Arkadaşa Notlar | Neoliberalizm Çökerken Örgütlenmenin Dayanakları

Evet neoliberalizm çöktü, fakat üzerimize… Yaşamın her alanında yarattığı yıkım büyük. En büyüğü de örgütlenme konusundaki yenilgi.

Neoliberalizmin iflası ya da çöküşü… Kapitalizmin 2008 krizinden bu yana yaygınlaşarak süren bir tartışma başlığı. Kapitalist sistemin içinden ya da karşısından, farklı kesimlerce tartışılıyor bu konu. Özellikle pandemi süreciyle tartışmanın harareti daha da yükseldi. Günümüzde artık bulaşıcı hale gelen halk isyanları, çöküşün ardından açılacak yeni tarihsel sayfanın ipuçlarını taşıyor.

Kapitalizm, ilk anından itibaren emeğin ve doğanın sömürüsü üzerinden varlığını sürdüren bir sistem. Yarattığı sosyal ve ekolojik tahribatın miladı da kendi doğuşuyla başlıyor. Fakat neoliberal dönemde, sömürü ve çok boyutlu yıkım pik yaptı. Bu anlamda kapitalizmin tarihinde özel bir dönem. Bu dönemde sömürünün önündeki engeller kaldırıldı; metalaşma, sosyal yaşamın tüm hücrelerine, yeryüzünün her milimetre karesine nüfuz edebildi.

Sömürüyü bu seviyeye tırmandırmasında kapitalizmi dizginleyen şey neydi? Başta işçi sınıfı gelmek üzere ezilenlerin örgütlü var oluşu ve bu var oluşa güç veren bir sosyalist blok. Siyasi partiler, sendikalar, dernekler, kooperatifler, her düzlemdeki halk örgütleri zorla dağıtıldı. 90’ların başındaysa sosyalist blok yıkıldı. Engeller ortadan kalkınca sonrası çorap söküğü gibi geldi; “bu kadarı da olmaz” denilen her şey oldu. Bu yenilgi ikliminde kurulan ideolojik hegemonyayla, olan biten her şey normalleştirildi

Evet neoliberalizm çöktü, fakat üzerimize… Yaşamın her alanında yarattığı yıkım büyük. En büyüğü de örgütlenme konusundaki yenilgi. Neoliberalizme “özel bir dönem” nitelemesini hak ettiren olgulardan başlıcası, insanlığa tarihinin en örgütsüz -dolayısıyla en savunmasız- dönemini yaşatması. Sözünü ettiğimiz, salt politik örgütlenme değil. Bir bütün olarak toplumsallık çökertildi; insanların yan yana geleceği, etkileşebileceği kamusal alanlar yok edildi bu dönemde.

Nasıl çıkılacak? Neoliberalizmin zaferine giden süreç hangi adımla başladıysa, çıkış da o adımla başlayacak kuşkusuz. Örgütlü var oluşu kaybetmeyle başladı bu uğursuz hikâye; yeni bir başlangıç da örgütlülüğü kazanarak olacak.

Toplumsallık, umut, gelecek ufku… Örgütlü var oluş yitirilince, ezilenlerin mücadelesinin ve özneleşme sürecinin bu üç taşıyıcı sütunu da bir bir çöktü. Neoliberal dönemin alabildiğine savunmasız kılınan insanının zihin dünyasını bireyselliğin, umutsuzluğun, geleceksizliğin katransı tortusu kapladı. Şimdi bu karabasandan kurtuluşun yolunun arandığı bir tarihsel konağın içerisindeyiz.

Ezilenlerin mücadele tarihinin tüm dönemlerinin olmazsa olmazı olan örgütlü var oluş, günümüz bireyselleşmiş toplumunun özel olarak üzerinde çalışılması gereken meşakkatli bir meselesi. Örgütlenmede yol alınabilmesi ve değiştirme iradesinin yeniden kazanılabilmesi için çöken üç taşıyıcı sütunun ayağa kaldırılması şart. Toplumsallığın, umudun, gelecek ufkunun yeniden inşası, örgütlenme sürecinin birbirini besleyen ana dayanakları olmalı.

