“Gençleri nasıl kaybettik?”

Mehmet Yılmazer yazdı: Türkiye demografisi iki büyük dalga ile yapısal değişime uğramıştır. İlki ve ikincisi arasında sadece nicelik değil nitelik olarak da büyük farklar vardır. Ve belki de gençleri neden kaybettiğimizin sırrı burada yatmaktadır.

Gazete Duvar’da varoşların dün ve bugününün hikâyesi anlatılıyor. Sınıflar mücadelesi tarihimizde varoşların hikâyesinin özel bir yeri olduğu açıktır. Son yıllarda yaşanan çarpıcı değişim de önemlidir.

Önceleri gecekondu semtleri olarak bilinen bu alanlar özellikle 90 sonrası daha çok varoş olarak anılmaya başlandı. Buralar Gazete Duvar’da anlatıldığı gibi genellikle “sol örgütler tarafından kuruldu”; şimdilerde çetelerin elinde. Gazete buna “mafyatik devrim” diyor. Bu çürüme nasıl gerçekleşti? Sınıflar mücadelesi açısından ne anlama geliyor?

Varoşları iki dönemde ele almak mümkündür. İlki, 1950’lerden 1990’lara kadar gelen süreç; diğeri 90’lar ve özellikle AKP iktidarı sonrası dönemdir. Kapitalizmin bir ülkede gelişmesinin en tipik göstergesi kırdan kentlere göçtür. 1950’ler sonrası yaşanan bu yönde kentlere doğru ilk büyük dalgadır. Bu dalga gecekondu semtlerini yaratmıştır. Bu yıllar gittikçe yükselen sınıf mücadelesi ile bilinir. Siyasi örgütlenmeler, güçlü sendikalar, güçlü öğrenci hareketi  döneme damgasını vurmuştur. Bu yükselişe karşı düzen hemen her alanda “komando kamplarında” eğitilmiş faşist örgütlenmeleri harekete geçirdi. Her gün “sağ sol çatışması” adı altında gazetelere manşet yapılan olaylar yaşananların sınıf karakterini bulanıklaştırdı, özellikle 70’li yılların ikinci yarısında çatışmalar yoğunlaştı ve kitleler bu gerilimden yoruldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi tam da bu yorgunluk momentini seçmiştir.

Aslında 1980’ler sonrası varoşlar için farklı bir dönemin başlangıcıdır. Ancak farklılığın daha açık hâle geldiği yıllar 1990’lardır. Bu farklılığın temel kaynağı Özal’la birlikte başlayan neoliberal ekonomi politikalarıyla kırdan kentlere akan ikinci büyük dalgadır. Bu dalga hem öncekinden daha hızlı hem de daha yaygın olmuştur. Sadece İstanbul’a bakıldığında 1980’de 4.7 milyon olan nüfus 1990’larda 8 milyonu bulmuş, 2000 yılında 10 milyonu geçmiştir. Bugün 17 milyon civarındadır. Genel olarak ise nüfusun %80’i kentlerde yaşamaktadır. (Bekir Ağırdır)

Türkiye demografisi iki büyük dalga ile yapısal değişime uğramıştır. İlki ve ikincisi arasında sadece nicelik değil nitelik olarak da büyük farklar vardır. Ve belki de gençleri neden kaybettiğimizin sırrı burada yatmaktadır.

Birinci dalga ile kentlere gelenler gecekondularla kendi evlerini inşa etmekle kalmadılar, hemen hepsi o günün ekonomik yaşamında “iş sahibi” olabildiler. 50, 60 ve 70’li yıllarda kent kenarlarına yerleşenler hem iş hem de ev sahibi oldular. Gecekondu biçiminde de olsa barınma sorunları çözümleniyordu.

