Joker Eleştirilerimiz Ne Kadar Haklı? – İdil Özkurşun

Kötü karakterlerle empati kurulmasını sağlayacak bir film yapılmasını eleştirirken, kötü karakterler diye sadece çizgi roman “villain”larını ele almak, vizyona giren filmlerin onda dokuzunda olağanlaşmış olarak gördüğümüz şiddeti ve kötülüğü es geçmek gerçek bir sorun.

“Bir akıl hastalığına sahip olmanın en kötü yanı, insanların böyle bir şey yokmuş gibi davranmanı beklemesidir.”

Bu söz gösterime girmesinin ardından eleştirilerin ardı arkasının kesilmediği Joker filminden, Joker karakterine yani hikayedeki gerçek adıyla Arthur Fleck’e ait. Filme dair okuduğumuz veya duyduğumuz bu bitmeyen eleştiriler iki temel konu üzerine yoğunlaşırken, ilginç olan bunların birbirine zıt nitelikleriydi. Bir kesim, filmde toplumsal sorunların psikolojikleştirme yapılarak bertaraf edildiğini savunurken, bir kesim de filmin toplumsal sorunlara çözüm önerisi getirirken şiddet övgüsü yaptığını ve tehlikeli sularda yüzdüğünü söylüyordu. ABD’de film gösterimlerinde yoğun güvenlik önlemleri alınmasıyla birlikte daha da artan bu şiddet övgüsü eleştirilerinin bugün konuşulandan ve sanılandan çok daha farklı bir arka planı var; ancak o konuya geçmeden önce şu psikolojikleştirme eleştirilerini bir ele alalım.

Şenay Aydemir, Gazete Duvar’da yayınlanan ve bu yazıyı yazmama ilham olan “Joker: Bu işler şakaya gelmez!” başlıklı yazısında Joker’in “olaylara sosyolojik değil psikolojik bakmayı tercih eden Amerikan anlatısının bir sonucu” olduğunu söylüyordu. Hollywood’un, hatta ana akım medya, sinema ve edebiyatın uzun yıllardır psikolojikleştirme taktiğini kullandığından hiç kuşku yok. Hatta bunun sinemadaki en belirgin ve en ünlü örneği de kitapta yer alan tüm örgütlenme süreçleri dışlanarak filme uyarlanan ve psikozun bir metafordan çıkarılıp, Tyler’ın anakarakteri manipüle ettiği bir hikayeye dönüştüren Fight Club filmidir -ki yine de asla değersiz bir film değildir. Ancak Joker’e dair böyle bir iddiada bulunmak, sırf hikayenin etrafında döndüğü karakterin bir psikopatolojisi var diye yapılmış bir eleştiriden başka bir şey değildir. Zira Joker, tam da bireysel travmaların üretim ilişkilerine bağlı dönüşen toplumla, dönüşen insan ilişkileriyle doğrudan bağlantısını gözler önününe seren bir film. Hatta filmin esas başarılı olduğu noktanın, esas anlatısının bu olduğunu söyleyebiliriz.

JOKER, BU FİLMLE TANIDIĞIMIZ BİR KARAKTER DEĞİL

Öncelikle şunu anlamak lazım, her ne kadar bu filme tam olarak bir çizgi roman uyarlaması diyemesek ve bu filmi DC’nin Batman serilerinden farklı bir yere koysak da Joker bizim bu filmle tanıdığımız bir karakter değil. Dolayısıyla çizgi romanlardan ve önceki filmlerden bildiğimiz, ortalama Joker portresinin menşeine dair bir cevap olarak yorumlamak lazım bu filmi. Ve bu şekliyle baktığımızda aslında bugüne kadar -buna Kara Şövalye de dahil- ‘deliliğiyle’ öne çıkan Joker’in alınıp bambaşka bir yere taşındığını görüyoruz. Yani bir filmde asit havuzuna düşüp ‘delirmiş’, bir başka filmde nedeni tam açıklanmadan birtakım insani değerleri savunan ama yine bir sosyopat olarak tanıdığımız Joker, bu filmde bu ‘deliliği’ yaratan toplumsal koşullarla birlikte karşımıza çıkıyor ve “Bana mı öyle geliyor yoksa herkes ‘delirmeye’ mi başlıyor?” diye soruyor. Bu soru aslında ne yalnızca Gotham’a dair ne de yalnızca bugüne dair bir sorudur; zira kapitalist bir dünyada fazladan geçirilen her bir gün tüm toplumları çok daha öfkeli ve çok daha ‘deli’ yapıyor. Üstelik Joker, çökmekte olan Gotham’daki tek ‘deli’ olarak karşımıza çıkmıyor filmde, belki de yüzlercesinden sadece bir tanesi ve biz tüm filmi yalnızca onun gözünden izliyoruz. Oysa şu soru ve şu gerçeklik film boyunca aklımızda duruyor: “Yoksa herkes mi deliriyor?”

