Siyasal bilinçdışı nasıl çalışır?
M. Sinan Mert yazdı: Dünyanın toz duman küresel ölçekte savaş riskine doğru koştuğu günlerde Jameson’un ölümü doğal olarak sadece son derece sınırlı bir topluluğun ilgi odağı hâline gelebildi. Ancak böylesi anlarda görkemli geçmişimizle günümüzdeki arayışlarımız arasında köprü kurma çabasını ısrarla sürdüren isimlerin kaybı aslında her zaman tuhaf bir yalnızlaşma hissi yaratıyor.

Başlık bu ama Bahçeli’nin “barış” lapsusundan bahsetmeyeceğim. Konumuz Fredric Jameson.
Fethi Naci’nin “100 soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme” ve “50 Türk Romanı” çalışmalarını çok severim. Naci, bu kitaplarda romanları genel olarak tanıtmaz sadece, olayları ve karakterleri Türkiye’de kapitalist gelişmenin konjonktürüyle ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışır. Romanın, ortaya çıktığı koşullarla bu şekilde ilişkilendirilmesi hem dönemle hem de yazarın yorumlama yönelimleriyle ilgili son derece üretken sonuçlar ortaya çıkmasını sağlar. Toplumsal dinamiklerin ve sınıfsal ilişkilerin hangi tür olursa olsun edebiyat eserlerine farklı biçimlerde kaydedildiğini, metinlerin bu gözle okunabilmesi ve eleştirilebilmesinin toplumsal ilişkilerin dönemsel niteliklerinin anlaşılmasına büyük katkı sağlayacağını söyleyebiliriz. Sanat eserinin, en soyut ve gerçeklikten kopuk gibi görünenini dahi toplumsal hayatın bütünü içine yerleştirilebilmesi, bunun vulgerleştirilmiş bir “yansıma” teorisinin ispatı amacıyla değil de eser ile toplumsal hayatın öğeleri arasında iyi çalışılmış ve ikna edici ilişkilenmelerin görünür hâle getirilebilmesi Marksist edebiyat eleştirisinin önemli bir uygulaması olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’de sosyalizmin kültürel alandaki hegemonyasının liberal sol tarafından pestilinin çıkarılması sonrasında bu tür incelikli edebiyat eleştirilerine denk gelmek son yıllarda daha da zorlaştı. Hüsamettin Çetinkaya ve Sadık Albayrak gibi eleştirmenlerin sesi soluğu kesildi.
Marksist edebiyat eleştirisinin dünya ölçeğinde en önde gelen isimlerinden Fredric Jameson’ı 22 Eylül’de kaybettik. Dünyanın toz duman küresel ölçekte savaş riskine doğru koştuğu günlerde Jameson’un ölümü doğal olarak sadece son derece sınırlı bir topluluğun ilgi odağı hâline gelebildi. Ancak böylesi anlarda görkemli geçmişimizle günümüzdeki arayışlarımız arasında köprü kurma çabasını ısrarla sürdüren isimlerin kaybı aslında her zaman tuhaf bir yalnızlaşma hissi yaratıyor. Bu anları, kaybettiğimiz birikimin mirasıyla haşır neşir olmak ve bunu da üzerimizde öyle veya böyle büyük emeği olmuş bu aydınlara bir minnet ve saygı ifadesi içeren bir veda olarak yaşayabilmek kişisel bir görev gibi görünüyor bana.
Jameson’ı sadece bir edebiyat eleştirmeni olarak tanıtmak tabii ki asla yeterli değil. Ama bu yönü en belirgin olarak öne çıkanı. Eserinin odak noktası karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları ve edebiyat eleştirisi. Bir yoruma göre Jameson’ın edebiyat üzerine çalışmalarının iki temel sorusundan biri kişisel yorumlamanın temellerinin ve geçerliliğinin ne olduğu, kullanılan metaforların yorumu nasıl şekillendirdiğidir. İkinci ve belki en önemli odak ise Tarih’in yorumlarda nasıl temsil edildiğidir.
