Sınıf mücadelesinde son yaşananların öğrettikleri: Eşitlik olmadan demokrasi olmaz
AKP’lilerin grev sürecinde CHP’li belediyelere dönük yaklaşımlarından sonra işçinin hakkını vermeyen kendi partisini değil de hakkını isteyen işçiyi sorumlu tutmak herkesin bulunduğu sınıfsal zeminin ifşasıdır.
Uzun bir durgunluk döneminden sonra işçi sınıfı içinde itirazlar yükselmeye başladı. 2008 ekonomik krizinin “teğet geçtiği” Türkiye’de krizin devamı pandemiyle birleşince emekçilerin önemli bir kesimi en temel yaşamsal ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak noktaya geldi.
TÜİK’in en son açıkladığı verilere göre kasım ayında işsizlik ödeneği alanların sayısı 225 bin 771 kişiyle sınırlı kaldı. Aynı ay için DİSK-Ar’ın açıkladığı geniş tanımlı işsiz sayısı 9 milyon 600 bin! DİSK-AR’ın son açıkladığı rapora göre ise işsizlik 10 milyonu geçmiş durumda. Yani 9,5 milyondan fazla kişi herhangi bir kayıtlı gelirden mahrum şekilde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Sınıfın büyük bir kısmı kayıtsız, güvencesiz ve örgütsüz çalışıyor. Kayıtlı işçiler baz alındığında dahi sendikalı işçi sayısı %14…
Güvencesizliğin ve örgütsüzlüğün bu seviyede olduğu göz önüne alındığında sınıfın örgütlü hareket edebilmesi her zamankinden daha hayati.
Bu koşullarda İstanbul’un kimi belediyelerinde yaşanan TİS ve grev süreci ciddi tartışmalara vesile oldu. Özellikle belediyelerin CHP yönetiminde olması ve DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasının tutumu tartışmayı daha da farklı mecralara taşıdı.
Süreci uzun uzun anlatmaya gerek yok, konuyla ilgili olanlar süreci yakından takip ettiler. Aylardır süren TİS süreci anlaşmazlıkla sonuçlanınca önce Kadıköy’de ardından da Maltepe’de greve çıkıldı. Grev; işçi sınıfının ciddi mücadelelerle yasalaştırdığı, üretimden gelen gücünü en açık şekilde kullandığı, hatta mücadeleyle çerçevesinin genişletilmesi gereken en önemli silahıdır. TİS süreci işçinin örgütlülük ve bilinç seviyesine göre ilerler. Taraflar bir anda ve masaya oturmuşken karşılaşmazlar. Gerek sendikanın iş yerinde örgütlenme süreci gerekse işçi ile sendika yönetimi arasındaki ilişki, işçinin iş yerinde gücüne dayanarak ne kadar söz sahibi olduğu, bunların hepsi TİS sürecini belirler. Mesela CHP’li belediyelerin çoğunda Genel-İş işverenlerle görüşerek, anlaşarak sendikalaşır. Böylesi bir ilişki içinde olan sendika-belediye TİS sürecini de böyle işletir, burada şaşırılacak bir durum yok. İşçi iradesinin farklı yollarla hakim kılınması burada en önemli görev olarak durmaktadır. Bunu herkes söylüyor. Hatta yeni bir buluşmuş gibi “iş yeri komiteleri”, “iş yeri meclisleri” kurulması çağrısı yapılıyor. Ne kadar doğru!
Peki biz sosyalistler bu zamana kadar neredeydik? İğneyi kendimize, çuvaldızı karşımızdakine batıralım. Sınıf mücadelesinin özellikle reel sosyalizmin yıkılışıyla post-modernizm ve post-Marksizmin ideolojik hegemonyasında seyreltildiği, kimlikler mücadelesinin uzun zaman öne çıkmasıyla arka planda kaldığı gerçeğini biliyoruz. Bir taraftan da sınıfın yapısal değişimi, parçalanması özellikle de güvencesizliğin derinleşmesiyle klasik araç ve yöntemlerle cevap üretilememesi durumu da önümüzdeydi. DİSK gibi önemli bir geleneğe sahip konfederasyonun son durumunu şu yazıda ele almıştık.
