Arkadaşa Notlar: “Ayna ve Yüzleşme” – Salih İncesoy

Bazen yaşamımızın doğal akışını alt üst eden bir gelişme de bize ayna tutar. Yeryüzüne yayılan bir salgın hastalık, işte böyle bir işlev görebilir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz salgın süreci, yalnızca kapitalizme değil, devrimci sosyalist bireye de ayna tutmuştur.

“Güç koşullarda, durumun adını koymamız, seçim yapmamız, bir yalanı açığa çıkarmamız, bir açmazın üstesinden gelmemiz, soruna hakiki bir neden bulmamız, çetin bir ikilemi çözmemiz gereken durumlarda bizi ayakta tutan, aynı zamanda kendi başlı başına bir “ahlak” olan, insanın bu yüzleşebilme becerisi ve yeteneğidir. Ancak yüzleşebilen insanlar kendilerini aşabilir, sorunlarıyla baş edebilirler.” Murathan Mungan

“Ayna” metaforu, salgın sürecinin klişesi haline geldi. Çok sayıda değerlendirmede, “koronavirüsün kapitalizme ayna tuttuğu” ifade edildi. Bizzat içerisinde yaşadığımız bu toplumsal düzene bir kez de pandeminin aynasından bakma şansı bulmuş olduk…

Neden ayna? Ayna, görülmeyenin ya da yeterince görülemeyenin görülmesine yardımcı olan bir nesne. Görüş açısında olanı görmek için aynaya ihtiyaç duymaz insan. Kendi bedenimiz, görüş açımızda değildir; kendimizi görebilmek için ayna yetişir yardımımıza. Gerçeğin simetrik yansımasına bakarız aynada…

Gerçeği büken aynalar da var evet; ama şimdilik o konu tartışacağımız meselenin dışında.

Kendisine, üyesi olduğu siyasal yapıya, içinde bulunduğu sosyal topluluğa, yaşadığı mekâna bir süre sonra körleşebilir insan; göremez olur. Çoğunlukla kaçınılmaz bir durumdur bu. İçerisinde olunana körleşme, dışarıdan bakabilme yeteneğinin körelmesidir aynı zamanda. İçinde bulunulan yapı, zamanla üzerine giydiği bedene dönüşür. Bu durumda dışarıdan bakabilmek ve yeterince görebilmek için bir aynaya ihtiyaç duyulur.

Aynaya bakmak, yüzleşmenin ilk adımıdır… İnsan psikolojisi bin bir türlü oyunlar oynar, yüzleşmekten kaçmak için. Çünkü çoğu durumda yüzleşme sarsar insanı; huzursuz eder. Psikolojik savunma mekanizmaları çalışmaya başlar. İç ses, “Sen haklısın” diye seslenir. “Sende hata yok, sen doğru olanı yaptın.” der. Rahatlatan, huzursuzluktan uzaklaştıran bu ses, yüzleşme şansını ortadan kaldırır. Hataların, eksikliklerin, kusurların üzerini örter; hepsine mazeretler üretir, akılcılaştırır.

Ayna şanstır… Bir topluluk, bir kişi ya da bir olay ayna tuttuysa bize; gerçeği görmek, gerçekle yüzleşmek için şans sunmuş demektir. Yaşanılan körleşme kendi kendine aşılamadığında, tutulan bu ayna gerçekten büyük bir şanstır.

Bazen bünyesinden atamadığı kronikleşmiş bir sorundan dolayı gelen istifa kararı ayna tutar bir siyasi yapıya. Bu olay, “Tutulan aynaya bak ve gör durumunu, gör ve aş; aş ki güçlenebilesin” der. Görülmeyeni, görülmek istenmeyeni göze batırır.

Bazen kadınlar, bir söz ya da bir eylemle erkeklere ayna tutar. Benliğin kılcal damarlarına kadar işlemiş erkeklikle yüzleşmek için bir şanstır bu.

Bazen deneyimiyle, birikimiyle her şeyi en iyi bildiğini/gördüğünü düşünene tüm tazeliğiyle ve toyluğuyla bir genç insan ayna tutar. Yaşamın değişimi karşısında eskiyen, kireçlenen yanları görmek ve yenilenmek için bir şanstır bu.

Örnekler çoğaltılabilir; fakat değerlendirmemizde tartışmak istediğimiz konular bunlar da değil şimdilik. Devam edelim.

