve benzeri… Alanlarda hayvanların bedensel güçlerinden ve/veya varoluşlarından zorla yararlanılır. Marx’ın ifadesiyle hukuk “Genel üretim yasasına uyan tikel bir üretim biçimi”dir ve “Her üretim biçimi, kendine özgü hukuksal kurumlarını; kendi yönetim tipini vb. yaratır”. Hayvanların üretim ilişkilerindeki konumlandırılışlarının bir dolayımı olarak hukuk da hayvanları birer hak öznesi olarak değil, mal statüsünde konu edinir.

Hukuk sisteminde kanun önünde eşitlik ilkesinden bahsedilir. Bu ilke ve ayrımcılık yasağı gereğince hukuken hak öznesi olarak tanınan kişiler gerçek hayattaki karşılığı ezilen kesimler ya da -hukuk diliyle- dezavantajlı gruplar açısından eşitlik olmasa da en azından hukuk metinlerinde eşit haklara sahip kabul edilir. Kadınlar, LGBTİ+’lar, işçiler, siyahlar, mülteciler ve daha pek çok ezilen kesim, hukuken hak öznesi kabul edilmesine rağmen pratikte hiçbir zaman karşılarındaki ezen gruplarla aynı haklara sahip değildir. Ancak konu hayvanlara geldiğinde çok daha ağır bir durumla karşılaşırız. Çünkü hayvanlar, hak öznesi olarak dahi tanınmaz; mal statüsündedirler.

Düzenlemelerdeki bu farklılaşmanın sebebine baktığımızda aslında biz veganlar açısından çok da akla yatkın cevaplarla karşılaşmayız. Çünkü bilimsel olarak da kanıtlandığı üzere hayvanlar da tıpkı insanlar gibi sezgisel, acıyı hissedebilen canlılardır ve dolayısıyla onlar da acıdan ve sömürüden uzak bir yaşam sürme hakkına sahiptirler. Ancak nasıl patriyarka kadınların kağıt üzerindeki haklarının gerçek bir eşitlik yaratmasının karşısında duruyorsa, türcülük de hayvanların sömürüden uzak bir yaşam sürmelerine izin vermez. Nasıl ki bir kadın cis-hetero beyaz bir erkeğin çıkarları doğrultusunda konumlandırılırsa, mevcut hayvan hakları yasalarında da biz aslında hayvanların haklarıyla değil insanların çıkarları doğrultusunda şekillenen hayvanlara ilişkin düzenlemelerle karşılaşırız.

Mevzuatımızdaki Hayvanları Koruma Kanunu, hayvanları kendi içlerinde temel kategorilere ayırır: evcil, sahipsiz, güçten düşmüş, yabani, ev ve süs hayvanı, kontrollü, deney ve kesim. Yine aynı kanunun dördüncü maddesine göre bütün hayvanlar eşit doğar. Türcü temellerle şekillenen bu yasaya göre tüm hayvanların eşit doğması ancak insanlar tarafından kullanımlarına göre kategorize edilip kimilerinin öldürülebilir kılınmasının, kimilerinin ıstırap dolu deney süreçlerine tabi tutulmasının ve kimilerinin hapsedilmesinin hukuken meşru sayılması bir çelişki değildir. 13. Madde ise hayvanların hangi koşullarda öldürülebileceğini düzenler: “Kanunî istisnalar ile tıbbî ve bilimsel gerekçeler ve gıda amaçlı olmayan, insan ve çevre sağlığına yönelen önlenemez tehditler bulunan acil durumlar dışında yavrulama, gebelik ve süt anneliği dönemlerinde hayvanlar öldürülemez.”