Ancak Özal’la başlayan neoliberal ekonomi politikalarıyla kentlere ikinci büyük göç dalgası yaşandı. 1980’li yılların ikinci yarısında yükselen ve Zonguldak maden işçilerinin Ankara yürüyüşü ile tarihe geçen eylemler Özal’ın neoliberalizminin yolunu kesti. Bu dalga yeniden AKP yıllarında bütün hızıyla başladı. 2009 sonunda Ankara’da tekel işçilerinin direnişi özelleştirmelere karşı güçlü bir karşılıktı; ancak gidişi durduramadı. İkinci dalganın ilkinden en önemli farkı iş sorunudur. İlk göç dalgasında kentlere gelenleri iş dünyası içine çekebildi. Ancak ikinci dalgada kapitalizm kentlere gelenleri ekonomik sistem içine çekemiyordu. Yoğun işsizlik kalıcı hâle geliyordu. Bu Türkiye’ye özgü de değildi. Hemen bütün üçüncü dünya ülkelerinde durum aynıydı. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde nüfusun %80’i kent varoşlarında türedi işlerle yaşıyorlardı. Bunlara daha sonraları “güvencesizler” denildi. Türkiye’de olacakları görebilmek için Latin Amerika’ya bakmak yeterlidir. Latin dünyası bu konuda bizden 20 yıl ileridedir.

İlk ve ikinci göç dalgası arasındaki diğer önemli fark siyasal alanda durmaktadır. İlkinde güçlü devrimci sol örgütlenmeler, sendikalar varken ikincisinde örgütlenmeler erimiş, daralmıştır. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren düzen saatli bombayı andıran varoşlardaki öfkeyi çürütmek için başlıca iki yol izledi. Uyuşturucuyu, kumarı yaygınlaştırmak öfkeyi çürütmek için en bilinen yoldu. Diğeri, dönemin özel karakteri nedeniyle siyasal İslam’ın yaygınlaştırılması oldu. Öfke yerine tevekkül, isyan yerine şükretmek. Elbette bu tek başına yetmezdi. Düzen zor güçleriyle varoşlardaki örgütlenmeleri yıllarca kuşattı, ezdi. Bu kavga 90’lı yıllardan itibaren hemen hemen 20 yılı aldı. Sınıf ve halk örgütlenmeleri ezildikçe çeteler kendilerine sunulan bereketli topraklarda büyüdüler.

Bu gidişin diğer yönü tıpkı Latin Amerika’daki gibi bizde de “narko devletin” şekillenmesi olmuştur. Türkiye varışlı kokain yüklü gemiler daha fazla ele geçer oldu. Marina paylaşımları yaşandı. Uyuşturucu ve kumarın her türlüsü yaygınlaştı.

Emek harcayarak yaşamını kazanmak “enayilik” olarak görülürken, soygunun binbir yolu icad edildi.

Kapitalizmin ilk göç dalgasında kentlere yığılan örgütlü işçi sınıfı ve gençler faşist çetelerce her gün saldırıya uğradı ve katledildi. İkinci dalgada bir de işsizlik denizinin ortasında kalan insanlar kolayca uyuşturucu ve diğer yollara battılar. Bu gidişe isyan etmeye kalkışanlara ise “şükretmek” öğretildi.

Türkiye’den 80 sonrası Batı dünyasına siyasi nedenlerle gelenler çoğunluktaydı. Son yıllarda ilginç bir şekilde iltica için gelenlerin içinde “çeteler” ağırlık kazanmaya başladı.

Ülkenin durumunu en iyi özetleyen gerçek göçtür. Bir yanda eğitim almış gençler bir an önce Batı ülkelerine gitmenin yollarını arıyorlar, yol bulan hemen gidiyor. Öte yandan, içeride varoşlarda sıkışan gençler çeteleşerek, yaşamlarını hiçe sayarak başka yönden yok oluşu seçiyorlar.

Sonuç olarak, gençleri nasıl kaybettik sorusu tam doğru değildir. Düzen kendi vurgunları ile çürürken kendine karşı çıkabilecek en diri güçleri de çürütmeden edemiyor. Gençleri bile isteye kaybediyor.

Bu kayıp sınıf mücadelesini, hak, adalet arayışlarını çürütüyor. Tersine bir düzen kuruluyor. Yağmanın, vurgunun, mala çökmenin en yüksek değer olduğu bir düzen!