“Ortadoğu ve Akdeniz Birleşik Devletler Konfederasyonu” sloganı için uygun zaman mı?

M. Sinan Mert yazdı: Emperyalizmi bölgeden kovacak, tüm etnik kökenlerden ve inançlardan halkların eşit vatandaşlık ve sosyalizm temelinde yaşamasının programını dövüştürecek bir perspektife ihtiyacımız yok mu?

İsrail’in çağrı cihazları ve telsizlere yerleştirilen bombalar aracılığıyla gerçekleştirdiği James Bond filmlerini anımsatan saldırılar AB’nin de iş birliğiyle Ortadoğu’da dengeleri İran merkezli direniş ekseni aleyhine dönüştürmeye yönelik yeni bir hamledir. İsrail’in bu hafta içinde Yemen tarafından vurulmasına verilen bu yanıt emperyalizm tarafından bölgeyi ve dünyayı daha büyük bir ateş çemberine almaya yönelik bir el yükseltmedir. Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zaharova da “Bu yüksek teknolojili saldırıyı organize edenler, Ortadoğu’da büyük bir savaşı kışkırtmak, kasıtlı olarak büyük çaplı silahlı bir çatışmayı teşvik etme peşinde gibi görünüyor” açıklamasıyla bu görüşü desteklemiştir.

Lübnan’da Hizbullah’ın Gazze’deki direnişi desteklemek amacıyla İsrail’in kuzeyini Yahudi yerleşimciler açısından yaşanmaz bir riskli bölge hâline getirmiş olması -60 bin kişinin evlerinden ayrılmak zorunda kaldığı belirtiliyor- İsrail’in iç siyasetinde uzun süredir önemli bir sorun başlığını temsil ediyordu. Lübnan’a yönelik bir askerî operasyonun Gazze’deki savaş açısından riskli sonuçlar yaratabileceğini, Lübnan’da Hizbullah ile başlayacak bir savaşın HAMAS’a yönelik operasyondan çok daha geniş boyutlu sonuçları olacağını iddia eden İsrail savaş bakanıyla Netanyahu arasında bu konuda sürtüşme olduğu biliniyordu. Yemen saldırısında İsrail’in hava savunma sisteminin yetersizliğinin sergilenmesinin ortaya çıkardığı utancın üstü Lübnan ve Suriye’de gerçekleştirilen ve binlerce çağrı cihazının ve telsizlerin eş zamanlı patlatılması gibi imgesel gücü oldukça yüksek bir saldırıyla örtülmeye çalışıldı. Bu gidişat bölgede yaşanacak büyük çaplı bir savaşın kaçınılmazlığını bir kez daha ortaya koydu. Bu aşamadan sonra İsrail’in Lübnan’ın güneyinde bir kara harekâtına başlamasının eli kulağındadır. Hizbullah’ın iki gün üst üste yaşanan saldırılarla sarsılmasının yarattığı kırılganlık ABD ve İsrail tarafından değerlendirilmek istenecektir.

Çağrı cihazlarının üreticisinin Tayvanlı bir şirket olması, şirketin yaptığı ilk açıklamada cihazların kendileri tarafından değil Macaristan’daki taşeronları tarafından üretildiğini açıklaması da dikkat çekicidir. Küresel güçler arasındaki tüm gerilimlerin birbirine bağlanma ve hızla büyüme kapasitesini göstermesi açısından kayda değerdir. İsrail-Hizbullah Savaşı’nın Çin ile Tayvan arasında çatışmayı tetiklemesinin mümkün olabileceği bir pimi çekilmiş dinamitin üzerinde yaşıyoruz. Bunun temel sebebiyse ABD ve İngiltere eksenli emperyalizmin aleyhine gelişen güç dengelerini ancak askeri gücü aracılığıyla dönüştürebileceğine inanmasıdır.