Peki biz hayvan hakları dediğimizde aslında kastettiğimiz şey nedir? Hayvanların da tıpkı insanlar gibi acıdan ve sömürüden uzak bir yaşam sürme hakkının tanınması; ne gıda amaçlı olarak ne de başkaca amaçlar sebebiyle bedensel bütünlüklerine müdahale edilmemesi; yalnızca sokaktaki hayvanların değil, mezbahalardaki hayvanların, sirklerde köleleştirilen hayvanların, deneylere konu edilen hayvanların yani kısacası insan dışı tüm hayvanların yaşam döngülerine insanlar tarafından hiçbir koşulda müdahale edilememesi. İnsan haklarının özünde nasıl eşitlik ve özgürlük kavramı yer alıyorsa hayvan haklarının sağlanmasının ön koşulu da tam hayvan özgürlüğüdür. Hayvan refahı değildir. Mezbahalarda hayvanlaştırılmış proteine dönüştürülen bir dananın, yaşam koşullarının iyileştirilmesi yaşam hakkı ihlalini ortadan kaldırmaz. Endüstriyel dişileştirilmiş protein yani yumurta ve süt üretimi sürdüğü sürece bir ineğin “iyi koşullarda” yaşıyor olması bedensel bütünlüğünün ihlal edildiği ve cinsel istismara maruz bırakıldığı gerçeğini değiştirmez. 

Genellikle bireysel bir etik anlayışın sonucu olmaya indirgenen hayvan özgürlüğü savunusu esasında; insanın, insan dışı hayvanlar üzerinde kurduğu toplumsallaşmış tahakkümü insan merkezci türcü sistemin bir sonucu olarak görür, kapitalizmle ilişkisini sorgular ve türcü sistemi hedef aldığı kadar onun bugünkü iş ortağı olan kapitalizmi de hedef alır. Bu sömürü düzenini tartışmaya açmak salt etik bir talep değil, toplumsal gerçekliğin tartışıldığı, toplum kavramının irdelendiği, politik ve dolayısıyla hukuki saptamaların yapılabileceği bir alandır.

İnsanın doğayla ilişkisi birkaç yüz bin yıl önce diğer hayvanların doğayla ilişkisinden anlamlı derecede farklı değildi. Fakat çeşitli fizyolojik ve ardından sosyolojik/kültürel birikimler, insanın çevresiyle kurduğu ilişkide büyük bir sıçrama yarattı. Doğanın alelade bir parçası olmaktan, çevrenin kurucu unsuru olmaya seyreden bir sıçrayış… Ardından tarih sahnesi; insanın, kendisine içkin olduğu doğa ile sürekli artan bir yabancılaşma sürecine tanık oldu. Kapitalist piyasa düzeninin hakimiyeti, bu yabancılaşmayı katmerleşerek arttırdı. Marksist literatürde metabolik yarılma olarak anılan bu yabancılaşma, insanın antik dönemden bu yana idealist bir kavrayışla dünyanın efendisi olduğuna ve hatta evrenin merkezinde bulunduğuna, tüm yaratılmışlığın kendisi için var olduğuna inanmasıyla düşünsel anlamda kendini ifade etti. (Her ne kadar antik dönemde materyalistler de var olsalar da sonrasında gelişen üretim ilişkileri idealizmin yaşamasına daha fazla olanak tanıdı.)

Bugün sözü edilen insan-merkezci anlayışın bu kadar yaygın oluşu, kapitalizmin kendisinden önceki sömürü ve tahakküm geleneklerini, sermaye dolaşımına fayda sağladığı oranda kullanması ve katlamasından kaynaklanmaktadır. İnsan-merkezci düşünce ve davranış pratikleri, bilcümle doğanın (canlı-cansız ilişkiler bütünü olarak doğanın) niteliğinden ziyade niceliğinin anlam kazanması, yani doğal olanın ederiyle/fiyatıyla varlık bulması sebebiyle hakim düşünce sistemi tarafından pekiştirilir. Çünkü bu haliyle doğa, bir metalaştırma destanı olarak kapitalizm için hammadde ya da sermaye dolaşımı için bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.

