Yamyam Kapitalizme Karşı Çıkmak
Nancy Fraser’dan sistemimizin yıkıcı doğası, dönüştürücü eleştiri ihtiyacı ve yeni sınıf mücadelesi biçimleri üzerine –Kasım 2022
Çeviri: Karşı Mahalle Kollektifi
İçinde yaşadığımız zamanı nasıl tanımlarsınız? Bir krizde miyiz? Birden fazla krizin içinde miyiz? Bir felaketin içinde miyiz?
Ben yaşadığımız durumu iki nedenden ötürü çağın krizi olarak adlandırıyorum. Birincisi, bu sadece sektörel değil genel bir kriz, tüm toplumsal düzenin krizi. Ne “sadece” ekonomik, ne “sadece” ekolojik, ne de “sadece” siyasi bir kriz; bir sorumluluk krizi de değil. Tüm bu krizler aynı anda, birbirlerine yaklaşarak ve birbirlerini şiddetlendirerek yaşanıyor.
Bu türden genel krizler oldukça nadirdir. Yaklaşık 500 yıllık kapitalist tarih boyunca, tüm toplumsal düzenin yaşayamaz hale geldiği bu türden sadece dört kriz yaşadık.
Yaşadığımız krizin çağın krizi olduğunu düşünmemin ikinci nedeni ise sistemsel olmasıdır. Yaşadığımız devasa mantıksızlıklar ve adaletsizlikler tesadüfi değildir -toplumsal düzenimizin yapısında ve dinamiklerinde derin kökleri vardır-. Bu da kapitalist toplum düzenidir, elbette kapitalizmin tarihsel olarak özgül bir biçiminde yaşıyor olsak da.
Çağdaş kapitalizm biçimimizi “yamyam kapitalizm” olarak tanımlıyorsunuz. Bununla neyi kastediyorsunuz?
Kapitalist ekonomiler kendi temel koşullarını yok etmeye yönelik yerleşik bir eğilime sahiptir. Yapısal olarak doğayı, ötekileştirilmiş(racialized) halkların zenginlik ve sağlığını tüketmeye, hizmet ve kamusal eylem kapasitelerimizi etkisizleştirmeye hazırdırlar. Bu yüzden kapitalist krizler “sadece” ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, politik ve ekolojiktir. Ve yine bu yüzden sistemin çelişkileri, Marx’ın tanımladığı “düşen kâr oranı” gibi “yalnızca” ekonominin içinde yer alan belirli bir alanda konumlanmaz.
Aksine, kapitalizm, kapitalist krizin diğer büyük teorisyeni Karl Polanyi tarafından analiz edildiği üzere, alanlar arası çelişkileri de barındırır. Polanyi, sistemin bir yandan ekonomik değer mantığı diğer yandan da doğal ve toplumsal yeniden üretim mantığı arasındaki çatışmalara dayanan kriz eğilimlerini teşhis etmiştir.
Kapitalizmin bu ekonomi üstü çelişkileri, mevcut krizimizin sosyal, politik ve ekolojik yönlerini oluşturan ekonomi ötesi unsurlarının kaynağıdır. Bu krizi ve daha önceki genel krizleri tam olarak anlamak için hem Marx’ın hem de Polanyi’nin görüşlerini bütünleştirmemiz gerekir. Bu mercekten baktığımızda, kapitalizmin yalnızca fabrikalardaki özgür proleterleri sömürmekle kalmadığını, aynı zamanda bu sömürüyü mümkün kılan “ekonomik olmayan” kaynakları da tükettiğini görebiliriz; örneğin, “emek gücünü” üreten ve sürdüren aileleri, mülkiyet haklarını koruyan ve temel altyapı ve kamu mallarını tedarik eden devletleri, yaşamı mümkün kılan ekosistemleri ve “hammaddeleri” üreten doğal süreçleri.
Bir tür yamyamlık olarak gördüğüm bu dinamik, kapitalizmin her biçiminde yerleşiktir. Her biçimi doğayı yiyip tüketmeye, bakım emeğini ve toplumsal yeniden üretimi parçalamaya, yarı özgür işçilerin, özellikle de ötekileştirilmiş(racialized) nüfusun refahını ve sağlığını bozmaya ve son olarak da tüm bu sorunları ele almak için ihtiyaç duyduğumuz kamusal güçleri, yani siyasi alanı katletmeye hazırdır.