Tutulan aynaya bakmak ve yüzleşmek, “bilinç, cesaret ve irade” ister.

Gerçeğin aynadaki yansımasını görmek için, öncelikle aynanın kendisi görülmeli. Yaşanılan şey her neyse, varsa oradan tutulan bir ayna, onu fark etmek ve ıskalamamak önemli. Önce aynayı, ardından aynaya yansıyan sureti görebilmek, bilinçli insanın işidir.

Aynayı fark etmek yetmez. Aynadaki görüntü bizi ne denli rahatsız etse de ona gerçekten bakabilmeli ve gördüklerimizle yüzleşebilmeliyiz. Hemen devreye giren psikolojik savunma mekanizmalarıyla baş edebiliyor ve bizi hep haklı çıkartmak için seslenip duran iç sese kulaklarımızı tıkayabiliyor muyuz? Gerçek bir yüzleşme, cesaretli insanın işidir.

Aynaya bakmak ve aynaya yansıyanla yüzleşmek… Değişim, dönüşüm için atılacak adımlar bunlar. İç devrimimizi geliştirmek, o alandaki tıkanıklıkları/kireçlenmeleri aşmak ve yolu açmak için olmazsa olmazlarımız. Sonrası; kararlılıkla, ısrarla, inatla üzerine gitmek; yüzleşme sürecinden geri düşmemek. Yüzleşmeyi iç devrim sürecinin sürekli işleyen zembereği haline getirmek iradeli insanın işidir.

Bu uzunca girişten sonra tartışmak istediğimiz esas meseleye gelebiliriz artık.

Bazen yaşamımızın doğal akışını alt üst eden bir gelişme de bize ayna tutar. Yeryüzüne yayılan bir salgın hastalık, işte böyle bir işlev görebilir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz salgın süreci yalnızca kapitalizme değil, devrimci sosyalist bireye de ayna tutmuştur. Bu anlamda “Koronavirüs hepimize bir şans sunmuştur” diyebiliriz…

Devrimci birey, yüzleşmekten kaçmaz/kaçmamalıdır. Ayna tutularak sunulan şansı ıskalamaz/ıskalamamalıdır. Devrimci benliğin gelişiminin, içsel devrimin sürekliliğinin bir gereği olarak kabullenir/kabullenmelidir.

Devrimci birey, “hata yapmayan, kusursuz, mükemmel insan” değildir. Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Mükemmel insan, ölmüş insandır.” Devrimciyi, sıradan insandan ayıran önemli niteliklerinden birisi de hataları karşısında takındığı tutumdur. Devrimci birey, hatalarıyla dürüstçe yüzleşir, onlarla hesaplaşır, aşar; aştıkça güçlenir.

Koronavirüs salgını, yaşam koşullarımızda -epeyce zorlayıcı yönleri de olan- önemli değişiklikler yarattı. Evet zorlandık. “Zorlanma” meselesini, genel bir ifade olarak ele aldığımızda, bunda yanlış ya da anormal bir durum yok. Fakat salgının tuttuğu aynaya dikkatle bakıp zorlanma sürecimizi masaya yatırdığımızda, iş bir parça değişiyor; eksikler, yanlışlar, “anormallikler” göze çarpmaya başlıyor.

Tam burada salgın süreci bağlamında, devrimci kimliği ayakta tutan iki ana sütundan söz etmeliyiz. “Devrimci politik var oluş” ve “ben değil biz ilkesi.” Her ikisi de Marksist ideolojiden beslenir; gücünü Marksizm’den alır.

Devrimci politik var oluş, en özlü biçimde anlamını Marks’ın 11. Tez’inde bulur. “Değiştirme” iradesine işaret eder Marks bu tezinde. İnsanın kolektif eyleminin değiştirme gücü anlatılır.

Değiştirmek için, önce verili olan yorumlanmalı ve kavranmalıdır elbette. Devrimci pratiğin yol haritası, bu kavrayıştan çıkartılmalıdır. Devrimcinin aklı sürekli böyle çalışır/çalışmalıdır.

Kapitalizmin kutsadığı bireyciliğin ve onun açığa çıkarttığı bencilliğin panzehiridir “ben değil biz” yaklaşımı. Soyut bir manevi değerden öteye, değiştirme eyleminin somut bir gerekliliğidir bu aynı zamanda. Örgüt, bilinçli bir “biz” oluşun cisimleşmiş halidir.