Mevcut altyapısıyla rekabet ve pragmatizmi tek geçerli yöntem kılan kapitalizmin üstyapı kurumlarında da sömürüyü ve tahakkümü beslemesi insan merkezciliğin de kapitalizm için oldukça işlevsel olmasına sebep olmaktadır. Tüketim toplumu açısıdan üretim sürecinde olan bitenleri gizleyecek yegâne hikâye bütün dünyanın insan için yaratıldığı hikâyesi oluvermektedir. Yaşıyor olmanın olağan ve geçerli halinin tüketmek ya da satın almak olduğu düşünülürse bu denklemde, bizi yaratan ve her anımızda hala yaşıyor olmamıza sebebiyet veren doğaya karşı bir sorumluluk da mevcut olmamaktadır (insanın da satın alabildiği ölçüde insan ya da hak öznesi olabildiğini unutmayarak).

Doğaya karşı sorumluluğun sermayenin dolaşımına katkı sağlamaması, aksine zarara sebep olması nedeniyle; bu düşünce ve davranış pratiğinin çoktan terk edilmiş olduğu ortadadır. Henüz yarısına gelinmemiş 21. yüzyılda bu sorumsuzluğun ortaya çıkardığı sonuç, pek azımsanacak gibi olmayan ekolojik krizde varlık bulmaktadır. Doğayı bir hammadde ve atık alanı olarak görmenin sonucu, okyanusta kıta boyutlarına ulaşan plastik atık yığınları, hızla yok olan türler, ısınan atmosfer, müthiş bir kirlilikte hemhal olan hava, su ve toprak ve dolayısıyla bozulan doğal ilişkiler, yok olan yaşam alanları… Hayvan sömürüsü özelinde ortaya çıkan sonuçlar da pek iç açıcı değil. Her yıl en az 80 milyar kara hayvanı üretilip öldürülüyor. Bütün bu hayvanların beslenme, barınma gereksinimleri ormanların endüstriyel tarım alanlarına dönüştürülmesine, böylelikle çoraklaşmaya, toprağın verimsizleşmesine, zirai ilaç kullanımının artmasına ve dolayısıyla toprakla ilişkili olabilecek her türden canlı/cansızlıkta büyük tahribatlara yol açıyor. Aynı zamanda bu hayvanların boşaltım sistemleri sonucu açığa çıkan metan gazı karbondioksitten 86 kat daha fazla sera gazı etkisi yapıyor ve bu da küresel ısınmanın en büyük tetikleyicileri arasında. Nihayetinde, insan-merkezci düşüncenin geçmişten günümüze gelen hikayesinde kapitalizmle birlikte güçlenen varlığı bugün insan dışı bütün yaşam formlarını köleleştiriyor.

İnsan merkezciliği bir düşünce sistemi olarak ele aldığımızda bu sistemin hukuk ve hukuk dışı toplumsal kurallar ve toplumsal kurumlar ile diyalektik bir ilişki içerisinde olduğunu da söyleyebiliriz. Hukuk sosyolojisi incelemelerinde beş evrensel toplumsal kurum esas alınır: Aile, eğitim, siyaset, din ve ekonomi. Çocuklar, hayvanlara ilişkin ilk bilgilerini aile içerisinde edinir. Aileyle aynı evi paylaşan ancak bir ev arkadaşı olarak değil ailenin sahip olduğu bir mal gibi algılanan “evcil hayvan”larla büyüyen çocuklar, bu bakış açısını içselleştirir. Bir çocuk, sofraya oturduğunda önüne koyulan hayvan cesedini tüketmek zorundadır. Hayvanların insan için yaratıldığını söyleyen din kurumu insan merkezci kültürü yeniden üretir. Kapitalist üretim ilişkilerinde mal statüsüne getirilen ve artı değer üretme amacıyla sömürülen hayvanlar ekonomi kurumunda bilinçli canlılar olarak değil, kâr kaynağı ve iş gücü olarak algılanır. Eğitim kurumu, hayvan deneylerini müfredatına ekleyerek hayvan cinayetlerini normalleştirir. Politika ve politika içerisinde ele aldığımız hukuk da tüm bunlarla bağlantılı olarak insan dışı hayvanları hak öznesi olarak kabul etmez. Bu kültürün, bu sistemin dışına çıkmadan hayvan özgürlüğünden söz edebilmek mümkün değildir. “Hayvan refahı” ve “hayvan hakları” kavramları modern hukuk kuralları içerisinde 1970’li yıllardan itibaren yer almaya başlamıştır. Doğa üzerinde tartışmasız egemenlik kuran insanın, içinde yaşadığı çevreye karşı olan sorumlulukları konusunda artan duyarlık, bu kavramların hukuki metinlerde sıkça yer almasına neden olmuştur. Endüstrileşmeyle birlikte hayvanların kullanımındaki artış ve bu kullanım süreçlerindeki acımasız yöntemler kamuoyunun tepkisini aldıkça, hükümetler çeşitli yasal düzenlemeler yaparak bu tepkileri dengeleme yoluna gitmiştir. 1978 yılında yayımlanan Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hayvan özgürlüğü açısından bir anlam ifade etmemiş oluşunun sebebi, egemen türcü kapitalist sistemin bakış açısıyla hazırlanmış olmasındandır. İnsan tarihsel olarak kurucu bir role sahiptir, diğer türlerle içine girdiği ilişkilerde de bu kurucu rolü sürdürür, adalet ve eşitlik talebi yalnızca insanları kapsamaya devam eder. Bir ifade olarak “insan” bir topluluğu işaret etmenin yanı sıra tek tek bireyleri de kapsarken “hayvan” bir kategori olarak insanın karşısında konumlandırılır. Hiçbir hayvan tekil olarak bir kişi değildir; insanlar tarafından düzenlemelere konu edilen bir kategoridir.