Bana kalırsa filmde psikolojikleştirme olarak damgalanan şey, toplumsal koşulların izleyiciye, sözle değil hislerle anlatmanın denenmiş olması. Tüm bu gerçeklik seyircinin karakterle kurduğu özdeşim üzerinden anlatılıyor; fakat bunu seyirciyi Gotham evrenine sokarak değil, kendi zamanı ve kendi koşullarıyla bağ kurmasını sağlayarak yapıyor. Filmi etkili kılan da bu anlatımın başarısı. Bir de şuradan bakalım; Joker o kadar akıl sağlığını yitirmiş bir karakterse, filmin özellikle ilk yarısı boyunca toplumdaki yalnızlaşmasıyla, geçim dertleriyle, sevgi açlığıyla, aşağılanmalarıyla, karşı karşıya kaldığı haksızlıklarıyla, yetersizlik hisleriyle, abartılı endişeleriyle, ciddiye alınmayışıyla ve en çok da mutlu olmaya koşullanılmış bir dünyada bir türlü mutlu olamayışıyla izlediğimiz Arthur’la kurduğumuz bu derin özdeşim niye? Joker’i Joker yapan metro sahnesine kadar izlediğimiz de yalnızca bu üstelik ve o noktaya geldiğimizde izleyici olarak Joker’e hak verirken buluyoruz kendimizi. Öyleyse ya Arthur’u Joker yapan ‘deliliği’ değil, ya da biz her geçen gün “normal” olmanın daha sağlıksız ve insanlıkdışı hale gelmeye başladığı kapitalist sistemde Joker kadar ‘deliyiz’ artık ve üstelik bunun yeterince farkında bile değiliz. Mutsuzluk içinde kıvranırken patolojik kahkalar atmasına sebep olan bu özel nörolojik durumu bile, sosyal medyada kendimize yarattığımız aslında bize yabancı ve sürekli bir mani halinde yaşayan profillerimizden farksız.

YOKSULLUĞU, İŞSİZLİĞİ KOL GEZDİĞİ BİR GETTO

Kurulan bu özdeşime rağmen, film Joker’in yaşadıklarını tek bir kişinin yaşadığı münferit olaylar zinciri olarak yansıtmıyor. Biz sadece onunla değil, aslında daha çok onun içinde bulunduğu koşullarla bağ kuruyoruz. Sokaklarından gürültünün eksilmediği, temizlik işçilerinin maaşları yatmadığı için aylardır grevde olduğu, ara sokaklarında insanların dövüldüğü, yoksulların evlerine gitmek için upuzun yokuşları, bitmeyen merdivenleri tırmandığı, otobüslerinde birbirlerine asık suratlarıyla bakan, birbirine karşı hoşgörüsüz, güvensiz ve kimi zaman nefret dolu insanlarıyla bir şehir… Basın organlarında burjuvalarının çıkıp yalan vaadler verdiği, devlet adamlarının kendisini protesto edenlere “soytarı” dediği, yoksulluğun, işsizliğin kol gezdiği, gettolarının birbirleriyle boy ölçüşen gökdelenlerin gölgesiyle beslendiği karanlık bir dünya…

Filmin en beğendiğim sahnelerinden biri olan otobüs sahnesi filmin yaklaşımını çok güzel özetliyor. Gotham’ın geldiği noktayı gördükten sonra, çocuğuyla konuşan bir yabancıya karşı o kadar güvensiz ve hoşgörüsüz davranan kadını kolayca yargılayamıyor, bu davranışını kolayca onun kötü kalpliliğine yoramıyoruz. İki tarafa da hak verebildiğimiz daha doğrusu iki tarafı da anlayabildiğimiz bu sahne, aynı sınıfın insanları arasındaki bu uçurumu yaratanın, iki sınıf arasındaki uçurum olduğu gerçeğini gösteriyor.

Bir sosyal hizmetler görevlisi, yedi farklı psikiyatrik ilaç kullanan bir adam olan Arthur’a, işten çıkarılıp sigortası kesildiği için artık sağlık hizmeti alamayacağını bildiriyor. Joker’i yaratanın kapitalist sistemin ta kendisi olduğunu anlatan en güzel sahne de bu sanırım. Çektiği acının dinmesi için, daha da ilaç içmeyi bile düşünecek kadar bu çürümüş sisteme adapte olmayı göze alan Arthur da bu çabanın yersizliğiyle yüzleşmiş oluyor böylece.

