Doğa İnsanlıktan Öcünü mü Alıyor? – Salih İncesoy

Doğayı tükenmeyen bir hammadde kaynağı olarak kullanarak sınırsız bir üretim yapamazsınız. Doğanın sınırlarının olduğu bilimsel gerçeği kabul edilmelidir. Hiçbir bilimsel ve teknolojik gelişme bu gerçeği ortadan kaldıramaz.

Çivisi çıkan dünyada “yaşamadığımız daha ne kaldı” derken, sorumuza doğadan dramatik bir yanıt geldi.  Milimetrenin milyonda biri büyüklüğündeki mesajla gelen bu yanıt, “büyük” tartışmaları da beraberinde getirdi. Tartışmaların öne çıkan başlıklarından birisi “Korona sonrası dünya nasıl olacak?” konusu. Hemen bununla birlikte konuşulan bir diğer konu ‘doğa-insan ilişkisi’.

Engels, 1800’lü yılların sonlarına doğru kaleme aldığı ve ölümünden sonra ilk baskısı 1927 yılında yapılabilen Doğanın Diyalektiği adlı eserinde şunları söylüyor:

“Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşme durumuna zemin hazırladıklarını, akıllarına hiç getirmiyorlar. (…) Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. (…)”

Engels aynı eserinde şu çarpıcı tespitlerde bulunuyor; bundan yaklaşık 1,5 asır önce:

“İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmez.”

Paragraftaki şu ifadenin altını çizelim: “…Doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız…”

Dönemin egemen aklı, kapitalizmle birlikte ve özellikle sanayi devrimi sonrasında öne fırlayan teknik üretici gücü üzerinden doğaya dilediğince hükmedeceğini düşünmüştü. Sınırsız büyüme iştahına sahip sermayenin karşısında doğa yine sınırsız bir hammadde kaynağı ve üretim sürecinde açığa çıkan atıkları emebilecek dev bir süngerdi. Zavallı bir virüs, bu hükümdarı zavallıdan daha zavallı duruma soktu; doğanın sınırlarını çıplak bir şekilde insanlığın suratına çarptı.

Şimdi, Engels gibi biz de “Doğa bir kez daha öcünü alıyor” mu demeliyiz bugün? Bu ifade yoğun bir şekilde dolaşıma girmiş durumda. Gelişigüzel kullanıldığında -Engels’in niyetinden bağımsız olarak- sıkıntılı çağrışımlara yol açabiliyor. Parantez açıp, bu konuyla ilgili iki noktaya değinelim.

Birincisi, kuşkusuz bu bir metafor. ‘Öç alma’ eylemi, ‘yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede kötülük yaparak çıkartmak’ anlamını taşıyor. Engels, insanın -bir parçası olduğu doğaya- kötülük yaptığını anlatıyor. Yoksa, doğa öç almak derdinde değil.  Doğaya böylesi bir düşünce ve duygu atfetmek, yaşanan ekolojik felaketin, insandan azade doğanın marifetiymiş gibi algılanmasına ve bu şekilde ‘doğal’ bir durum olarak kavranmasına kapı aralayabiliyor.

İkinci nokta da, bu tartışmalarda ‘insanlık’ kavramının çokça kullanılması durumu. Soru: “Doğaya kötülük yapan kim?” Yanıt: “İnsan ya da insanlık!” Hangi insan? İnsan denilen canlı türü, diğer tüm canlı türlerinden ayrı olarak binlerce yıldır aralarında sömürme/ezme ilişkisi bulunan sınıflara ve çeşitli toplumsal kümelere bölünmüş durumda. O zaman son sorumuzu tekrar edelim; “Hangi insan; ezen insan mı, ezilen insan mı?”

