Dehanın Bilgelik Karşısındaki Yenilgisi: Oppenheimer
Christopher Nolan’ın yeni filmi Oppenheimer, çıktığı günden beri dillerden, storylerden, tweetlerden düşmüyor. Oppenheimer filmi, atom bombasının mimarı, ünlü fizikçi Oppenheimer’ın hayatını (biyografisini) izleyicilere anlatıyor. Peki, şimdiden milyonların izlediği bu filmi nasıl ele almak gerekir? Oppenheimer, yalnızca ünlü bir bilim insanının hayatını mı anlatıyor? Film, Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombalarını mı içten içe temellendiriyor? Yoksa filmin anlatısı, bu iki yoldan herhangi birine indirgenemeyecek bir noktaya mı ulaşmakta?
Deha hiç sıradan olur mu?
Filmin bir yerinde, Oppenheimer’ın düşmanı olan Lewis Strauss, “Deha, bilgelik öğretmez.” der. Çoğu zaman, dehaların aynı zamanda bilge olduklarını düşünsek de Strauss’un bu sözleri bizleri düşünmeye sevk eder. Aslında benzer bir ifadeyi, ünlü Yunan filozof Herakleitos çok uzun zaman önce şöyle ifade etmiştir: “Çok şey bilmek kavramayı öğretmez.”[1]
Oppenheimer’ın “sıradan bir dahi”[2] olup olmadığı sorulabilir. Çünkü az önce alıntıladığımız iki ifade, bilge olmayan dahilerin “sıradanlığını” imler. Sıradan dahilere Einstein örnek[3] gösterilebilir. Einstein kendi alanında çok başarılı bir bilim insanı olsa da, Yaşamımdan Notlar’da ya da birçok başka yerde[4] sıradanlığını göstermiştir. Nolan, filmde Oppenheimer’ın sıradan olmayan dahiliğini bizlere gösterir: Oppenheimer, T. S. Eliot’ın Çorak Ülke’sini, Marx’ın Kapital’ini okumuş bir fizikçidir. Saydığımız kitaplar çok önemli olsalar da kendi alanı dışında önemli bir metin okuyan her dahinin sıradanlıktan kurtulacağını söyleyemeyiz. Oppenheimer’ın sıradışı dehası, pratik yaşamda, okuduklarının hakkını vermesidir.[5] Filmde birçok yerde, şairane bir üslupla, fiziği insanlara anlattığını görmekteyiz. Onun dışında, öğrencilerinin boykotlarına destek verdiği de filmde açıkça gösterilir, hatta bir sahnede, sınıfa politika sokmaması konusunda uyarılır. Oppenheimer, herhangi bir komünist parti mensubu olmasa da o, bir sosyalisttir ve akıbetini belirleyecek olan da budur. Zaten filmde akıbet baştan bellidir; film, farklı zamanlarda akar, Oppenheimer’ın yargılandığı sahneler, ana hikâyeyi sürekli olarak kesintiye uğratır.
Dehanın sıradışılığı meselesi, az önceki anlatımdan sezileceği üzere, aslında teori ve pratik tartışmasıyla ilişkilidir. Nolan, filmin birçok sahnesinde, Oppenheimer’ın teori ve pratik arasında yaşadığı sorunları öne çıkarır. Örneğin, filmin başındaki laboratuvar sahnesinde, teori konusunda iyi bir bilim insanı olan Oppenheimer’ın uygulamalı bilimlerde pek başarılı olmadığını görürüz. Filmin ilerleyen sahnelerinden birinde[6], iki kişi bir makineyle uğraştıkları sırada Oppenheimer’ı görürler ve ona yardım etmek isteyip istemediğini sorarlar. Tahmin edileceği üzere Oppenheimer, gülümseyerek yardım etmeyeceğini söyler. Geldiğimiz nokta biraz çelişkili gibi görülebilir, çünkü az önce dehanın sıradanlığından söz ederken, Oppenheimer’ı pratik yaşamından ötürü sıradışı olarak yorumlamıştık. Oysa şimdi tam aksi bir yönde ilerlemişiz gibi duruyor.
Nolan, filmde birkaç sahnede şunu vurguluyor: “Teori, bir yere kadar götürür.” Usta yönetmen, bu ifadeyi yalnızca pozitif bilimlerle sınırlamıyor. Az önce söylediğimiz gibi, Oppenheimer, teorik fizikte daha başarılıdır ve sözgelimi atom bombasının yapımında bir yerden sonra yerini, pratikte daha başarılı olan fizikçilere bırakacaktır. Ancak Oppenheimer’ın sıradışı dehası, pratik işinin de göründüğünden daha karmaşık olduğunu sezdiriyor. Şunu söylemek niyetindeyim: Laboratuvardaki bilim de pratiğin içine girer, Oppenheimer’ın sosyalistliği de pratiğin içine girer. O halde teorinin bir yere kadar götürdüğü noktada işi devralan pratik, yalnızca laboratuar ile sınırlı bir şey değil. Bir başka şekilde söylememiz gerekirse, dar bir pratik anlayışı da bir yere kadar götürür. Bilimi, politikadan ayrı tutanlar, tam olarak böyle bir çukurun içine düşmüş olurlar. Oppenheimer’ın buradaki durumu ise bambaşkadır. O, politikaya, çevresindeki bilim insanlarının çoğundan daha yakındır ancak yine de yenilgiye uğramıştır. Oppenheimer’ın yenilgisini daha iyi anlamak adına, filmin başında ve başka yerlerinde Oppenheimer ile özdeşleşen Prometheus imgesinin izini sürmeye çalışalım.