Yazının sonu şöyle bitiyordu: “DİSK’in bu hale gelmesinden uzun zamandır “sınıfı unutan” biz devrimciler de sorumluyuz elbette. “Sınıfı tekrar keşfedip” ilerlerken var olan sendikaların bir tıkaç gibi sınıf mücadelesinin önünde engel olduğunu görmeden, kapitalizmin geldiği konakta sınıftaki değişikliklerle eşgüdümlü olarak farklı örgütlenme modelleri ve yolları aramadan, ideolojik olarak sosyalizmin sorunlarıyla hesaplaşmadan, sınıfın ekonomik talepleriyle siyasal talepleri arasındaki bağ doğru kurulmadan sadece “bizim DİSK’i” korumak için eleştiri silahımızı temkinli kullanmak bizi ileriye taşımayacaktır.”
“Bizim DİSK”e bağlı pek çok sendikanın tüzüğünde iş yeri temsilci seçimle değil atama ile gelir. DİSK’e bağlı sendikalarda aidatlar yüksektir, düşürülmesi “gündem dahi” yapılamaz, kavga sebebidir. Sendika yöneticileri yüksek maaşlar alır. Ama sadece Genel-İş yöneticileri değil, bunun da altını çizelim. Eleştirimiz adil olmazsa niyetimiz sorgulanır.
Durum buyken biz sosyalistlerin çok daha fazla sahada işçilerle temas kanallarını zorlaması, sınıf mücadelesinin güncel durum ve sorunlarına dair kafa patlatması, bir tıkaç görevi gören varolan yapıları aşacak sınıf iradesini ortaya çıkarmak için ittifak olanaklarını zorlaması, velhasıl canla başla çalışması gerekiyor.
Son yaşanan belediye grevi sürecinde açığa çıkan önemli bir gerçeklik de CHP’nin ve tabanındaki elitlerin işçi sınıfına yaklaşımıdır. “Çöpçü benimle aynı maaşı mı alacak?” yaklaşımı derslerle doludur. En başından söyleyelim, eşitliğin olduğu bir toplumsal model olan sosyalizmde çöpçü bazılarınızdan daha fazla maaş alacak! Riskli iş grubuna giren bu işte çalışan arkadaşlarımızın istediği ücretler yoksulluk sınırının dahi altındadır. Konfor alanlarında, kapitalist ideolojinin “ayrıcalıklıları” içinde olan bu elitistlerin daha öğreneceği çok şey var. AKP’lilerin grev sürecinde CHP’li belediyelere dönük yaklaşımlarından sonra işçinin hakkını vermeyen kendi partisini değil de hakkını isteyen işçiyi sorumlu tutmak herkesin bulunduğu sınıfsal zeminin ifşasıdır. Bu orta sınıf kibriyle hesaplaşmamız gerekiyor.
Yerel seçimlerde AKP’nin faşizmi kurumsallaştırmasına set olabilmek için yapılan ittifak bu süreçte tartışma konusu oldu. Doğru bir tartışmadır. O zaman da söyledik; faşizmin geriletilmesi anlamında büyük şehirlerde AKP’ye kaybettirilmesi taktiği doğruydu, hayati bir karardı. Ancak demokrasi, eşitlik olmadan olmaz. Eşitlik mücadelemizde CHP’nin AKP’den çok da farklı tutum almayacağının farkındaydık. Beklentisi farklı olanların hayal kırıklığı yaşaması doğal elbette. CHP’li belediye başkanlarının hangi sınıftan olduğuna bakarsak dahi duruma vakıf oluruz. Faşizmin geriletilmesi için yapılan ittifak sınıf mücadelesi söz konusu olduğunda geçersizdir. Ancak bu durum faşizme karşı en geniş ittifak zemininin yanlışlığını göstermez. Hangi ittifak zemininde ne için ve nereye kadar bulunduğumuzu açık bir ideolojik netlikle bilirsek sorun yaşamayız.