O halde kapitalizmin yamyam doğası, sistemi çok boyutlu krizlere ve çoklu adaletsizlik biçimlerine yöneltir; ekonominin yanı sıra ekoloji ve siyaset krizleri, geleneksel anlamda sınıfın yanı sıra toplumsal cinsiyet/cinsiyet ve ırk/etnisite/imparatorluk adaletsizlikleri gibi.
O halde kapitalizmin kendisi neden bu kendi kendini çürüten iç dinamiklerin kurbanı olmadı?
Kapitalizmin tarihi, sistemin çözülmekte olduğu genel kriz dönemleri ile tasarımının elden geçirildiği yapısal reform dönemlerinin birbirini izlediği bir diziden ibarettir. Her revizyon bir önceki krize yanıt verir ve yeni tasarım sistemin çelişkili yamyam dinamiklerini yumuşatmayı amaçlar.
Sosyal-demokrat ya da New Deal kapitalizmi olarak adlandırılan ve şu anki neoliberal aşamamızdan hemen önce gelen biçim buna iyi bir örnektir. Bu uyarlama, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki şiddetli bunalımlar ve dünya savaşlarında kendini gösteren liberal/sömürgeci sanayi kapitalizminin krizine doğrudan bir tepkiydi. Bu krizin kökleri, sermayenin kendisine özgürce yardım ettiği ancak yenilemeyi ya da onarmayı başaramadığı tüm kaynakları oburca kullanmasına dayanıyordu.
Sosyal-demokrat “çözüm”; düzenleme, sosyal hizmet sağlama, talep yönetimi vb. yollarla sermayeyi “kendi iyiliği için” dizginlemek üzere devlet gücünün kullanılmasını içeriyordu. Bu politikalar, bazı insanlar için diğerlerinden daha iyi olsa da onlarca yıl boyunca işe yaradı, ancak ortaya çıkan rejim ne gerçekten adil ne de gerçekten sürdürülebilirdi. Dolayısıyla, 1970’ler ve 1980’lerde çözülmeye başlaması ve 1990’larda bugün sahip olduğumuz neoliberal küreselleşmiş kapitalizmi getiren başka bir sistemik uyarlamaya yol açması şaşırtıcı değildir.
Bugün deneyimlediğimiz kapitalizm biçiminin özelliği nedir?
Özellikle vahşi ve yağmacıdır. Neoliberal kapitalizm, sistemin doğasında var olan yamyamlık eğilimlerini önceki rejimin dayattığı kısıtlamalardan kurtarıyor. Böylece, sorumluluk ve dayanışma kapasitelerimizi, altyapılarımızı, siyasi alanlarımızı, yaşam ve çalışma koşullarımızı, doğanın kendini yenileme ve yeniden üretme becerilerini acımasızca yiyip bitiriyor.
Bunu, sistemin sapkınlığını, çoklu mantıksızlıklarını ve adaletsizliklerini tüm boyutlarıyla gözler önüne seren COVID-19 salgınında çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bana göre COVID, toplumsal düzenimizin ifşa edici bir röntgenidir. İçinde neoliberalizmin yamyam kapitalizminin tüm çelişkilerini nasıl keskinleştirdiğini görüyoruz. Peki, şu anki durumumuzu nasıl tanımlayabilirim? Her açıdan çok tehlikeli bir karmaşanın içindeyiz.
Bu durumun, bu tarihi dönemi yaşayan insanlar üzerindeki etkileri nelerdir?
Bu akut genel krizin korkunç baskısı altında yaşayan pek çok insan, daha önce her şeyi az çok bir arada tutan hâkim sağduyudan uzaklaşıyor. Artık serbest piyasanın sorunlarının çözümü olduğuna, hükümetlerin yalnızca “tüm bürokrasiyi ortadan kaldırması” ve piyasanın sihrini göstermesine izin vermesi gerektiğine inanmıyorlar. Yerleşik elitlere ve ana akım siyasi partilere sırtlarını dönüyorlar.
Bu durum, Antonio Gramsci’nin “hegemonya krizi” olarak adlandırdığı durumu da içeren krize yeni bir boyut katıyor. İnsanlar yeni, ezber bozan çözümler arıyor. Bu bir yandan özgürleştirici sol projeler için bir açılım anlamına gelse de karanlık bir tarafı da var: pek çok kişi azınlıkları acımasızca günah keçisi ilan eden otoriter güçlü adamlara yöneliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki alternatif sağ beyaz üstünlüğü hareketi ya da Almanya’daki Alternative für Deutschland (AfD) gibi her ülkenin kendi versiyonu var.