Tanrılar ateşi Oppenheimer’a kendi elleriyle verdiler
Filmin, henüz başında, Oppenheimer ile Prometheus arasında bir benzerlik kurulmaya çalışılır ve bu benzerlik film boyunca sürer. Prometheus[7] mitini hatırlamanın tam zamanıdır şimdi. Marx, felsefe takviminin en muhterem azizi olarak anar Prometheus’u. Aiskhylos’un ünlü tragedyası Zincire Vurulmuş Prometheus’ta anlatılan hikâyeye göre, Zeus tahta çıktığında insan soyunu yok etmek ister. Buna karşın Prometheus, ateşi tanrılardan çalıp insanlara verir ve onların doğadan ayrışmasını, kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmelerini sağlar. Ateş, her türlü zanaatın koşuludur çünkü. Yalnız şunu da unutmamak gerek, Prometheus, ateş ile birlikte umudu da vermiştir insanlara. Zeus, Prometheus’a çok öfkelenir ve onu bir kayaya zincirletir. Aslında Zeus yalnızca bu yüzden kızmamıştır Prometheus’a. Zeus, Prometheus’tan korkar, çünkü Prometheus, geleceği görme yeteneğine sahip olan bir tanrıdır. Prometheus, Zeus’un tahta geleceğini öngördüğü gibi, Zeus’un bir gün tahttan indirileceğini de öngörmüştür. Böylelikle Zeus, kendisini müjdeleyen Prometheus’un, bir başkasını müjdeleme ihtimaline katlanamayarak ondan kurtulmak ister.
Christopher Nolan, Oppenheimer’ın atom bombasının yapımında başrolü oynamasından ötürü, onu, Prometheus’a benzetir. Çünkü 2. Dünya Savaşı’nda korkunç kıyımlar yaşanmıştır, insanlık tehlike altındadır ve bu savaşın artık bitmesi gerekiyordur. Oppenheimer da atom bombasını yaparak aslında bütün insanlığı kurtarmış gibi gözükür ve o da Prometheus’un akıbetinin aynısını yaşayarak yargılanır. Zeus, nasıl Prometheus’tan korkmuşsa, Amerika da aynı korkuyu Oppenheimer’a karşı duymuştur. Soğuk Savaş arifesinde, Oppenheimer’ın Sovyetler’in tarafında olması, Amerika’nın en kötü kâbusu olurdu sanırım. İki kahraman da yeni bir dünyaya açılan kapının anahtarlarıdırlar fakat o kapı açılır açılmaz artık anahtarların bir anlamı kalmamış olur çünkü anahtarlar amaçlarını/ereklerini yerine getirmiş olurlar. Ernst Bloch’un Prometheus hakkında söylediği gibi, “Trajiğin kahramanlarının umut dolu etkisi, o kahramanların çöküşünde doğru olmayan bir şey olduğunu, Gelecek unsurunun o çöküş içinde yükseldiğini apaçık gösterir.”[8] Bloch’un Prometheus yorumundan hareketle, Oppenheimer’ın bilgelik karşısındaki yenilgisini anlamaya çalışalım. Bu yenilgi, ancak Prometheus ve Oppenheimer arasındaki farkla anlamlı hale gelecektir.
Aristoteles’in tragedya kuramından beri şunu bildiğimizi söyler Bloch: Tragedya, izleyicilerinde korku ve acıma duygusunu harekete geçirmeyi amaçlar. Bu anlayış, sözgelimi Sophokles için geçerlidir. Oysa Bloch’a göre, Aiskhylos’un Zincire Vurulmuş Prometheus’u, bir “duyusal kayma” taşır içinde. Prometheus miti, kafa tutma ve umutla öne çıkar. Kafa tutma ve umut, devrimcilikle ilgili iki trajik duyudur ve kadere boyun eğmeyişin parolalarıdır. Prometheus, zincirlenmiş haldeyken yanına gelen herkese asla içinde bulunduğu durumdan çıkmak için Zeus’a boyun eğmeyeceğini defalarca söyler. Oppenheimer’a gelecek olursak, onun için bu iki trajik duyudan söz etmek oldukça zordur. Her şeyden önce, Oppenheimer ateşi tanrılardan çalmamıştır, tanrılar, ona ateşi kendi elleriyle vermişlerdir. Amerika, atom bombasını Oppenheimer’a yaptırtmıştır. Bu yüzden Oppenheimer’da bir kafa tutma duyusu olduğunu söyleyemeyiz, o, başına geleceklerden habersizdir. Prometheus ise, her şeyi, başına gelecekleri bile bile yapmıştır.