Hayvan özgürlüğü mücadelesinin ve hayvanlar için eşitlik talebinin dayanak noktasının ne olması gerektiğine ilişkin yürütülen tartışmalarda iki isim öne çıkmaktadır: Peter Singer ve Tom Regan.

Peter Singer, hayvan özgürlüğünü “menfaatlerin eşit önemsenmesi ilkesi” kavramsallaştırması üzerinden tartışır. 1975 yılında yayımlanan Hayvan Özgürleşmesi kitabında da belirttiği üzere Singer’a göre eşitlikten anlaşılması gereken menfaatlerin eşit önemsenmesi ilkesidir. Hayvanların da menfaatleri vardır, hissetme kapasiteleri vardır. İnsan ve insan dışı hayvanların sinir sistemlerindeki benzerlikten yola çıkarak tıpkı insanlar gibi hayvanların da acı çekebildiğini savunur. Eğer bu gerçekten şüphe duyuyorsak insanlar açısından da şüphe duymamız gerekir çünkü tutarlı olan budur. Hayvanlar öz bilince sahip olmasalar bile hissetme kapasiteleri nedeniyle menfaat sahibidir, der. Acı çekebilen bir canlıyı önemsememenin bu sebeple ahlaksal bir gerekçesi yoktur. Evrensellik gereğince aklımızı kullanarak kendi menfaat ve arzularımızdan sıyrılıp diğerlerinin de tıpkı bizim gibi olduğunun farkına varabiliriz, der. Hayvanlarla ilgili olarak sormamız gereken soru akıl yürütebiliyorlar mı ya da konuşabiliyorlar mı değil acı çekebiliyorlar mı olmalıdır. Türcülük, ırkçılık ve cinsiyetçilikle denktir. Ahlaki değerlendirmeye katılma insan türüne özgü değildir fakat türcülük keyfi kriterlerle hayvanları bu ahlaki değerlendirmeden dışlar. Endüstriyelleşme öncesi toplumlarda hayvanların durumunu etik bulmasa da ahlaki açıdan makul bir pozisyon olduğunu ve günümüzde bu ilişkinin tamamen değiştiğini söyler. Kapitalizmin gelişmesiyle kârlarını maksimize etmek isteyen şirketler hayvanları sömürür ve en büyük ihlal de hayvanların bu şekilde besin maddesi olarak kullanılmasıdır. Hayvanların çok önemli menfaatleri insanların önemsiz menfaatleri için ihlal edilir ve bu menfaatlerin eşit önemsenmesi ilkesine aykırıdır. Ona göre vejetaryen bir diyet ahlaken zorunludur, endüstriyel hayvancılığa boykottur, tüketiciler ürün almayı azalttıkça yavaş yavaş bu sektör de kaybolacaktır. Reformlar için sektörle iş birliği halinde olunabilir.

