Taeazina / تعازينا
M. Sinan Mert yazdı: Hizbullah sadece Lübnan Şii toplumunda değil, farklı katmanlar üzerinde de gerçek bir hegemonya inşa edebilmiş bir harekettir. Özellikle Suriye iç savaşında cihatçılara karşı giriştikleri püskürtme harekatıyla bölgedeki Hristiyan halkların da güven ve saygısını kazanmışlardı. IŞİD ve El Nusra gibi gerici güçler Şam’a yerleşemediyse bunda Rojava’daki direniş kadar Hizbullah’ın da büyük bir payı olduğu görülmeli.
Hamas’ın gerçekleştirdiği Aksa Tufanı harekâtı üzerinden neredeyse bir yıl geçmek üzere. Yaşanan bir yılın bir asra bedel gelişmelerle dolu olduğu görülüyor. Eylem gerçekleştiğinde İran, Hamas ve Hizbullah’ın lideri olan isimler şu an hayatta değiller.
Hamas, 7 Ekim eylemiyle İsrail’le Suudi Arabistan başta olmak üzere İran karşıtı Ortadoğu ülkeleri arasında yaşanması planlanan normalleşmeyi engellemeyi hedeflemişti.
Ancak İsrail siyasal İslamcı Hamas’ın 7 Ekim eyleminde sergilediği meşruiyet kaybettirici zaaflardan da yararlanarak ve emperyalist Batı’nın koşulsuz desteğini de arkasına alarak Ortadoğu’da 2006 Lübnan Savaşı sonrasında oluşan dengeyi bozacak bir şiddet ve katliam sarmalı yaratarak sürecin İran eksenli direniş cephesinin beklentileri doğrultusunda ilerlemesini engellemeyi başardı. Körfez ülkeleri de İsrail’in İran’ın defterini kesin olarak dürmesini ellerini ovuşturarak ve gün sayarak bekliyorlar.
Sonuçtan yola çıkarak Aksa Tufanı eylemi bütünüyle mahkûm edilmeli midir? Hayır. Egemenlerin, ezilenlerin mücadelelerine galebe çalabilme yeteneği ezilenlerin direnişinin meşruiyet zeminini ortadan kaldırmaz. Ezilenlerin hiçbir direnişi zafer garantili değildir.
İran’da 7 Ekim eyleminin düğmesine basılmasının sorumluluğunu taşıyan Reisi’nin sıra dışı ölümü hâlâ sis perdesinin arkasında. Ancak Reisi’nin halefi Pezeşkiyan’ın sahnelemeye çalıştığı kimliğe bakıldığında İran rejiminin kendi içinde bir balans ayarı yapmaya çalışarak İsrail’i teskin etme ve Batı ile kapı aralama arayışında olduğu spekülasyonu ortaya atılabilir. Pezeşkiyan’ın İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrasındaki ilk açıklamasının Hizbullah’ın İsrail’e direnemeyeceği mealinde olması ve daha sonrasında İran Dışişleri tarafından bu açıklamanın kısmen tevil edilmesi de her açıdan dikkat çekici. Gazze ve Lübnan ateş altındayken Pezeşkiyan’ın BM Zirvesi’nde yine oldukça mutedil bir profil sergilemesi de İran’ın kendisine yol bulmakta zorlandığı düşüncesini güçlendiriyor. İran’ın İsrail’e Yemen ve Lübnan üzerinden yanıt vermekle yetinerek pozisyonunu korumasının imkânsız hale geldiği bir aşamadayız. İsrail İran’ı sahaya çağırıyor ancak Rusya’nın başı Ukrayna’da dertteyken Çin’in de malum sebeplerle jeopolitik risklere temkinli yaklaşması dolayısıyla İran güvenli adımlar atamıyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin içeride de çok ciddi bir meşruiyet sorunu olduğu, seçimlere katılım oranının giderek düştüğü, Azerbaycan’ın görece güçlenmesinin ülkenin kuzeyinde çeşitli risklere yol açabileceğinin altı çizilmeli. Malum İsrail’in petrol ihtiyacı Azerbaycan tarafından karşılanıyor.
Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Suriye-Irak-İran hattını Ortadoğu’nun karanlık güçleri olarak kodlaması da dikkat çekiciydi. Suriye’nin akıl almaz bir iç savaşla destabilize edilmesi İsrail’in bugünkü fütursuzluğunda çok önemli bir rol oynuyor. Türkiye’nin desteklediği cihatçıların Suriye’nin savaşma kapasitesini önemli oranda kırmış olması, ülkenin petrol gelirinden de ABD marifetiyle uzunca bir süredir mahrum kalmış olması, çökmüş ekonomisinin de orduyu restore etmeye yeterli kaynak üretememesi İsrail’in olası yayılma sahasında elini serbestleştiriyor. İran’ın stratejik sabır yaklaşımının da İsrail’i cesaretlendirdiği açıktır. İran için sabrın sonunun selamet değil felaket olduğu bir konağa ulaştık.
İsrail kazandığı bu momentumu yeni hedeflere muhakkak yönlendirecektir, olayların bu seviyeden sonra kendiliğinden bir dengeye ulaşması mümkün değildir. Direniş Cephesi’nin direncinin tamamen kırıldığı ve gelişmelerin geri döndürülemez bir noktaya ulaştığı algısı yerleşirse birçok küçük aktör de sahnede yerini almayı deneyecektir.
Ortadoğu’da İsrail ve emperyalizm karşıtı bir sosyalist perspektife ihtiyaç olduğu, bunun bütün bölge halklarının eşitlik ve kardeşlik içinde yaşamasını mümkün kılacak, bölgesel zenginliklerin bölge halklarının ortak refahı için kullanılmasını sağlayacak bir programa dayanması gerektiğini tartıştık. Bu perspektifin de kendisini siyasal İslamcı çizgiden net bir biçimde ayırabilmesi gerektiği de açık.
Ancak Hasan Nasrallah’ın hiç kuşku yok ki direniş içindeki sosyalistlerin neredeyse hiç rezerv koymadan sahiplenebilecekleri bir kimliğe sahip olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Hizbullah 2006’da İsrail’e yenilgiyi yaşatan bir güç olarak zaten ayrıcalıklı bir konuma sahip ancak aynı zamanda Lübnan toplumunun doğasına uyum sağlama konusunda katettiği mesafenin de dikkat çekici boyutlarda olduğu rahatlıkla görülebilir. Hizbullah bu sayede sadece Lübnan Şii toplumunda değil, farklı katmanlar üzerinde de gerçek bir hegemonya inşa edebilmiş bir harekettir. Özellikle Suriye iç savaşında cihatçılara karşı giriştikleri püskürtme harekatıyla bölgedeki Hristiyan halkların da güven ve saygısını kazanmışlardı. IŞİD ve El Nusra gibi gerici güçler Şam’a yerleşemediyse bunda Rojava’daki direniş kadar Hizbullah’ın da büyük bir payı olduğu görülmeli. Nasrallah bu bedeli Filistin halkının direnişine Washington’da nutuk atarak değil kabadayı İsrail’le göğüs göğüse mücadele ederek destek vermeyi tercih ettiği için ödedi.
Bu açıdan Nasrallah’ın katledilmesi bütün Ortadoğu halkları ve emekçiler açısından büyük bir kayıptır.
İsrail’in bu felaket getiren zaferlerinin bölgedeki jeopolitiği dönüştürerek ezilen halklara kimi olanaklar yaratabileceğine dair bir gerici anlayış yakınlarımızda geziniyor. Bu düşüncenin makul bir seçenek gibi tartışma konusu olabilmesinin içinde bulunduğumuz derin insanlık krizinin bir tezahürü olarak okunması ve lanetlenmesi gerekmektedir.
Sosyalistlerin yeri ezilen halkların, faşizme ve emperyalizme direnenlerin yanıdır. Bunun aksini savunan bizden değildir. Biz de onlardan…