İnsanlık, parçası olduğu doğadan kopartılarak doğanın karşısında bir bütün olarak tarif edildiğinde, bu farklı toplumsal pozisyonlar da gölgede kalıyor. Etkinliği zorla elinden alınan ve güçsüz düşürülen, ezilen insanın, doğaya yapılan kötülükte ne rolü olabilir? Aksine bir de şöylesi bir durum var. Ezen insanın sürdürdüğü sistem ekolojik yıkıma yol açıyor. Ekolojik yıkım, dönüyor geliyor ilk yine ezilen insanı vuruyor. Kadınlar, işçiler, işsizler, evsizler, göçmenler ve daha nice en alttakiler… “Evde kal Türkiye!” “Ezilen insan, sen hariç…” Parantezi kapatalım.

Engels’ten bir alıntıyla başladık değerlendirmemize; Marx’la devam edelim. Öncelikle Marx’ın ilk eserlerinden olan 1844 El Yazmaları’ndan başlayalım. Şöyle diyor Marx söz konusu eserinde:

“İnsanın evrenselliği pratikte, bütün doğayı kendi organik olmayan bedeni kılan bu evrensellikte kendini gösterir: Çünkü doğa 1- dolaysız yaşama aracıdır, 2- yaşama etkinliğinin gereci, nesnesi ve aracıdır. Doğa, insanın organik olmayan bedenidir.”

Aynı eserde Marx “İnsan doğanın parçasıdır.” tespitinde bulunuyor.

El Yazmaları’ndan 23 yıl sonra, günümüzden yaklaşık 150 yıl önce kaleme aldığı Kapital’in 1. cildinde de şöyle söylüyor Marx:

“Kapitalist üretim, insanla yeryüzü arasındaki metabolik etkileşimi bozar, insan tarafından besin ve giysi olarak tüketilen bileşenlerin toprağa dönmesini engeller; toprağa verimlilik kazandıran ezelî doğal şartların işleyişini engeller. Kapitalist tarımda tüm ilerleme, sadece emekçinin soyulması sanatındaki ilerleme değil, aynı zamanda toprağın soyulması sanatındaki ilerlemedir; toprağın verimliliğinin belirli bir süre için artırılmasındaki tüm ilerleme, o verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarının tahrip edilmesi yönündeki ilerlemedir. Kapitalist üretim sadece üretimin toplumsal sürecinin bağlantı tekniklerini ve derecesini, aynı anda tüm zenginliğin kaynağını -toprağın ve emekçinin- çökerterek geliştirir.”

Bu alıntılarda birkaç vurgu öne çıkıyor. İnsan doğanın bir parçasıdır ve canlılığını sürdürebilmesi için parçası olduğu doğayla metabolik bir ilişki/etkileşim içerisindedir. Kapitalizmin gelişim süreci, ‘karşılıklı madde alışverişine dayalı’ bu ilişkiyi kopartarak toprağın önce bereketini kaçırır ve giderek dünyayı ekolojik bir yıkıma doğru sürükler.

İnsanın doğayla kurduğu diyalektik ilişkinin niteliğini bir parça daha açmaya çalışalım. Bu konuda yine tarihsel materyalizmin kaynaklarına başvuralım.

İlk alıntımız Marx ve Engels’in 1845 yılında kaleme aldığı Alman İdeolojisi’nden:

“Her türlü insan tarihinin ilk öncülü, elbette ki canlı insan bireylerinin var olduğudur. Yani belirlenmesi gereken ilk olgu bu bireylerin fiziksel düzenlenişi ve bunun sonucunda doğanın geri kalan kısmıyla girdikleri ilişkidir. Tabiî ki burada insanın mevcut fiziksel doğasının ya da insanın kendini içinde bulduğu doğal koşulların (jeolojik, oro-hidrografik, iklimsel vb.) ayrıntılarına girecek değiliz. Bütün tarih çalışmaları bu doğal temellerden ve bunların tarihin akışı içinde insanların eylemleriyle dönüştürülmelerinden yola çıkmalıdır.”