ARTHUR’UN MİZAHI FARKLIYDI… 

Ve bu dönüşümden sonra Joker şunu söylüyor: “Bugüne kadar hayatımı bir trajedi sanıyordum; fakat aslında bir komediymiş.” Joker’in bu sözünden, bu farkındalığından sonra film de sanki biraz olsun dramdan komediye doğru bir geçiş yapıyor. Ve bugüne kadar çizgi romanlarda da “farklı” ve “garip” mizahıyla öne çıkan Joker’in şiddetle harmanlanmış mizah anlayışını izliyoruz. Joker filminde bu mizahı bize bugüne kadar gösterilenden çok daha nedensellik içinde yansıtılmış. Bana kalırsa Joker’in mizah anlayışı hikayenin geçtiği evrendeki ana akım mizah anlayışından hiç de farklı değil. Oysa Arthur’un mizah anlayışı farklıydı. Arthur’un mizahı, ötekini aşağılamayı, küçümsemeyi, yersiz cinsel esprileri odağına alan mizahla zaten örtüşmüyordu. Bunu en iyi anlatan sahne de komedi klübünde başka bir komedyeni izlediği sahneydi. Herkes kahkahalar atarken, Arthur komik bulmadığı şeylere içten olmayan ve zamanlaması yanlış kahkahalarıyla eşlik ediyor ve insanların neye güldüklerini defterine not alıyordu. Bu mizah anlayışına o kadar uzaktı ki, gözlemlemesi ve analiz etmesi gerekiyordu.

Ancak Joker, mizahı silahıyla birlikte kullanırken, aslında sistemin mizahını kullanıyor, sadece bu sırada silahı başkasına doğrultmayı tercih ediyordu. Onların, metrodaki bir kadını taciz etmeyi, bir palyaçoyu dövmeyi, tutuk bir komedyenin videosunu canlı yayında gösterip onu küçük düşürmeyi komik bulduğu bir dünyada, bu kez Joker onların aynı pozisyona düşmesinden, kendi deyimiyle “hakettiklerini almalarından” keyif alıyor, bunu komik ve neşeli buluyordu. Joker’in, “öldürülen ben olsaydım yanımdan geçer giderdiniz” cümlesine belki de “güler geçerdiniz” diye de eklemek lazım burada. Zira en basit anlatımıyla, kapitalizm içinde çürüyen toplumun güldüğü şeyleri analiz etmeye çalışan Arthur, burjuvanın şiddetten beslenen mizah anlayışını, mizahtan beslenen bir şiddete dönüştürerek onlara karşı kullanıyordu. Zaten filmde Joker’in son repliği de onun mizahını anlamayan birine karşı söylediği “Anlamazsın” cümlesi oluyor ve Joker ilk kez gerçekten gülüyor.

Filme bu konuda yapılan eleştirileri de biraz bu duruma benzetiyorum. Burjuva sanatın komedi anlayışı bu kadar ötekileştirme, aşağılama ve şiddet doluyken, mesela bir iki ay önce vizyona giren Tarantino’nun “Bir Zamanlar Hollywood’da” filminde eski karısını öldüren bir adam üzerinden komedi yapılmasına, şiddet pronografisiyle mizahın sebepsizce harmanlanmasına ses edilmezken, kalkıp bugün Joker’i eleştirmek en az Hollywood’un yaptığı kadar ikiyüzlülük. Kötü karakterlerle empati kurulmasını sağlayacak bir film yapılmasını eleştirirken, kötü karakterler diye sadece çizgi roman “villain”larını ele almak, vizyona giren filmlerin onda dokuzunda olağanlaşmış olarak gördüğümüz şiddeti ve kötülüğü es geçmek gerçek bir sorun.