Filmden son bir imgeye daha değinip sözlerimizi tamamlayalım. Bir sahnede, uçağın içindeki bir pilot, yanından geçen roketi meteora benzettiğini söyler ve o sahne ekrana verilir o anda. Oppenheimer, atom bombası atıldıktan sonra yaşadığı buhran sahnelerinden birinde, kendisini o pilotun yerinde görür. Bir roket, meteoru andıran bütün dehşetiyle uçağın yanından geçer. İşte bu imge bize, Prometheus ile Oppenheimer arasındaki uçurumun en belirgin halini gösterir. Bloch, meteor imgesini tam bu sahneyi anımsatacak şekilde kullanmıştır Umut İlkesi’nde: “Elektrikli lokomotif yurdu bu dünya olmayan bir dev, stratosfere fırlatılan roketin kuşa nisbeti ise pervanenin taşıma yüzeyine değil meteora olan nisbetine benzer.”[9] Bu alıntıyı şu şekilde yorumlayabiliriz: Prometheus’un tanrılardan çalıp insanlara verdiği ateş, insanların, bazı hayvanların organlarını taklit edebileceği bir teknik yaratımının imkânını oluşturdu. Örneğin, insanlar, köpekler kadar sivri dişli değillerdir, bu yüzden Prometheus’un ateşini kullanarak bıçaklar yapmışlardır ve yemeklerini daha kolay yiyebilmişlerdir. Böylelikle insanlar, Prometheus’un ateşi sayesinde hayatta kalmayı başarmışlardır. Ancak Oppenheimer’ın ateşi, insanları bir anlamda kurtarmış olsa da, bu ateşin Prometheus’inkinden farkı, meteorun yok ediciliğini içinde taşımasıdır. Oppenheimer’a verilen ateş, bir anlamda, insanlığı kurtaran, onun doğadan ayrı yaşamasını sağlayan bir şey değil; insanın, geri döndürülemez bir biçimde doğanın dışına çıktığı, hatta ve hatta doğayı kurtarılmaya muhtaç bırakan bir ateştir. Belki de Oppenheimer’ı asıl yenilgiye uğratan bilgelikten yoksun olan dehası değil, kafa tutma duruşunu sergileyemeyişinin tarihsel zorunluluğudur. Bloch’tan son bir alıntıyla sözlerimizi tamamlayalım: “Hele ki, şimdiye dek en erişilmez görünen güç güdümleyicilerinin, atom altı itkilerin ve bunların yönlendirildiği dönüştürücülerin [transformatör] mümkün kıldığı teknik. Bunlarla birlikte yalnızca organların yansıtılması değil, kısmen, lokomotif, dizel motoru, roketin de hâlâ dahil bulunduğu üç boyutlu mekanik dünyanın diyarı da terk edilmiş olmaktadır.”[10]
[1] Herakleitos, Frag. 40 Diels.
[2] “Dehanın sıradanlığı” bile acayip bir ifadedir. Dahiler, özleri gereği sıradan değillerdir çünkü. Her ne kadar buradaki sıradanlık, dahiler arasındaki bir sıradanlık olsa da.
[3] Ya da hidrojen bombasının babası olarak bilinen Teller’ı örnek gösterebiliriz. Filmde de gördüğümüz üzere, Teller, hidrojen bombasının yapımı konusunda hiçbir tereddüt taşımıyor gibidir.
[4] Örneğin, bir arkadaşının cenazesinde, “Şimdi Besso bu acayip dünyadan benden biraz önce ayrıldı. Bunun hiçbir anlamı yok. Bizim gibi fiziğe inanan insanlar geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrımın sadece inatla sürüp giden bir yanılsama olduğunu bilirler.” demiştir. Bkz. Adrian Bardon, Zaman Felsefesinin Kısa Tarihi, çev. Özgür Yalçın (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019), s. 100.
[5] Sözgelimi, Oppenheimer, bir arkadaşının cenazesine gittiğinde asla Einstein’ın söylediği şeyi söylemezdi.
[6] Oppenheimer bu sahnede artık hoca olmuştur.
[7] Birçok Prometheus imgesinden söz edebiliriz, biz Aiskhylos’un Zincire Vurulmuş Prometheus isimli tragedyasindaki Prometheus imgesini merkeze oturtacağız.
[8] Ernst Bloch, Umut İlkesi, çev. Tanıl Bora (İstanbul: İletişim Yayınları, 2007), s. 520.
[9] A.g.e. s. 796.
[10] A.g.e. s. 796.