Tom Regan ise içkin değerden bahseder. İçkin değere sahip olan varlıklar haklara sahiptir. Bir hayatın öznesi olmak, içkin değere sahip olmak demektir. Hayvanlar, düşünce, arzu, itki, hafıza, duyu algıları gibi birçok özelliğe sahip olmalarından kaynaklı olarak hayatın öznesidir; farkındalık ve öz bilinç sahibidir, çevresindeki olay ve durumlar hakkında düşünce ve arzuları vardır; ölüm, beslenememe, acı ve eziyet onların da refahını etkiler. Ahlaki fail ve ahlaki edilgen kavramları üzerinden birtakım alternatif düşüncelere eleştiriler sunar. Ahlaki fail akıl sahibi kişidir ve ahlaki olarak, sorumlu olarak eylemlerini kontrol edebilir; ahlaki edilgen kontrol edemez. Yine de hayatın öznesidir. Dolaylı ve doğrudan ödev yükleyen görüşlerin hayvanların haklarını sağlama noktasında yetersiz kalacağını savunur. Kendi kuramını oluştururken içkin değerin bağımsız bir değer oluşundan hareket eder. Hayatın öznesi olan her birey eşit bir içkin değere sahiptir ve adalet ilkesi bunu gözetmek zorundadır. İçkin değere sahip olanlara zarar verirsek saygı ilkesini ihlal ederiz ve adalete aykırı davranırız. Hayvan hakları hareketi, ödün vererek reformcu yaklaşımlar izleyemez. Hayvanları kullanan endüstriler lağvedilmelidir. Reformcu yaklaşım daha az acıda uzlaşmaktır. Ekonomik, siyasal ve kültürel köklü değişimler talep edilmelidir.

Türcülük ve Patriyarka/Etin Cinsel Politikası

Et ve erkeklik arasındaki bağ ve et tüketme eyleminin erkeklikle ilişkilendirildiği mitler patriyarka ve türcülük arasında tarihsel olarak kurulan bir ilişkiye işaret eder. Patriyarkanın birincil statüye yerleştirdiği erkeklerin, birincil protein kaynağı olarak kodlanan etle beslenmesinin bir gereklilik ve güçlendirme aracı olduğu yönünde bir anlayış söz konusudur. Yiğitliğin bir temsili olan et, erkeksi bir yiyecek olarak adlandırılır. Patriyarka en temel güç olan erkeğe, güç kaynağı olarak gördüğü hayvan cesetlerini sunarken bu sunuşu yaşam pratiğinde gerçekleştiren elbette ikincil statüde görülen ve yemek hazırlama gibi işlerin kendisine görev biçildiği kadınlardır. Erkekliğinin kırılganlığıyla yüzleşen erkek, sarsılan iktidarını yeniden inşa etmek için et yemeye başvurur, et yedikçe kendisini daha erkek hisseder, “adam gibi” porsiyonlarla beslenir, sofrada et yer almadığı için eşine şiddet uygular. Toplumsal cinsiyet rollerinin beslenme alışkanlıkları üzerindeki yansıması kadın ve erkeklere biçilen farklı rollerle sınırlı kalmaz, et ve sebze arasında da ikili bir yaklaşım, bu anlayışın bir yansıması mevcuttur. Et ne kadar erkeksiyse, bitki o kadar kadınsıdır. Etin erkekle özdeşleştirilmesi gibi sebze de kadınla özdeşleştirilir. İkinci sınıf yurttaşlarla ilişkilendirilen bu gıda da ikinci sınıf olarak algılanır. Ne bir kadın yalnız başına yapabilir ne de bir sebze yalnız başına bir öğün olabilir. Bitkiler kadının yiyeceği olarak görülür görülmez kadınsı yani edilgen görülmeye başlanmıştır.