400 sayfalık Draghi raporu, AB’nin kendi “hasta adam” konumunu kabullenmesi olarak da değerlendirilebilir. Küresel güç dengesini savaş yoluyla yeniden düzenleme takıntısı AB’nin enerji bağımlılığı dolayısıyla ekonomik durgunluk tablosunu daha da derinleştirdi. Draghi raporunda da AB’nin önündeki en büyük iki riskin yükselen enerji maliyetleri ve bunun tetiklediği durgunluk olması da şaşırtıcı değil. AB’nin ABD’den görece bağımsız bir tutum alması hem kendi siyasi istikrarını koruması hem de küresel gerilimlerin daha ılımlı bir ölçekte tutulabilmesini mümkün kılabilirdi ancak gelişmeler bu yönde olmadı. 1. Dünya Savaşı, Avrasya merkezli imparatorlukların nasıl parçalanacağını belirleme kavgasından doğmuştu, önümüzdeki savaş açısından da AB’nin geleceğinin ne yönde ilerleyeceği önemli bir ekseni oluşturacak. Bugün Ortadoğu’da yaşanan çatışma, AB’nin yeniden ayağa kalkabilmesi için ucuz enerji kaynaklarına bağımlı olması olgusundan bağımsız ele alınamaz. İsrail’in Gazze ve Lübnan’da yayılarak Güney Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerindeki söz sahipliğini geliştirme çabası, Türkiye ve Mısır’ın zoraki yakınlaşmasıyla buraya karşı bir hamle geliştirmeleri yine Irak-Güney Kürdistan-Ermenistan üçgeninde yaşanan ticaret yolu savaşları AB’nin Rusya’ya alternatif olabilecek enerji yollarına kavuşması kaygısından bağımsız ele alınamaz.

Sosyalistler olarak Ortadoğu’da emperyalizm karşıtlığı dışında öne sürebileceğimiz bir politik önerme olamaz mı? Sadece olabilir değil ama aynı zamanda da olmalıdır. İsrail ve ABD’nin provokasyonlarıyla savaş sarmalının daha da şiddetlendiği günlerde bu daha da büyük bir zorunluluktur. 2010’larda bölgede öne çıkan özgürlük ve eşitlik arayışının emperyalist müdahale sonrasında iç savaşlara bozunması, iç savaşların bölge halklarını büyük insani dramlara ve siyasi alt üst oluşlara yol açan göç yollarına dökmesi, şimdi de İsrail çekişli emperyalizmin bölgeyi rakip güçlerin etkisinden uzaklaştırmayı amaçlayan üst üste el yükseltmeleri Ortadoğu’yu bir kez daha küresel siyasetin merkezine çekiyor. Bölge halkları emperyalizm tarafından çizilmiş sınırları aşan, bölge zenginliklerine el koymuş emperyalizm destekli hanedanlarla hesaplaşan, diktatörlükler yerine demokratik, çapula ve petrol rantına dayalı ekonomiler yerine sosyalist bir geleceği hep beraber inşa edemezler mi? Emperyalizmi bölgeden kovacak, tüm etnik kökenlerden ve inançlardan halkların eşit vatandaşlık ve sosyalizm temelinde yaşamasının programını dövüştürecek bir perspektife ihtiyacımız yok mu?

Bölge halklarının emperyalizme karşı direnişinin başının İran, Hamas ve Hizbullah gibi dinî referanslı yapılar tarafından çekiliyor olması birçok noktada yaşanan krizi büyüten sonuçlar doğurabiliyor. Bunun en önemli sebebi dinci referansların eşit vatandaşlık önünde büyük bir engel oluşturması. Belli bir inancın ayrıcalıklı konumda olduğu bir ideolojinin egemen olduğu bir ülkede emperyalizm tarafından istismar edilebilecek sorunlar yaratılması kaçınılmazdır. Oysa bölgenin en büyük sorunu hiç kuşku yok ki bölgesel zenginliklerin bölge halkları açısından bir refah kaynağı olamaması, tam tersine bir tür lanete dönüşmesidir. Bu durumun ortadan kalkması hiç kuşku yok ki emperyalizmin bölgeden kovulması, Latin Amerika’da olduğu gibi bir bağımsızlıkçı tutumun yaygınlaşmasıdır. Ancak bunun başarılabilmesiyse bu tür bir tutumun bölgede yaşayan tüm ezilen halklar açısından da özgürlüğü ve eşitliği güvence altına almasına bağlıdır. Siyasal İslamcı bir politik proje bu koşulu sağlayamaz. Bölge halklarının ve tüm ezilenlerin sosyalizme ve enternasyonalist birleşik mücadeleye ihtiyacı bu açık gerçekten kaynaklanıyor.

