Yaşamlarımız sonu belli olmayan sürüklenmelerle mi geçecek?
Gömüldüğümüz yaşamlarımızdan kafamızı kaldırdığımızda bile bir sis bulutu içinde hangi gerçekliği seçebiliyor gözlerimiz? Kulağımıza şu fısıldanıyor: Hangisi gerçek?

İnsanın sürüklenen bir canlı olduğunu düşünüyorum. Uçucu, güvenilmez, savrulmaya yatkın bir canlı… Bu yanıyla zaten hepimiz yoldayız. Hayatın kendisi başlı başına bir sürüklenme ve macera… Ömrümüz bir yolculuk; doğumdan ölüme doğru… Dünyanın ışığı bizden uzaklaşıyor.
Latife Tekin
Rico modern ekonomide ayakta kalabilmek için yapması gereken şeylerin ve yaşayış tarzının kendi iç dünyasında sürüklenmeye yol açacağından korkuyor
Richard Sennett/ Karakter Aşınması
Yeni dünya düzenimizde hepimizin yaşamını kaplayan bir sürüklenme hâkim. Bastığımız topraklar ayağımızın altında eriyor ya da biz zamanı devirirken gün gün, farkında olmadan kayboluyoruz bastığımız topraklarda. Bu sürüklenme halinde oturup düşünsek dünde kalıyoruz. Sürüklenirken tutunduğumuz ağaçlar rüzgâra karışıyor; yersizlik, yurtsuzluk, içimizde biriken eksiklik duygusu, yetişememe…
LatifeTekin’in Sürüklenme romanı da bizim bu halimizi anlatıyor. Ne yapsak tam olamadığımız, tam olma yolunda sıkılıp başka yollara saptığımız, küçük boşluklarımızda kaybolduğumuz. Yönümüzü, ışığımızı kaybettiğimiz.
Romandaki kahramanımız, kız kardeşi Tijen’in ölümü sonrası Tijen’in aktif üyesi olduğu Takviye isimli bir dernek için ülkeden ülkeye, bir kentten başka birine yolculuk yapan, “sürüklenen” cinsiyetsiz, isimsiz bir kahraman. Değersizlik duygusu yaşayan insanlara yaratıcı güç kazandırma ilkesiyle eski devrimcilerin radikal yeraltı örgütlenmesinin yerini alan bir dernek Takviye. Hakkında pek bilgiye yer verilmiyor, bölük pörçük şeyler anlatılıyor.
Havalimanlarında, trenlerde gördüğü, tanıştığı insanlar gibi kendisini yersiz yurtsuz hisseden bu kahramanımıza bir kâğıt geliyor her seferinde Takviye’den; başka şehirlerde, başka görüşmeler yapması isteniyor. Bir kağıt gelir: “Bir gün gelir kalkıp gidersin“.
“Ağırlığını kaybeden insan nerede boşluk açılsa oraya savrulup gider”. Kahramanın ağzından, Latife Tekin’in kaleminden dökülen bu söz ağırlığımızı kaybettiğimiz yeni dünya düzeninin dağınıklığını anlatıyor. Kitapta kahraman olarak üç genci seçmesi bu yüzden belki. Yersiz yurtsuz, kimsesiz kalmış üç genç birbirine yuva olurken bile eksik kalıyor. Birbirlerine çare olduktan sonra bile gitmeye, yolda olmaya devam ediyorlar. Bir yere varılmadan ve varılacak bir yer bulamadan. Romanın da nereye varacağı belirsiz, bu belirsizlik dile de kahramanların duygularına da sinmiş. Roman hep şunu fısıldıyor bize: Her an her şey olabilir ve olan şey bizi şaşırtmamalı.
“Geceyle gündüz arasında açılıp kapanan gözlerimizle dönüp değişen şeylere şaşmadan bakabiliyorduk böyle.“
Roman boyunca biz de şaşırmıyoruz hiçbir şeye, zamanın boşluğunda oradan oraya gidiyoruz. Karakterlerin duygu ve düşüncelerine derinlikli bir açıklık getirmiyor Latife Tekin, muğlak bırakıyor.
“Bugünkü belirsizliğin garip yönü hiçbir korkunç tarihi felaket olmadan olmasıdır; belirsizlik güçlü kapitalizmin gündelik işleyişine sinmiştir”
Richard Sennett / Karakter Aşınması
Ülkeden ülkeye, şehirden şehre uzanan roman boyunca yaşananların nereye varacağı belirsiz; kahramanın düşünceleri, zamanın akışı belirsiz; belirsiz bir yaşamın silik izleri hakimken sorgulamıyor, sorgulatmıyor; hayat olağan akışında akıp gidiyor işte. Yarınımızın büyük planları yok, belki yarınımız hiç yok. Güvencesizlik hissi düşüncelerimizde, duygularımızda… Gömüldüğümüz yaşamlarımızdan kafamızı kaldırdığımızda bile bir sis bulutu içinde hangi gerçekliği seçebiliyor gözlerimiz? Kulağımıza şu fısıldanıyor: Hangisi gerçek?
Yine de bulduğumuz o gerçeğin hülyasına sımsıkı tutunuyoruz, romanda hayal kırıklarıyla birbirine sarılan üç genç gibi. Yollarda sürüklenen karakterimiz gibi. Bazen adımlarımızın birbirine geçtiği sokaklarımız gibi. Şiddetin, ölümün, umutsuzluğun, çıkmazların kol gezdiği ülkemizde çekiştirilen kollarımızın birbirini tutması gibi. Bu sis perdesinin ardında geçmişi arıyoruz bir yönüyle. Kahramanımızın sürekli geçmiştekileri hatırlaması gibi. Bu dünyanın karmaşasında tanıdık yüzler arıyor gözlerimiz.
“Gözümüzden sızan son damla ışık da eriyecekmiş gibi titrek adımlarla yönümüzü bulmaya çalışarak yaşayacaktık bundan sonra, ayaklarımız bastığımız yere oturmayacaktı bir daha artık.“
Bir yanıyla bu yönü belli olmayan yolculuklardan bir yanıyla ayaklarını basacağı sağlam bir yer bulamayan kahramanımız eski dünyadan kalan yaşam tecrübesiyle yeninin içinde kaybolur. Romanın sonunda yolculuklar boyunca düşünen kahraman, her şeyi bırakıp arkadaşı ve dernek başkanının eski eşi Nevres’in yaşadığı Cehil’de yeni bir hayat kurmayı planlayarak oraya gider. Fakat Cehil de yeni düzenin kurallarının hâkim olduğu bir yere dönüşmüştür. Bu düzenin sinmediği bir kara parçası kalmıyor sonuçta dünyamızda. Orada da yeni bir yaşamın kendisine olanak vermediğini anlayarak sonunu tahmin edemediğimiz bir başka yolculuğa savrulurken biter roman.
Peki bizim yaşamlarımız sonu belli olmayan sürüklenmelerle mi geçecek? Savrulan düşünce ve duygularımız birbirimizi bulmayacak mı? Bu dünya, ayaklarımızın altından kayan toprakları biriktirmeyecek mi?
“Hepimizin hayatında herkesin sığabileceği kadar boşluk var…“
Hepimiz birbirimizin boşluklarına sığabilir, o boşlukta çoğalabiliriz. Bize sunulan bu yaşamın kasvetli havasını boşluklarımızdan doğru dağıtabiliriz. Dünya kocaman bir köy ve hepimiz aynı uçaktayız ve uçak düşerse karışırız birbirimize.
Bayanlar baylar hepiniz aynı uçağa bineceksiniz tanışalım havalanmadan uçak düşerse karışacaksınız birbirinize…