Tarihsel olarak baktığımızda da teknoloji öncesi toplumlarda ekonomik değeri yüksek olan etin kontrolünün erkekte olduğunu ve bunun kadını önemsizleştirdiğini görürüz. Temeli hayvanların gıda olarak işletilmesine dayanan ekonomilerin ayırt edici özellikleri:

  • Kadınların erkeklerden daha çok iş yapması ama yaptıkları işe daha az değer verilmesi
  • Kadınların çocuk bakımından sorumlu olması
  • Erkek Tanrılara inanılması
  • Babasoyluluk

Zamanla erkeğin avcı ve et dağıtıcısı rolü etin yiyicisi rolüne dönüşmüş ve erkek egemenliğin bir simgesi haline getirilmiştir.

Carol J. Adams hayvan sömürüsünün sürdürülebilirliğini kayıp gönderge kavramsallaştırmasıyla açıklamaktadır. Kadınlar ve hayvanlar üzerindeki tahakküm ortaklığını da buradan temellendirir. Hayvanları önce gerçek anlamda yok eder, onları öldürürüz. Daha sonra bedenlerini yok eder ve kesip yeniden şekillendiririz. Onların ölü bedenlerini yerken onlar hakkında konuşma biçimimizi de değiştiririz, artık karşımızda bir hayvanın bebeği değil kuzu eti vardır örneğin. Et kelimesi hayvanları dilde yok eder, kayıp göndergesi ölü hayvandır. Biri artık bir şey haline gelmiştir, öznelerden değil nesnelerden bahsederiz. Et veren hayvan deriz, sanki et hayvandan ayrıştırılabilir ve hayvan hala mevcut kalabilirmiş gibi. Et kelimesini hayvanın adına ancak o hayvanın eti tüketilmiyorsa ekleriz. İnek eti demez ama köpek eti deriz. Sayı sıfatı kullanmayarak hayvanı bireysellikten mahrum bırakırız. İnsanlar hindi yer, bir hindiyi yemez. Dil, hayvan sömürüsünün arkasında yer alan vahşeti maskelemenin bir aracıdır. Patriyarkal dil, çift yönlü bir kayıp gönderge silsilesi yaratır. Kadınlar, hayvan sömürüsünden bahsedilirken; hayvanlar, kadın üzerindeki tahakkümden bahsedilirken kayıp gönderge haline gelir. Kayıp gönderge, doğası gereği kayıp olduğu için tahakküm altındaki gruplar arasındaki ortaklığı görmemize engel olur.

Hayvanlar gerçek anlamda kesilir ve tüketilirken kadınlar bilinçsel anlamda kesilir ve tüketilir. Bedenleri parçalara ayrılarak arzu nesnesi haline getirilir. Kadın kesiminden bahsederken hayvanlar kayıp göndergedir. Cinsel saldırıya maruz bırakılan bir kadının “Kendimi bir et parçası gibi hissettim” ifadesinde hayvanlar kayıp göndergedir. Mezbahalarda hayvanlara atıl, düşünmeyen, hissetmeyen varlıklar gibi davranılır. Kadınlar da cinsel saldırı esnasında aynı atıl nesne muamelesini görür. Duyguları ya da ihtiyaçları önemsenmez. Bir et parçası gibi hissetmek birisinin hayattayken ve hisseden bir varlıkken atıl bir nesne gibi muamele görmesidir. Kadınlar et parçası muamelesi görebilir halbuki hayvanlar gerçekten et parçalarına dönüştürülmektedir.

Bir hayvanın cinsel istismara maruz bırakılmış olması ya da “dünyanın tecavüze uğraması” dillendirildiğinde ise kadın burada kayıp göndergedir. Kadın deneyimi, toplumsal bağlamından koparılarak başka baskıları açıklamanın aracı haline getirilir. Pornografide karşımıza çıkan zincirler, köpek tasmaları gibi örneklerde şiddetle karşı karşıya kalan kadındır ama akla getirilen hayvanlara yapılan müdahaledir. “Tecavüz askıları” hayvanların iradeleri dışında döllenmesini mümkün kılar.