Tüm bunlarla birlikte eleştiri yaparken şunu doğru yorumlamak lazım. Joker bu filmde bir hareketin lideri falan değil. Mesela yine bir DC filmi olan V for Vendetta’daki V karakteri gibi bir misyonu da yok. Eğer filmin sonuna doğru oldukça görkemli ve etkileyici bir şekilde izlediğimiz halk isyanını Joker’in başlattığını iddia edersek filmde psikolojikleştirme yapıldığını da iddia ederiz, toplumsal koşulları da görmezden geliriz. Bir kere halk, Joker’in çıkıp canlı yayında yaptığı konuşmadan sonra sokağa dökülmüyor, “maskeli protestolar” metrodaki cinayetten sonra ortaya çıkıyor. Ki Thomas Wayne’in yoksulları, “çalışarak hayatını kazanmış zenginleri kıskanan hayatta başarısız palyaçolar” olarak tanımlamasıyla fitilin ateşlenmesi bir yana, metroda alay ederek “Palyaçoları çağırın!” şarkısını söylerken ölen işadamının ardından sokakların öfkeli palyaçolarla dolması da güzel bir detaydı. Maskeli protestolar diye özellikle belirttim; çünkü 8 aydır çöp grevinin sürdüğünü bildiğimiz Gotham’da daha önce başka hiçbir sokak eylemi olmadığını varsaymak garip olur. Belki bir patlama noktasını olduğunu varsayabileceğimiz maskeli eylemdeyse Joker sadece bir sembol. Ortaya çıkan bu direnişin sembolü. Ve insanları bu direnişe iten koşulları da tüm film içerisinde görmüş oluyoruz.

Evet ABD’de bu filmin gösterimlerine dair birtakım sözde önlemler alındı. Film de kitleleri kaosa sürüklemekle itham edildi. Peki öyleyse ABD’nin en büyük film şirketlerinden biri olan Warner Bros neden böyle bir film yapıyor? Warner Bros bu kadar saf mı? Yoksa yine anarşist damarı mı kabardı? İlgilisi olmayanın bile artık bir şekilde aşina olduğu bir durum Marvel ve DC Comics kapışması. Sinemada süperkahraman filmlerinin gişede cirit attığı son yıllarda bu kapışmada öne geçen Marvel oldu. Aslında bu kapışmayı Marvel’ın sahibi olan Disney’le DC’nin sahibi olan WarnerMedia arasındaki kapışma olarak değerlendirmek gerek. DC’nin çizgi roman dünyası her zaman için karakterlerin iç dünyalarının ve içindeki bulundukları evrenin daha derinlemesine işlendiği aksiyonun biraz daha geri planda tutulup anlatının öne çıktığı bir dünyaydı Marvel’a göre; ancak bu biçim sinemada Marvel filmleri kadar gişe yapmadı. Batman karakterinin kahramanlığını da ilk defa sorgulamamızı sağlayan Kara Şövalye filmi bir çıkış yapmış ama DC filmleri aynı başarıyı devam ettirememiş, aksiyonu bol işlere yönelmiş ama baltayı taşa vurmuştu. Joker filmi süperkahraman filmlerinin gidişatına dair sinemada bir değişiklik yaratacak mı tartışılır; ancak Warner Bros’un sanat filmiyle süperkahraman filmi arasında bir film yapmaya ihtiyacı olduğu kesindi.

Az önce Joker’in bu filmde bir hareketin lideri olmadığını sadece bir sembol olduğunu söylemiştim; üstelik film ortaya çıkan halk ayaklanmasının dönüştüğü noktayı ya da örgütlülük düzeyini bize anlatmıyor. Tam o noktada duruyor. Bunun ilerisine dair onlarca öngörü yapılabilir. En son sokağa çıkıp devlet binalarını işgal ederken, arabaları yakıp burjuvaları sokakta vururken gördüğümüz kitle, bundan sonrasında bize bambaşka şekillerde gösterilebilir. Bana kalırsa bu film özelinde alalede ve yönsüz bir şiddetten ziyade, sınıf kiniyle beslenmiş şiddetin öne çıktığını gördüğümüz sokak eylemleri, sanıyorum ki bundan sonraki Batman anlatılarında bize şehri kaosa sürükleyen çetelerin eylemlerine dönüştürülerek gösterilecek. Kara Şövalye’de çizilen Joker portresinin önceki yılları gibi görebileceğimiz Arthur Fleck, bundan sonrasında bir sembolden lidere dönüştürülecek ve bize “bir deliyi kendinize lider seçersiniz sonunuz bu olacaktır” şeklinde resmedilecek. Bu filmde bir burjuva çocuğu olarak gördüğümüz, Kara Şövalye’deyse “kimi kimden koruduğunu sorguladığımız Batman’se yine bir halk kahramanına dönüşecek. Yönetmen Todd Phillips, Joker’e kesinlikle bir devam filmi çekmeyeceğini söylese de Warner Bros’un serinin başka filmleriyle bunu yapacağı kesin. Bu filmdeyse kazanacağı milyon dolarları ve DC filmlerinin tekrar yükselişe geçişinin yaratacağı olanakları hesaplamaktan fazlasını umursadığını düşünmüyorum.