Şimdi salgın sürecinin tuttuğu aynadan bakışlarımızı ayırmadan sorular soralım kendimize.

Evet, bugüne kadar karşılaşmadığımız yeni bir durumla karşı karşıyayız. Evet, -kitle çalışmalarımızdan gündelik yaşamımızı planlamaya- birçok yönden zorluyor bu durum hepimizi. Bütün bunlara rağmen aklımız nasıl çalıştı? “Yeni durumu, bu durumun beraberinde getireceği kapsamlı sonuçları kavramaya çalışmalıyım; yeniye adapte olmalıyım; devrimci pratiğimin rotasını buna göre yenilemeliyim” mi dedik? Yoksa zorluklar karşısında yakalandığımız panik/kaygı/korku halleri, bu soruları düşünemeyecek kertede devrimci benliğimizi felce mi uğrattı?

Aynı şekilde, salgın sürecinin getirdiği zorluklar karşısında “ben”le başlayan cümleler mi kurduk daha fazla, yoksa “biz”le başlayan cümleler mi? “Ben ne olacağım?” paniğiyle boğuşurken, kendi  “büyük” dertlerimizden kafayı kaldırıp, çevremizdekilerin sıkıntılarını görecek bir mecal bulamadık mı? “Devrimci, hangi koşul altında olursa olsun ‘ben değil biz’ diyebilendir;” bu temel doğrumuzu unuttuk mu?

“Bu zorlu süreçte ben çok iyiyim ve güçlü bir şekilde ayaktayım.” da diyebiliriz. Yeterli mi bu? Gücümüz, yanımızdakini elinden tutup ayağa kaldırmaya yaramıyorsa; iyiliğimizin kolektife hayrı dokunmuyorsa, bir başka biçimde yine “biz” demeyi unutmuş olmuyor muyuz? Edip Cansever’in “Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir” dizesini bir parça değiştirerek söyleyelim o zaman: “Zorluklar karşısında ayakta kalmak, kolektif de ayaktaysa ayakta kalmaktır…”

Tekrar belirtelim; “yaşadığımız böylesi bir salgın durumunda zorlanmanın, devrimci kimliğin sınırları dâhilinde anlaşılır bir tarafı var.” Yeni ve zorlu durumu kavramak ve adapte olmak, alışkanlıklarda köklü değişikliklere gitmek kolay ve anında olacak şeyler değil. Fakat işaret ettiğimiz iki kritik nokta, sınırı ne kadar ihlal ettiğimizin göstergesi. Bu iki noktada yaşanan sorunun boyutu, normal bir zorlanma durumundan daha derin anlamlar içerir.

Sağımızdakine solumuzdakine bakmadan önce, aynada kendimizle yüzleşerek bu soruları sormalı ve sınırı ne kadar ihlal ettiğimizin çözümlemesini yapmalıyız hepimiz. Kendi durumundan önce başkasının durumunu hesaplaşma konusu yapmak, kendiyle yüzleşmekten kaçışın bir yolu oluyor çoğu zaman. Yüzleşmekten kaçmak için ne yaparsak yapalım, eksikliklerimiz/zaaflarımız/zayıflıklarımız/hatalarımız inatla peşimizi bırakmıyor oysaki. Ve onları aşamadan da güçlenemiyoruz…

Devrimci sosyalist bireyin acil bir görevi daha var o zaman; “pandemi aynasında cesaretle ve dürüstçe kendisiyle yüzleşmek.”

Tartışmamıza sevgili Murathan Mungan’ın sözleriyle başladık; yine onun sözleriyle şimdilik noktalayalım:

“Kendimizi oldurmak, geliştirmek; kişisel malzememizi gözden geçirmek, benliğimizi bütünlemek, yaşamımızı yenilemek, varoluşumuzu anlamlı kılabilmek için, gereken durumlarda kendimizle, gerçeklerle ve hayatla ‘yüzleşebilmek’ gereklidir. Özellikle zaman ve mekân içinde yol alırken katettiğimiz çeşitli dönemeçlerdeki zorunlu, kaçınılmaz yüzleşmelerde bizi dağılmaktan koruyacak, içimizi sağlamlaştıracak, bize gereksindiğimiz ‘iç gücünü’ kazandıracak olan şey budur.”

Yazarın Diğer Yazıları