Eti ve kesimi, kadının maruz bırakıldığı baskının metaforu olarak kullandığımızda kendi çığlığımızı dışa vururken Ursula Hamdress’in çığlığını sustururuz. 1960’larda seks sembolü olarak anılan aktris Ursula Anders ve domuz pastırması anlamına gelen ‘ham’ kelimesinin harmanlanması sonucu ortaya Ursula Hamdress çıkmıştır: Seks objesi, içki, davetkâr oda, cinsel aktivite yani baştan çıkarma. Ama bunu yapan bir kadın değil, bir domuz. Ursula Hamdress ve cinsel saldırıya maruz bırakılan kadınlar arasında bir bağ var. Hayvanlar cinselleştirilir ve kadınlaştırılır; kadınlar hayvanlaştırılır ve cinselleştirilir. Erkek egemen sistemde cinsel olarak arzulanan obje tüketilebilirdir. Hayvanileştirme, hâkim kültürün ürettiği dilde olumsuz bir anlam taşır. Eğer hayvansanız, aşağı bir statüdesinizdir. Hayvan mevkiinde olduğu düşünülen insanlara kötü muamele meşrulaşır. Nazi Almanyasındaki muhafızlarla yapılan röportajlarda “Onları insan gibi görmüyorum” demeleri; kadının hayvanlaştırılarak cinsel şiddete maruz bırakılmasıyla örtüşür. İnek ve tavuk gibi hayvanlar da tıpkı kadınlar gibi annelikleri üzerinden sömürülür. “Ademin Kaburgası” isimli et lokantaları açılır, hem hayvanların ölü bedenlerini işaret eden hem de bütünden ayrılmış kadın bedeni parçalarının arzulanabilirliğini çağrıştıran reklamlar yapılır: Göğüs seven bir erkek misin yoksa but seven mi? Birbiriyle örtüşen kültürel metaforlar bu tecrübeleri sanki kadınlar ve hayvanlar böyle arzuluyormuş gibi kurgular. Doğal ölüm yaşayan hayvanlar, dinen acı çekmeden huzurla öldürülen hayvanlar ve cinsel şiddetten zevk alan kadınlar…

Hayvan yaşamına dair yaratılan hikâyede, hayvanlara yaşamlarını insanlar verir; hayvan ölür ve tüketilir. Fail yoktur, yaşamının öznesi olan hayvan yoktur. Kadınlara dair öykülerde de kadının adı yoktur; bir erkek tarafından hayatını idame ettirmesi sağlanan, bir erkeğe bağımlı olarak, onun iradesinin sonucu olarak var olan kadın vardır. Feminist sözün değersizleştirilmesi gibi vegan söylem de değersizleştirilir; tıpkı bir erkeğin konfor alanından vazgeçmemesi gibi kişisel bir meydan okuma olarak algılanır. “Sen de mi şu hayvanseverlerdensin, sen de mi şu sağlık delilerindensin?” ya da “Sen de mi şu sütyen yakanlardansın?”.

Tecavüz şiddettir, cinsellik değil. Et de cinayettir, başka bir şey değil. Et cinayettir demek, simgesel düşünmekten alıkoyar. Zorla tecavüz ifadesi nasıl zorla gerçekleşmeyen bir tecavüzün mümkün olabileceğini ima ederse insani kesim de kesime zararsızlık atfeder.

İnsan merkezci bakış nasıl hayvan sömürüsünü, hayvanları parçalara bölerek ve mezbahalardaki vahşeti bu parçaları süsleme yoluyla gizleyerek devamlılığını sağlıyorsa, kayıp göndergeyle kendisini güçlendiriyorsa; patriyarka nasıl kadın bedenini parçalara ayırarak kadını bir meta, bir cinsel obje haline getiriyorsa; egemen sistemler de kendilerine karşı verilen mücadele alanlarını birbirinden ayrıksıymış gibi göstererek, parçalara ayırarak güçsüzleştirme yolunu izler ve tahakkümünü güçlendirir. Veganlık yalnızca bireysel bir etik anlayışının sonucu ya da yine bireysel bir beslenme alışkanlığı değişimi değildir; türcülüğü, patriyarkayı ve kapitalizmi hedef almaktır. Tarih boyunca duygusal olmaya, hayvanları sevmeye, sözde psikolojik rahatsızlıkların sonucu olmaya indirgenmeye çalışılması politik algılanmamasına sebep olmuştur. Tıpkı kadın hareketinin duygusal görülerek, hiçbir şeyin derinlikli yaşanmadığı ve değersizleştirildiği kapitalist sistemde yeterince politik görülmemesi, değersizleştirilmesi gibi.