Yine aynı eserden bir başka pasaj:

“İnsanlar hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi başka bir şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu bir ileri adımdır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler…”

Marx’ın Kapital’inden bir pasajla devam edelim:

“Emek, her şeyden önce, insan ile doğa arasında bir ilişki, insanın onunla, kendi eylemleri aracılığıyla kendisi ile doğa arasındaki metabolizmayı kurduğu, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. İnsan, doğanın malzemeleriyle bir doğa gücü olarak karşı karşıya gelir. Doğanın malzemelerini kendi gereksinimlerine uygun bir biçime sokmak için kendi bedenine, kollarına, bacaklarına, kafasına ve ellerine ait doğal güçleri harekete geçirir. Bu hareket aracılığıyla dış doğa üzerinde eyler ve onu değiştirir ve bu yolla eş zamanlı olarak kendi öz doğasını değişikliğe uğratır… Bu(emek süreci) insan ile doğa arasındaki metabolik alışverişin evrensel koşulu, insani varoluşun doğaca dayatılmış ezeli ve ebedi koşuludur”

Son olarak yine Marx’ın 1875 yılında kaleme aldığı Gotha Programı’nın Eleştirisi’nden:

“Emek her türlü zenginliğin kaynağı değildir. Emek kadar doğa da kullanım değerleri (maddi zenginlik tabiî ki bunlardan ibarettir!) üreten bir kaynaktır; zaten emeğin kendisi de bir doğa gücünün, insanın işgücünün tezahüründen başka bir şey değildir.”

Bu son alıntılarda iki kavrama dikkat çekmek istedik: ‘Emek ve üretim’. İnsanın, doğanın geri kalanıyla kurduğu ilişkinin tanımlanmasında anahtar kavramlar bunlar. İnsan emek dolayımıyla doğanın geri kalan kısmıyla ilişkileniyor. Emeğin kendisi de, “bir doğa gücü olan insanın emek gücünün açığa çıkmış hali” olarak niteleniyor.

Kapitalizmle birlikte üretim araçları toplumun bir kümesinin özel mülkü haline geliyor ve dolayısıyla emek, üretim araçlarından tamamıyla kopartılıyor. Emeğin doğayla kurduğu metabolik ilişki koparken emek gücü metalaşıyor; doğa da üretim sürecinin hammadde deposuna dönüşüyor.

Tekrar günümüze dönecek olursak…

Yaşadığımız pandemi şu ana kadar ezilenlerin payına büyük yıkımlar açığa çıkartmış durumda. En önemlisi kitlesel işsizlik. Sosyalistler, ezilen halklarımızın yaşama tutunması ve hayatta kalması adına bu sorunlara karşı politikalar geliştirmek zorunda.

Diğer yandan ‘bizleri nasıl bir geleceğin beklediği’ tartışması da son derece önemli. Kuşkusuz ezilenlerin öznesi olmadığı bir gidişten hayır beklemenin anlamı yok. Ayrıca, kapitalizmin yarattığı çok boyutlu sosyal ve ekolojik yıkımdan canı yananların kendiliğinden sosyalizme yüzünü dönmelerini beklemek de doğru değil. Fakat bu kapitalizm karabasanından çıkış arayışlarının giderek güçleneceğini de görmek gerekiyor. Sosyalistlerin insanlığın kurtuluş umudu olarak rolünü oynama şansının büyüdüğü tarihsel momente hızla ilerliyoruz. Sosyalist hareketin bu şansı, insanlığın da tek şansıdır. Ya sosyalistler bu rolü oynamayı başaracaktır; aksi durumda, gelecek günler eskisinden beter olacaktır. Bu ‘beter olma’ halinden yalnızca sosyal yıkımları anlamamalıyız artık; bir şeyler yapılmazsa yeni ekolojik felaketler de insanlığın yolunu gözlemektedir…

Bu tarihsel rolü oynamanın öncelikli adımları neler olmalıdır? Şu noktayı tekrar ifade edelim. Bugün ezilen yığınlar kelimenin gerçek anlamıyla yaşamda kalma savaşı içerisinde. Onların kendilerini karantinaya almak için korunaklı adalar satın alma şansı yok. Yaşamda kalma savaşı verenlerin yaşamlarına değmeyen sosyalistlerin kurtuluş umudu olma şansı olamaz. Bugünün acil ve yakıcı sorunlarına dair sözü ve eylemi olmayanların, gelecekle ilgili yapacakları her çağrı kuru laftan öteye gitmez.