Fakat daha ilerici cevaplar da var, değil mi?
Evet, çok fazla sol enerji de görebiliyoruz: çoğalan protestolar, yeni parti kurma girişimleri ve özgürleştirici katılım için artan bir istek. Ancak şimdiye kadar tüm bu aktivizm dağınık ve parçalı kaldı; ortak bir projede birleşmek bir yana, bir karşı hegemonya seviyesine yükselmedi.
Bunun bir nedeni, genel olarak kapitalizmin, özel olarak da bizim kapitalizmimizin muazzam bir yaşam koşulları karmaşıklığı sunmasıdır. Herkes krizi aynı şekilde deneyimlemiyor. Protesto edilecek çok şey var ve hareketler genellikle özellikle acil olarak algıladıkları bir konuyu ele alıyor. Bazıları için bu polis saldırılarıdır. Diğerleri içinse düşük ücretler ya da güvencesiz çalışma. Bazıları içinse yükselen deniz seviyeleri, aşırı sıcaklar ve orman yangınları ya da yüksek kalitede uygun fiyatlı çocuk bakım hizmetlerinin bulunmamasıdır.
Başka bir deyişle, insanlar birçok yerde birçok sorun etrafında hareket yaratıyor. Bunların hepsi gerçek sorunlardır. Bunları demokratik kolektif eylem yoluyla çözme çabaları sadece akla uygun olmakla kalmaz, aynı zamanda daha geniş kapsamlı dayanışmalara ve daha geniş, daha radikal projelere yol açabilir. Ancak bunun gerçekleşmesi için insanların noktaları birleştirmesi; dağınık protestolara neden olan çeşitli sorunların hepsinin tek ve aynı sosyal sisteme, yani kapitalizmin özellikle yağmacı, yamyam mevcut biçimine dayandığını görmesi gerekir. Farklı mücadeleler arasında çoğu zaman karanlıkta kalan bağlantıları görünür kılmamız gerekiyor.
Bu bağlantıların karartılmasının üstesinden nasıl gelebiliriz? Bunun yerine ne tür talepler ve çerçeveler insanları bir araya getirebilir?
Bence ilk adım -hem eleştirel bir teorisyen hem de bir aktivist olarak konuşuyorum- bu olguların birbirleriyle olan bağlantılarını ortaya çıkarmaktır. İnsanlara noktaları birleştiren bir harita vermek, protesto hareketlerinin kendilerini diğerleriyle ilişkili olarak konumlandırmalarını, potansiyel müttefikler bulmalarını ve nihayetinde güçlerini birleştirmelerini sağlamak. Bunu Leninist anlamda söylemiyorum; “ikincil” olduğu varsayılan bazı meseleleri daha önemli olduğu iddia edilen meselelere tabi kılmakla ilgili bir durum değil bu. Daha ziyade, kişinin iddialarını iş birliğine kapı açacak ve daha geniş projeleri teşvik edecek şekilde yeniden formüle etmesiyle ilgili.
Bu tür bir süreç sayesinde, şu anda sağ popülizme yönelen insanların en azından bir kısmını, hatta belki de birçoğunu kazanmak mümkün olabilir. Kararlı otoriterleri ya da “ilkeli” ırkçıları kastetmiyorum; onlara ulaşılamaz ve nefes harcamaya bile değmez. Ancak popülist safları tüketemezler. Ayrıca güvenilir sol alternatiflere maruz kalmamış pek çok insan var ve böyle bir maruziyet olmadığında, kendilerine hitap eden iyi bir sınıf çizgisi sunan kimse olmadığında, sağ partilere oy veriyorlar. Onlara daha iyi bir şey sunarak bunu değiştirmeliyiz.
Sosyalistler olarak görevimiz, aradaki bağlantıları arayanlara büyük resmi göstermek midir?
Kesinlikle öyle. Bakın ister ABD’deki Trumpçılar ister Almanya’daki AfD olsun, bu adamların bir anlatısı var. Elbette anlatıları herkesi kucaklamıyor, tam tersine bazılarını kucaklıyor, bazılarını ise dışlıyor. Ne yazık ki pek çok insan bunu oldukça ikna edici buluyor.