“Hadi mutfağa girelim ve yalnızca kimi dövdüklerini değil, kimi yediğimizi de hesaba katalım.”

Sonuç Yerine

Hayvanlara ilişkin düzenlemelerde kimi iyileştirmeler söz konusu olabilir. Ancak bu iyileştirmeler hiçbir zaman endüstriyel olarak süregelen hayvan sömürüsüne ilişkin değildir; ekonomik olana dokunmadığı sürece hayvan refahı, zorunda kaldığı ölçüde, sistem için uygulanabilir bir taleptir. Temellendirmemiz ve eşitlik anlayışımız ve hatta hedefimize koyduğumuz alanlar farklılaşsa da hayvan özgürlüğünü savunan insanlar açısından yükseltilecek hukuki taleplerin azımsanamayacak bir önemi vardır. Topyekûn bir değişimden bahsetmek yalnızca hukuki alandaki düzenlemelerle mümkün görünmese de vegan bir dünya düzeni kurulana kadar yapılacak her iyileştirme uzun vadeli hedefimize giden yolda atılan birer adım olarak değerlendirilmelidir. Hayvanların mal statüsünden çıkartılması başlı başına türcülüğü ortadan kaldırmayacaktır. Ancak gerçek eşitliği sağlama yönünde bir adımdır. Esas olan reformlarla yetinmemek ve tam hayvan özgürlüğü ufkunu kaybetmemektir.

İnsanlar türcü oldukları için hayvanları tüketmezler, içerisinde yaşadıkları sistem hayvanları tüketmeleri yönünde dizayn edildiği için tüketirler ve dolayısıyla türcüdürler. Türcülük, yalnızca insanların zihinsel dünyasını ilgilendiren bir gerçeklik değildir ve zihinsel dünyaları değiştirmek; gerçekliği, yani üretim ilişkileri etrafında şekillenen maddi hayatı değiştirmez. Sadece türcülük gibi bir düşünceyle savaşmak perdeye yansıyan bir hayal ile savaşmaktan farksızdır. Bu yüzden bu düşünceyi var eden koşullarla savaşılmalıdır. Bu koşullar ise yaşamı tümden düzenleyen politikalarla ilişkilidir. Bir düzenleniş biçimi olarak iktisadın siyaseti öncüllediği düşünüldüğünde bütün toplumun yaşam tarzını değiştirmek istiyorsak yaşamı var eden ve devam ettiren üretim tarzını değiştirmemiz gerekmektedir.

Endüstriyelleşmiş hayvan katliamlarının olağanlaşması, hayvanların her gün izlediğimiz reklamlarda birer meta olarak sunulması, dilin kayıp göndergeler etrafında şekillendirilmesi kapitalizm içerisinde hayvanların var olabileceği tek temeli pekiştirir: meta ve iş gücü. Türcülüğü ortadan kaldırmak, bir sistemi ortadan kaldırmaktan geçer ve verilecek mücadele kapitalizmi de hedef almak zorundadır.


*Tuana Öztunçel, Hayvanlarla Dayanışma İnisiyatifi(HAYDİ) Aktivisti

Yararlanılan Kaynaklar:

Engin Arıkan, Hayvan Hakları İnsan Hukuku, (Bursa: Ekin Basım Yayın, 2016.)

Serkan Köybaşı (2018), Yeni Bir Anayasal Hak Öznesi Olarak Hayvan, Anayasa Hukuku Dergisi- Cilt: 7/Sayı:13

Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Güray Tezcan, E. Boyacıoğlu (çev.), (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013.)


İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR | Hayvan Özgürlüğü Yürüyüşü: “İnsanlığın Yeni Devriminin Habercisi”