Bireyselleşme…

Neoliberalizmin kurucularından İngiltere Başbakanı Thatcher 80’li yıllarda “Toplum diye bir şey yoktur!” buyurur. Ondan önce Thatcher’ın düşünsel kaynağı olan iktisatçı Friedrich von Hayek, “toplumsal” kelimesinin “olabilecek en içi boş terim” olduğunu belirtir. Neoliberalizme dair bu mottolar niyeti ortaya koyar; toplumsallık hedef tahtasındadır. Toplumsallığın dağıtıldığı bireyselliğin yüceltildiği süreçte, devlet şiddetiyle ideolojik hegemonya, havuç-sopa ikilisi olarak birlikte çalışır.

Bireyselleşmenin toplumun farklı sınıfsal katmanlarındaki algılanışı aynı olmaz. Orta sınıfta “özgürleşme, kendi ayakları üzerinde durma, kendi kararlarını verebilme” gibi pozitif çağrışımlar yaratırken, yoksullar bu süreci “yalnızlık, savunmasızlık, çaresizlik” olarak deneyimler. Dolayısıyla havuç-sopa ikilisinden yoksullar “bolca sopa, biraz havuç” alırken, orta sınıfın payına “daha fazla havuç, gerektiğinde sopa” düşer.
Bireysellik bayrağının en heveskar taşıyıcısı orta sınıf kapitalizmin yarattığı çok boyutlu yıkımla birlikte eriyor. Toplumsal piramidin en altındaki nüfus hızla büyüyor. Temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilme şansından kopan büyük yığınların bilincinde yaşama tutunabilmek için yalnızlığı kırma arayışları mayalanıyor. O kışkırtılmış “bireysel kurtuluş” yarışından geriye “topluca batış” kalınca, neoliberalizmin bu en parlak illüzyonu inandırıcılığını yitiriyor.

Dayanışma, bugün yine sarılacağımız en güçlü kavram. İdeolojik mücadelenin konu başlığı olan bu kavram, örgütsel yaşamın harcının ana bileşenlerinden biri haline getirilmeli. Hangi adla ya da hangi tema ekseninde olursa olsun inşa edilecek örgütler, “gündelik yaşamda tek başına aşılamayan engellerin birlikte aşılmasını sağlayacak bir dayanışma zemini olma” niteliğini de taşımalı. Yalnızlaştırılan, savunmasız ve güçsüz kılınan insanların yaşamında örgütlü olmanın hemen bugünden böylesi bir karşılığı olmalı.
Örgüt ortamında komünal yaşam pratiklerine bugün daha çok ihtiyaç var. Her birey sahip olduğu olanaklardan paylaşacaklarını komüne sunabilir. Bu ortak birikim, ihtiyaçlara göre dağıtılabilir. Eğitimden sağlığa, çocuk bakımından barınmaya kadar geniş bir alanda dayanışma ilişkileri geliştirilebilir. Bu süreci kendiliğindenliğe bırakmamak ve sistemli bir biçimde yürütebilmek için örgütsel mekanizmaları da yaratılabilir.

Kamusallığın çökertildiği günümüz dünyasında, insanların yan yana gelebileceği, etkileşebileceği kamusal alanların yaratılması da benzeri bir önemde. Yan yana gelemeyen, etkileşemeyen insan örgütlenemez. Üniversitede ya da mahallede ufacık bir çay ocağı ve çevresindeki üç beş taburenin nasıl bir örgütlenme ortamına dönüştüğünü, insanların burada nasıl nefes alıp vermeye başladığını biliyoruz. Bu alanlar sistematik bir yönelişle ortadan kaldırıldı. Issızlaşan, çoraklaşan, nefes boruları tıkanan yaşamların canlandırılması için yeniden yaratılması ve kalanların savunulması da sistemli bir çabayı gerektiriyor.

Umutsuzluk…

Örgütlenme çağrıları, o kapkalın umutsuzluk duvarına çarpıp geri dönüyor. “Umutsuzluk bir program haline geldiğinde bizi felç eder, hareketsiz kılar. Kaderciliğe boyun eğeriz ve dünyayı yeniden yaratacak çetin bir mücadele için mutlak ihtiyaç duyduğumuz kuvveti toplamamız imkânsız hale gelir.” diyor Paulo Freire “Umudun Pedagojisi” kitabında.