İhtiyacımız olan şey, bununla etkili bir şekilde rekabet edebilecek, daha da güçlü ve ikna edici olabilecek bir şey. Tabii ki ilerici neoliberalizm (cam tavanları kırma ve “yüksek mevkilere siyah yüzleri getirme” yönündeki vurgusuyla) çözüm değildir. Herkes bunun bir başarısızlık olduğunu görebilir. Bunun itibarsızlaşmasıyla birlikte, işçi sınıfının genişletilmiş kavranmasına ve köklü bir değişime yönelik feminizm, ırkçılık karşıtlığı, eko-politika ve demokratik politika biçimlerinin geliştirilmesi için bir fırsat doğmuştur.
Fark yaratabilecek uygulanabilir bir sol alternatif neye benzer?
Feminist, ırkçılık karşıtı, demokrasi yanlısı, çevreci ve emekçi hareketlerden oluşan bir ittifaka ihtiyacımız var. Böyle bir ittifak, katılımcı grupların her birinin kendi özel sorunlarının diğerleriyle aynı yozlaşmış toplumsal sistemden kaynaklandığını görmesi ve bu sistemi dönüştürme hedefinde birleşmesi halinde güçlü olabilir.
Bu, farklılıklarını soyut bir evrensellikte birleştirmelerini gerektirmez. Aksine, koalisyonun her bir unsuru, statükoya yönelik bir teşhisi paylaşırken, kendine özgü siyasi kimliğini koruyabilir ve geliştirmelidir.
“Kesişimsellik” kavramı, kesişen ancak ortak bir nedeni paylaşan birden fazla soruna işaret ettiği ölçüde, bu tür bir uygulamayı yakalamayı amaçlamaktadır. Ancak değişim ve dönüşüm söz konusu olduğunda kesişimsellik yeterli olmayabilir. Daha ziyade ihtiyacımız olan şey, paylaşabileceğimiz daha güçlü bir dayanışma duygusudur.
Bu aynı zamanda günümüzün devrimci öznesi olan işçi sınıfına dair yeni bir anlayış anlamına mı geliyor?
Evet, az önce ima ettiğim şey tam olarak buydu. Ücret karşılığında sanayileşmiş emeği gerçekleştiren özgür proleterlere odaklanan geleneksel işçi sınıfı anlayışından uzaklaşmamız gerekiyor. Kuşkusuz bu kapitalist emeğin önemli bir yüzüdür, ancak hikâyenin tamamı değildir.
Kapitalizm aynı zamanda; emeği sömürülmek yerine emeğine el koyulan, ötekileştirilen(racialized) ve hakları ihlal edilebilir olarak kodlanan, özgür olmayan ya da bağımlı işçilere dayanır. Bu işçiler de işçi sınıfına aittir, tıpkı kapitalizmin bir diğer önemli işçi grubu olan, sermayenin serbestçe at koşturduğu, ücretsiz ya da düşük ücretli cinsiyete dayalı bakım işçileri gibi.
Hem ötekileştirilmiş/ırksallaştırılmış alt iş (sub-work) hem de toplumsal cinsiyete dayalı bakım işi sermaye birikimi için elzemdir. Onlar olmadan ne sömürülen işçiler olur, ne hammadde, ne meta üretimi, ne artı değer, ne de sermaye olabilir. Dolayısıyla kapitalizm, tek ve aynı toplumsal sistemde işlevsel olarak birbirine bağlı bir değil, üç farklı emek yüzüne dayanır ve emeğin bu yüzleri bugün dönüşmektedir.
Geleneksel imalat işlerinin çoğu, işçi haklarının zayıf olduğu ve sendikaların bulunmadığı görece periferik bölgelere kaydırılmıştır. Sosyal yeniden üretim işlerinin ise çoğu artık, kamu kurumlarında da kâr amacı güden firmalarda da, güvenli ikamet hakları olmayan ve sınır dışı edilme tehlikesi ile yaşayan göçmenler tarafından gerçekleştirilen düşük ücretli hizmet işi şeklini almaktadır. Her iki iş tipinde de işçiler; uygulanabilir haklardan ve siyasi korumadan yoksun olduğu için emek “yarı özgür” olarak nitelendirilir.
Buradan çıkardığım sonuç, kapitalist emeğin her üç yüzünü de (özgür proleter, ötekileştirilmiş olarak alt-iş yapanlar ve bakım türü hizmet işleri yapanlar) karşılıklı kesişimleri içinde kapsayan genişletilmiş bir “işçi sınıfı” görüşü geliştirmemiz gerektiğidir. Böyle bir görüş, özgürleştirici bir karşı hegemonik blok haline gelebilecek siyasi ağırlığa ve vizyon genişliğine sahip genişletilmiş bir koalisyon için temel sağlayabilir.