Zayıf bir merkeziliğe, güçlü bir ulusal ve bölgesel yerelliğe sahip, bölge ekonomileri arasında var olan ve son 10 yılda yaşanan göçlerle entegrasyonu geliştiren ve kurumsallaştıran, bölgesel zenginliklerin bölge halkları tarafından refah içinde ortak yaşamı temin edecek biçimde değerlendirildiği, emperyalist varlığa karşı net bir tutum alan, eşit vatandaşlığı ve güvence ekonomisi ekseninde sosyalizmi kurumsallaştıran bir Ortadoğu ve Akdeniz Birleşik Devletler Konfederasyonu imkânsız mıdır?

Şu andaki güç dengeleri açısından öyle görünebilir ancak medeniyetin doğduğu ve kökleştiği bu coğrafyada yaşayan halkların paylaştığı ortak miras, emperyalist müdahaleden giderek kendini bağımsızlaştıran bir geleceği inşa edebilir. Böylesi bir perspektifin işçi sınıfına ve onun organik aydınlarına kazandırılması mikro milliyetçi olmayan bir enternasyonalist bakışın gerçekçi ve güncel bir biçimde güçlenmesini sağlayabilir.

Dünya devriminin eşiğinde bulunduğunu düşünen Bolşeviklerin, küresel ölçekte sarsıcı etkileri olacak savaş yaşanırken Avrupa Birleşik Devletleri ekseninde bir tartışmayı açmış olmaları bu açıdan da öğreticidir. “Bu sloganın siyasal değerlendirmenin içinde konulmasına karşı çıkmak kesinlikle yanlıştır” diye söze başlıyor Lenin “Avrupa Birleşik Devletleri sloganı üzerine” isimli Ağustos 1915 tarihli makaleye. Siyasal devrim ve alt üst oluşların demokratik oldukları müddetçe “sosyalist olmadıkları” gerekçesiyle görmezden gelinmelerine de itiraz ediyor. Ancak konunun sadece anti demokratik imparatorlukların devrilmesi kapsamında ele alınmasının da yetersizliğini belirtir, kapitalizmin tekelci aşamaya geçtiği emperyalist dönemde kapitalizm altında birleşen bir Avrupa’nın ya “imkânsız ya da gerici” olmak zorunda olduğunu vurgular. Avrupa’nın önde gelen emperyalist güçlerinin küresel ölçekte bir güç mücadelesi içindeyken kendi aralarında anlaşmaya varabilmelerini olanaksız görür. Çünkü Lenin’e göre kapitalizm koşullarında maddi kuvvete dayalı mücadelelerden başka paylaşma ilkesi yoktur. Ekonomik koşulların değişmesiyle güç ilişkileri ve dengeleri de dönüşür. Yeni denge ise savaşla ve krizle sağlanabilir. “Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide krizden ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur”.

Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri şiarına bütün bu genel yaklaşımlara rağmen son kertede karşı çıkar. Çünkü sosyal demokrat hareketlerin Avrupa’da savaş koşullarında ortaya çıkan ihanetinin, Avrupa çapında birleşik bir devrimin olanağını büyük oranda ortadan kaldırdığını sezer. Avrupa Birleşik Devletleri sloganını, tek ülkede sosyalizm fikrini zayıflatabilecek bir gerekçe olarak düşünür. Menşeviklerin iktidarın burjuva devriminde burjuvazide kalması yaklaşımına da zemin yaratabileceğini düşündüğü için fikre konjonktürel olarak itiraz eder.  Lenin’in bu itirazı genel değil konjonktürel bir gerekçeden kaynaklanmaktadır.