Diğer nokta, sosyalistlerin insanlığın önüne koyacağı ufuk konusu. Nasıl bir gelecek? Nasıl bir sosyalizm? Kapsamlı bir mesele bu. Değerlendirmemizin başında uzunca değindiğimiz ‘doğa-insan ilişkisi’ konusu bağlamında tartışmaya -şimdilik genel hatlarıyla- katkı sunmaya çalışalım. Zira bu konu, günümüzün güncel ve ilgi çekici gündemi haline gelmiş durumda.

Kapitalist modernleşme sürecinin getirdiği ‘insanın aklını kullanarak doğanın efendisi olabileceği’ paradigması terk edilmelidir. ‘İnsan, doğanın bir parçasıdır’ gerçeği, yeni paradigmanın ana ekseni olmalıdır.

İnsanın ve doğanın geri kalan kısmının sömürüsünün kaynağı olan ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti’ne son verilmelidir. Doğayla üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin ne denli can acıttığı ve onarılmaz tahribatlar yarattığı, bugün her adımda tüm çıplaklığıyla açığa çıkmaktadır. Bu çelişkinin aşılması konusu, halkların gündeminde giderek ağırlık kazanabilecek bir hal almaktadır.

Doğayı tükenmeyen bir hammadde kaynağı olarak kullanarak sınırsız bir üretim yapamazsınız. Doğanın sınırlarının olduğu bilimsel gerçeği kabul edilmelidir. Hiçbir bilimsel ve teknolojik gelişme bu gerçeği ortadan kaldıramaz. Teknoloji fetişizminden vazgeçilmelidir.

Sermaye, doğası gereği sürekli büyüme eğilimindedir. “Büyü ya da öl” sermayenin temel ilkesidir. Büyüme eğilimi, büyüyen bir meta üretimini -dolayısıyla tüketimini de- koşullar. Sermayenin büyümesi için gerçekleşen üretim, insanın gereksinimlerinden kopar. Değişim değerini değil, kullanım değerini esas alan bir üretim anlayışına geçilmelidir. Yani üretimin ana mantığı, insanın ve diğer canlıların temel gereksinimlerinin karşılanmasına dayanmalıdır.

Sınıflara bölünmüş toplum yapısında, üretim araçlarının mülkiyetini eline geçirmiş olan sınıf tüm etkinliği bünyesinde toplarken, toplumun geri kalanı edilgen/güçsüz duruma itilmiştir. Ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamın tüm alanlarında eşitlikçi demokratik bir yapı inşa edilmelidir. Eşitlikçi demokratik toplum, doğa-toplum metabolik yarılmasının aşılmasını sağlayacak ana koşullardandır.

*   *   *

Sosyalistlerin ilk siyasal programı Komünist Manifesto, Marx ve Engels tarafından 1848 yılında kaleme alındı. Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında sözü edilen hayalet, yazıldığı tarihten sonra önemli roller oynadı. Üretim araçlarını ellerine geçiren azınlığın defalarca yüreğini ağzına getirdi; özel mülkleri haline getirdikleri üretim araçlarını ellerinden alarak sarsılmaz sandıkları iktidar koltuklarını başlarına geçirdi.

Hayalet şimdilerde egemenlere yeterince korku salmıyor belki, fakat dünyanın her yanında var olmaya devam ediyor. Kaynaklarından ve zengin tarihinden beslenerek daha güçlü bir akılla yeniden rolünü oynaması gerekiyor. Tarih, sosyalistlere bu çağrıyı yapıyor; sömürünün son bulması ve tüm canlıların yaşamını sürdürebilmesi için başka çare yok çünkü…

Yazarın Diğer Yazıları