Jameson, Georg Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci çalışmasını çok önemser. Bu kitabı Marksist felsefenin 20. yüzyıldaki en önemli atılım kaynağı olarak ele alır. Jameson’a göre Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi nasıl Fransız Devrimi’nin tarihsel açılımıysa, Hegel’in Fenomenolojisi Napolyon sonrası Avrupa’da gerçekleşen zincirleme burjuva devrimlerinin yarattığı ilerlemeci iyimserliğin ifadesiyse Tarih ve Sınıf Bilinci de benzer biçimde Ekim Devrimi’nin felsefi açılımıdır. Marksizmi bir bilim olarak görme paravanı arkasında sığlaştırma ve mekanikleştirme tutumuna karşı Marksist felsefenin varlığının meşruiyetini savunan bir tarihsel belgedir. Lukacs’ın Hegelci Marksizmi ve Bütün kavramını yönteminin merkezine yerleştirmesi aslında Jameson’ın da temel hareket noktasıdır. Aslında onun bütün teorik çabası burjuva felsefesinin bölen, parçalayan, bütünü anlaşılmaz kılan tikelleştirme ve özgülleştirme hamlesine karşı bütünü görünür hâle getirmektir. Yalıtık ve kişisel bir üretim olarak görülen edebî metnin ancak toplumsal yaşam ile organik bir ilişkilenmesi sağlanabildiği oranda anlaşılabileceğini bu yüzden vurgular durur. Metinleri incelerken bilinçaltı olarak, merkezî konular olmasa da kapitalizmin görüngülerini keşfetmek ve bunları fark edilebilir kılmak Jameson hermenötiğinin en önemli öğesiydi.
Marksizmi farklı düşüncelerle ele almayı ve bunların etkileşiminden verimli sonuçlar elde etmeyi sık sık denerdi. Jane Austen romanlarında Viktoryen Dönem’deki sömürgecilikten beslenen İngiliz burjuvazisinin izlerini bulabilmesini tarihin bir siyasal bilinçdışı olarak bütün metinlerde varlığını hissettirmesine benzetirken Freud ile Marx arasında oldukça üretken bir bağ da kurmuş oluyordu bir yandan.

Sömürgeleşmiş ulusların bağımsızlıklarını kazandıktan sonra dahi kendilerini sömürgeci standartlara bağlı hissetmelerinin ulusal edebiyatta yarattığı sığlaşmayı eleştirmesi Pakistanlı Marksist Aijaz Ahmad’ın sert eleştirisine maruz kalmasına yol açmış ve bir dönem kolonyalizmin çocuğu bir beyaz Marksist olarak tarif edilmişti. Türkiye’de Nobel gündeminin edebiyat dünyasında ne tür tansiyonlara ve ergence tartışmalara yol açtığı düşünülürse Jameson’ın işaret ettiği noktada tamamen haksız olmadığı hızlıca anlaşılabilir. Jameson’ın Çin’i merkeze alan çalışmaları ve Çinli aydınlarla Batı Marksizmi arasındaki en somut köprü olmayı başarmış olması da “beyazlık” konusundaki sicilini büyük oranda temize çeker.
Yazım üslubu ve anlaşılmasının güçlüğü itibariyle kendisine Adorno’yu örnek aldığını belirtebiliriz ancak Adorno’cu karamsarlık karşısında her zaman Bloch’un Ütopyacılığının yanında, Umut İlke’sine bağlı bir konumda yer alır. Zor yazmasının sebebi ise Brechtçi bir yabancılaşma etkisi yaratarak kendisini ortaya koyabilmenin, hızlı tüketilen; hayatın ve zamanın tamamına egemen olan metalaşmanın ayrımına varabilmenin ancak yavaşlamayla ve tefekkürle mümkün olabileceğini düşünmesindendir.
Jameson bizde en fazla postmodernizmi, Mandel’in geç kapitalizm teorisiyle ilişkilendirmeyi denediği kitabıyla bilinir. Postmodernizmi de büyük oranda Lukacs’tan miras aldığı şeyleşme (reification) kavramını temel alarak açıklar, nicel birikimlerin nitel dönüşümlere yol açması diyalektik ilkesinden yola çıkarak şeyleşmenin tüm hayatı fethetmesinin kültürel yansıması olarak görür post modernizmi. Postmodernizmin tikelciliği, parçalanmayı, toplumun atomize olmasını hızlandıran etkilerine karşı panzehir olarak yeni toplumsal hareketlerin sınıf politikasını kerteriz almak zorunda olduklarını tartışır.
Gülnur Acar Savran, önemli bir değerlendirme metninde Jameson’ı postmodernizmi yepyeni bir kopuş olarak nitelemesine rağmen bunu yeterince güçlü temellendirmediği için eleştirir. Geçtiğimiz yıl Negri’yi kaybettiğimizde aslında post-yapısalcı ve postmodern solun “yepyeni zamanlarda yaşıyoruz” heyecanının da ölümünün gerçekleştiğini düşünmüştüm. Bugün dünyanın yeniden küresel çatışma ve faşizm burcuna girdiği koşullarda gerçekten değişenin ve hiç değişmeyenin ne olduğunu çok iyi ayrıştırmanın bir görev hâline geldiği dönemdeyiz.
Umarız Jameson’ın ortaya koyduğu edebiyatı tarihselleştirme ve toplumsal yaşamın bütünüyle ilişkilendirme projesini sahiplenip geliştirecek zinde Marksist enerjiler vardır ve giderek çoğalırlar.