“Burjuvazinin Avrupa’nın ekonomik yaşamının restorasyonunun temel sorunlarını çözmekteki yetersizliği, Avrupa’nın emekçi kitleleri için hiç olmadığı kadar açık hale gelmektedir. “Bir İşçi ve Köylü Hükümeti” sloganı, işçilerin kendi çabalarıyla bir çıkış yolu bulmak amacıyla artan girişimlerini karşılamak üzere tasarlanmıştır. Artık kurtuluş yolunu daha somut olarak göstermek, adını koyalım, kıtamızın ekonomik çöküşten ve güçlü Amerikan kapitalizmine köle olmaktan kurtuluş yolunun yalnızca Avrupa halklarının en sıkı ekonomik iş birliğinde yattığını ileri sürmek zorunlu hale gelmiştir.” Troçki 1923 yılında 1. Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı güçsüz bırakma çabalarının insanlık açısından korkunç bir yıkımı tetikleyeceğini görerek Avrupa Birleşik Devletleri sloganını yeniden güncelleştirir.

“Üretici güçlerinin gelişiminin bugünkü düzeyinde Avrupa kıtası, korkunç dünya savaşı felâketinde kanıtlandığı ve Ruhr işgalinin çılgın nöbetinin de gösterdiği gibi, ekonomik bir birliktir; elbette içine kapalı bir birlik değil, derin iç bağlara sahip olan bir birlik. Avrupa coğrafi bir terim değildir; Avrupa ekonomik bir terimdir, dünya pazarıyla –özellikle mevcut savaş sonrası koşullarda– karşılaştırılamayacak ölçüde daha somuttur. Balkan yarımadası için federasyonun zorunlu olduğunu çok öncesinden kavradığımız gibi, şimdi de Balkanlaştırılmış Avrupa için federasyonun zorunlu olduğunu kesin ve açık olarak saptamanın zamanı gelmiştir…Avrupa’nın yıkımını körükleyen ve onun gelecekteki efendisi olarak müdahale etmeye hazır olan Amerika Birleşik Devletleri’nden kaynaklanan büyük tehlikenin, Avrupa’nın birbiri ardına yıkıma uğrayan halklarını bir “Avrupa İşçi ve Köylü Birleşik Devletleri” içinde birleştirmek için çok önemli bir bağ teşkil ettiği gözden kaçırılmamalıdır.”

Avrupa’yı ABD emperyalizminin etkisinden yıkıcı tahakkümünden uzak tutmak ve kendi iç çelişkileriyle infilak etmesini engellemek için de bu önerinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Gelişmeler aslına bakılırsa 2. Dünya Savaşı sonrasında büyük ölçüde bu yöne doğru aktı. Ancak Avrupa Birliği, Almanya-Fransa ekseninin hegemonyasını konsolide etmeyi amaçlayan bir kapitalist proje ölçeğinde sıkıştığı için bugün ölüm döşeğinde ve kontrol edilmesi güç gerilimlerle yüklüdür. Üretimi ve paylaşımı proletarya enternasyonalizmi ilkesine göre düzenleyen ve anti-emperyalist bir perspektife sahip bir AB hiç kuşku yok ki dünyanın kutup yıldızı olurdu.

Bugün Ortadoğu halklarının da kendilerini sömüren hanedanlara, diktatörlüklere, emperyalizmin taşeronlarına karşı birleşmeye ve ayağa kalkmaya ihtiyaçları var. Medeniyetin tarihiyle yaşıt Ortadoğu ve Akdeniz Havzası, küresel tekelci sermayeyle de kendisini köleleştiren tefeci bezirgân sermaye artıklarıyla da hesaplaşacak birikime sahiptir. Kürtlerin, Filistinlilerin, Arapların, Türklerin, Yahudilerin, Farsların, Kıptilerin ve tüm diğer kadim halkların birbiriyle boğazlaşmadan yaşayabildiği bir ortak yaşamı kurma hedefiyle ayağa kalkmak Washington ve Tel Aviv’deki katillere de “Kudüs İslam’ındır” tekçi, mülkiyetçi, erkek egemen kafayla Taş Devrine dönmeyi vaz eden İslamcılara da, “Arap ve Kürt Düşmanlığı” dışında halkımıza vaat edecek bir kırıntıları dahi olmayan kafatasçı “seküler milliyetçilere” de, aklını Kürtlerin statü elde etmesini engellemekle bozmuş Saray Rejimine  karşı da en güçlü cevap olacaktır.