Umutsuzluğun diğer bir ifadesi, bir şeylerin değiştirilebileceğine dair inançsızlık. Sol ortama da sirayet eden bir durum bu. Soldaki “sinizm” tartışmaları buradan kaynak alıyor ve sinizm, Freire’nin belirttiği gibi değiştirme/dönüştürme iradesini felç edici bir sonuç yaratıyor.

Toplumsal felç halinin sürekli kılınması, burjuva iktidarların bir başka sistemli politikası. Bu anlamda herhangi bir mücadelenin kazanımla sonuçlanmaması için muazzam titiz davranılıyor. En küçük bir hak talebi “beka sorunu” olarak okunup tüm devlet gücünün seferberliğiyle ezilebiliyor. AKP iktidarı dönemi, bu tablonun “pes artık” dedirten sayısız uygulamalarıyla dolu. Kazanımla sonuçlanmayan hareket, görkemli de olsa bumerang gibi kendisini vurabiliyor ve umutsuzluğu derinleştirebiliyor.

Bu bunaltıcı çember nasıl kırılacak? Umut nasıl toplumsallaştırılacak? Kazanım! Çaresizliğe mahkûm edilmek istenen ezilenlerin yaşamında kazanımlarla çözüm gücü olmak! Umut, mikro ölçekte de olsa yakalanacak kazanımlarla sabırla adım adım inşa edilecek. Bir devrimci, ideolojik donanımı üzerinden inancını ve umudunu geliştirebilir; kaldı ki süreğen hale gelen başarısızlıkların bu umudu aşındırma riski hep mevcuttur. Yığınlar için durum farklı. Onların umudu büyütmesi, umudun toplumsallaşması, ancak somut kazanımlarla olabiliyor.

Heybemizde epeyce zamandır o kadar çok sonuçsuz/kazanımsız deneyim birikti ki. Örgütlenme çağrılarımızın karşılık bulabilmesi için -iğne ucu kadar da olsa- “başardık, yine başarabiliriz” duygusunu yaratacak kazanımlara ihtiyacımız var.

60’lı yıllarda başlayan 2. dönem devrimciliğine güç veren o umutta, Çin, Küba, Vietnam devrimlerinin başarısı önemli birer etkendi. Keza, 20’lerde yolan çıkan 1. dönem devrimciliğinde Sovyet Devrimi’nin etkisi. Sovyet Devrimi, 1830-1848 devrimlerinden ve nihayet 1871 Paris Komünü’nden güç aldı. 1789 Fransız Devrimi, yarattığı büyük değişimle kendisinden sonraki bütün tarihe esin kaynağı oldu. Bir şeylerin değiştirilebileceğine, üstelik de köklü değişimler yaşanabileceğine dair inanç, bu tarihsel basamaklardan geçerek insanlığın bilincinde büyüdü. Bütün bunlar mücadele tarihinde sıçramalara neden olan büyük kazanımlardı. Büyük kazanımlar büyük umutlar yarattı. Bu büyük kazanımlara giden yolda çok sayıda “küçük” zaferlerin birikiminin olduğu atlanmamalı…

90’lı yılların başında sosyalist bloğun yıkılışı ve neoliberalizmin zaferi, bu zinciri kopardı. Bundan sonrası, tüm tarihsel kazanımların art arda kaybedilmesi biçiminde yaşandı. Gidişat tersine çevrilemedikçe, ortalığı kesif bir umutsuzluk kapladı.

İnsanlık, inanç ve umutla yeniden buluşmak zorunda. Bugün yakalanacak irili ufaklı kazanımlarla toplumsallaşacak umut, inancı büyüten tarihsel zincirin o kopan halkasını yerine koyacaktır. Söküp alacağı kazanımlara odaklanan bir örgütlenme süreci, bu yolu kısaltacaktır.