Bunun yanı sıra, Joker filmi içerdiği şiddet sahneleriyle bu ülkede temsil ettiğinden çok daha fazlasını temsil ediyor ABD için. Seksenlerden itibaren bireysel silahlı eylemlerin ABD’de ciddi bir yaygınlığı var, bilhassa metro cinayetlerinin. Hatta filmin kostüm tasarımcısı Joker’in kostümünü hazırlarken Bernard Goetz’den ilham aldığını açıklıyor. Bu kişi 1984’te kendisini gasp etmeye çalıştıklarını öne sürdüğü 4 siyahi genci metroda öldürüyor. Vurduğu kişilerden sonuncusunun yanına yaklaşıp ölmediğini görünce üç el daha ateş ederek öldüğünden emin oluyor. Goetz bu cinayetleri pişmanlıktan uzak ve gaddarca bir dille anlatmasına rağmen halk tarafından destekleniyor ve yalnızca ruhsatsız silah bulundurmaktan ceza alarak hayatına devam ediyor. Bir kesim bunun ırkçı bir cinayet olduğunu savunurken bir kesim de olayların Goetz’in anlattığı şekliyle gerçekleştiğine inanarak zorbalara karşı durduğu için Goetz’i haklı buluyor. Filmde her ne kadar öldürülenler, bir kadını taciz etmekte olan ve Arthur’a zorbalık yapan üç işadamı olarak dönüştürülmüş olsa da bu olaya gönderme yapılması ve bunun açıklanması ve filmin açık uçlu son sahnesi, bu “kimi takip edeceğinize dikkat edin” mesajının gizliden gizliye şimdiden verildiğini de düşündürebilir, Warner Bros’un içine su serpmek için yeterli olabilir.

BİR WARNER BROS FİLMİNİN VEREBİLECEĞİ BU KADARDIR!

Devletin bireysel silahlanmayı yıllardır teşvik ettiği ABD’de, en büyük film şirketlerinden çıkmış bir filmin, yine kendi basını tarafından şiddet yönüyle öne çıkarılması ve sözde eleştirilmesi, son yıllarda okullarda silahlı saldırıların iyice artmasıyla birlikte kurşun geçirmez çanta satışlarının %300 oranında artmasına benzer bir ikiyüzlülükten başka bir şey değil.

Sonuç olarak Joker, oyunculuğuyla, yönetmenliğiyle, ses ve müzik tasarımıyla, kurgusu, senaryosu, sanat ve görüntü yönetmenliğiyle, tüm teknik yönleriyle de inkar edilemez şekilde başarılı bir film. Politik anlamına dairse, neden daha ileri gidemediğine dair dilediğimiz kadar eleştiri yapabiliriz. Ancak bize bir Warner Bros filminin verebileceği de işte bu kadardır. Ve artık süperkahraman filmlerinin bile izlenmek için politikleşmek zorunda kaldığı bir zamanda, Joker’den bize bir yol haritası çizmesini beklemek anlamsız olacaktır.

Nihayetinde iskambil kağıtlarında bile ‘jester’; yani ‘deli’ olarak görülen fakat krala karşı şakayla karışık doğruları söyleyen bir ‘soytarı’ olarak resmedilen, kelime anlamı “herhangi biri”, “anonim” gibi anlamlara da gelen Joker’in hikayesini ve onu yaratan dünyayı izledik tam anlamıyla. Ve önceleri DC tarafından da adının Jack Napier olarak açıklandığını bildiğimiz Joker’in bu filmde Arthur ismiyle karşımıza çıkması da belki de aile geçmişindeki gizemiyle Kral Arthur efsanesine bir göndermeydi. Bugüne kadar izlediğimiz Batman hikayeleri yeni bir anlam kazandı, aslında beklediğimiz anlamı; Joker, bu filmle ne bir kahraman ne de saf kötü olduğunu kanıtladı. O, toplumsal koşulların yarattığı onlarca insandan birisiydi ve bu filmde açıkça devleti temsil ettiğini gördüğümüz Wayne ailesinin herhangi bir üyesiyle olan savaşı, koca bir hikayenin ufacık bir parçasıydı. Batman-Joker savaşı bir teferruat, bir metafor, asıl olan Gotham’daki aynı babanın meşru ve gayrımeşru çocuklarının savaşıydı. Joker’in hikayesi de Gotham’ın tüm gayrımeşru çocuk muamelesi gören ‘palyaço’larının hikayesi.

Bu yazı GazeteDuvar‘dan alınmıştır.