Hareketler bu kavramı tam olarak nasıl kullanabilir ve bugünkü başarıları için neden önemlidir?
Her hareket, odağı ne olursa olsun, az önce özetlediğim genişletilmiş anlamda sınıfa duyarlı olmalıdır. Örneğin feminizm, “cam tavanı kırmayı” amaçlayan kurumsal feminizmin aksine “%99’un feminizmi” haline gelmelidir. Aynı şekilde, eko-politika da diğer özgürleştirici talep ve mücadelelerle bağlantılı olarak çevre-üstü(trans-environmental) hale gelmelidir; tek meseleye dayanan çevrecilikler gerçekten de “zenginlerin çevreciliği”dir. Emek hareketleri hem taciz ve saldırıdan arınmış bir işyeri için “#MeToo” taleplerini hem de taşeron işçilerin ve bakım işçilerinin taleplerini içermelidir.
Bunlar, karşı-hegemonik bir blok inşa ederken nelere ihtiyaç duyulduğuna dair yalnızca iki örnektir. İklim-emek etkileşimi bir başka harika örnek. İki sektöre birbiriyle bağlantılı bir perspektiften bakmak, ekolojinin sadece tek meseleye dayanan bir hareket ya da yalnızca görece güvenli koşullarda yaşayanları ilgilendiren bir şey olduğu yönündeki derin yanılgının üstesinden gelinmesine yardımcı olmaktadır.
Emek mücadelelerini toplumsal yeniden üretim, ekoloji ve demokrasi ile ilişkilendirerek geniş bir halk tabanını kendimize çekme şansını elde ederiz. Bu tür bir stratejiyi uygulayan bir Sol, mevcut diğer güçleri gerçekten zorlama şansına sahiptir. Bir yandan sağcı popülistlerle, diğer yandan da şirket liberalleriyle başa baş mücadele edebilir.
Pek çok insan “başka bir dünyanın mümkün olduğu” düşüncesiyle harekete geçmiştir. İklim krizinin aciliyeti karşısında bu düşünce biraz zayıflamış görünüyor.
Elbette, ekolojik krizin zaman çerçevesi, dönüştürücü eylemin büyük biçimlerini gerektirmektedir. Bazıları fazla zaman olmadığı için pasifleşebilir ve cesareti kırılabilir, ancak aynı zamanda gerçek bir aciliyet duygusu ve duruma ayak uydurmaya çalışan çok fazla çaba da görüyoruz.
Yeni nesil genç aktivistlerin katılımı ve sayılarının artışı beni yüreklendiriyor. Bu bana bir açıdan radikal sol aktivist olduğum 1960’ların sonlarını hatırlatıyor. Bugünlerde bir profesör olarak, eko-Marksizm ve sosyalizm hakkında bilgi edinmek isteyen öğrenciler arasında muazzam bir taleple karşılaşıyorum. Bunlar onlarca yıldır pek de popüler olmayan konulardı.
Yani gelecek hakkında iyimser olmak için neden görüyorsunuz?
Gördüğüm şey, bağlantılar kurmaya yönelik muazzam bir ilgi. Genç radikallerin ayrı bir ses oluşturmaya odaklandıkları dönemi geride bıraktık. İnsanlar artık ayrışmanın değil, bağlantı kurmanın aciliyetini hissediyor. Kesişimsellik, Eko-Marksizm ve ‘Toplumsal Yeniden Üretim Feminizmi’nin popülerliği bu bağlantı kurma arzusunun belirtileridir. Bu bağlantıları kurabilecek yeni radikal çerçeveler geliştirmeye çalışanlar arasında çok fazla yaratıcılık ve enerji görüyorum. Entelektüel olmak için çok doğru bir zaman.
Bu söyleşi Nathalie Steinert tarafından gerçekleştirilmiştir.
***
Nancy Fraser
Nancy Fraser bir siyaset bilimci ve ABD’nin en tanınmış feministlerinden biridir. Halen New York’taki New School for Social Research’te siyaset ve sosyal bilimler profesörü olarak görev yapmaktadır. Andrew Arato ile birlikte, uluslararası bir eleştirel ve demokratik teori dergisi olan Constellations’ın editörlüğünü sürdürmektedir. Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm”e ilişkin tarihsel analizinin perspektifinden mevcut krize ve bunun nasıl aşılabileceğine bakmaktadır.