Geleceksizlik…

Yalnızlığa mahkûm edilen, değiştirebilme umudu tükenen yığınlar geleceğini yitirir, yaşadığı ana teslim olur. Neoliberalizmin ideolojik ruh ikizi postmodernizm, insanlığa “anı yaşamayı” vaaz eder. Kapitalizmin ötesinde bir yaşam hayalini terk eden ezilenler açısından gelecek kavramı, içerisine sürüklenilen karanlık bir zamanı çağrıştırır.

Bu karanlık dağılıyor. Anı yaşamanın ne menem bir şey olduğunu deneyimleyen insanlık, düştüğü bataklıktan çıkmak için sıkıca sarılacağı dayanaklar arıyor.

Yaşama tutunabilmek için dayanışma… Umudun büyütülebilmesi için mikro ölçekte elde edilecek kazanımlar… Bütün bunlar güçlü birer dayanak. Fakat sosyalist bir gelecek ufkuyla buluşmadıklarında, kapitalizmin absorbe etme kapasitesi karşısında sistem içerisinde giderek etkisini yitiren adacıklar olarak kalacaklardır.

Tanıl Bora’nın “Sol, Sinizm, Pragmatizm” kitabında belirtiği gibi, “Mikro-politikaya odaklanmak, makro veya ‘yüksek’ politikaya körleşmek anlamına gelmemeli. Ütopyası (veya isterseniz: devrim perspektifi) olmayan, evrensel bir iddiayla birleşmeyen mikro-politika, global ufku olmayan yerel eylem, idare-i maslahata dönüşme, hatta basbayağı anti-politika halini alma riskiyle karşı karşıyadır.”

Örgütlenme adımları, 21. yüzyıl sosyalizminin programını ezilenlerle buluşturacak sistemli ve ısrarlı bir çabayı da içermelidir. Ezilenler her nefes alışında kapitalizmin çıplak gerçekliğiyle yüzleşiyor. Yaşanılan yıkımın açığa çıkarttığı ve giderek zemini genişleyen anti-kapitalist bilinç, sosyalist bir geleceğe kilitlenme seviyesine taşınabilmelidir.

Bir yanıyla kuru sözden ibaret olan sosyalizmin programına ezilenler neden inansın? Bir sözü geniş yığınlar nazarında inandırıcı kılacak olan şey nedir? Bunun için birçok etkenin birlikte çalışması gerekiyor.
Öncelikle sözü kitlelere taşıyan, sözüne önce kendisi inanmalı. Bu basit gerçeğin ifade edilmesi tuhaf gelebilir. Soldaki sinizm hali, bunu söylememizi zorunlu kılıyor.

Bundan daha önemlisi, sözün taşıyıcısının sicili. İnsanlar söylenenden önce söyleyene bakar. Yaşamlarına dokunduysanız, çözüm gücü olabildiyseniz, onları güçlendirecek değişimlerde ön açısı roller oynadıysanız yüzlerini size döner.

Bir diğer etken de yığınların özgüveni. En önemlisi bu. Örgütlenme sürecinde yalnızlığı kırılan, kazanımlarla umudu büyüyen yığınların özgüveni de gelişir. Mikro başarılar, makro hedeflerin de başarılabileceğine dair özgüvenin temel taşlarını teşkil eder.

Harcanması gereken bu çok boyutlu emeğin yanında yığınlara sosyalizmin programını anlatabilirsiniz. Sizi dinlerler; size ve daha önemlisi kendilerine olan inançla, güvenle meseleye yaklaşırlar. Bunlar olmadan olmaz; en parlak cümleler, medyatik şovların en gösterişlileri, bütün bunların yerini dolduramaz…

* * *
Kapitalizmin yarattığı büyük yıkım… Kapitalist sistemden kopan yığınlar… Halk isyanları… Tabloda eksik olan, kapitalizmin sınırlarının ötesinde bir gelecek ufkuna ve kapitalizmi yıkacak yol haritasına sahip örgütlü halk. Sosyalistler, bu eksikliğin giderilmesinde belirleyici unsur. Sosyalist hareket rolünü oynayabildiğinde, toplumsal devrimler uzun bir soluklanmanın ardından yepyeni kostümleriyle insanlık tarihinde boy göstermeye başlayacaktır.