Yaren Akbal: “Sadece savaşta değil, hayatın her yerinde omurgasız olabiliyor insan”

Fotoğraflar: Özcan Soysal – Şener Yılmaz Aslan

İstanbul’daki güncel sanat mekanlarından biri olan Daire Sanat’ta, Yaren Akbal’ın küratörlüğündeki ‘Oradaydı’ başlıklı sergi, 7 Mayıs- 22 Haziran tarihleri arasında gerçekleşti. Sergi büyük ‘galeri salonları’nda değil, Cihangir’deki tarihi bir apartman dairesinden dönüştürülen bir mekândaydı. Serginin küratörü Yaren Akbal ile bir eylem sonrası tanışmış; öğrenciliğinde gerçekleştirdiği ilk sergisini duyunca heyecanlanmıştım. İkinci sergisi olan Oradaydı için buluştuğumuzda hem sergiyi gezmiş hem hasret gidermiş hem de güncel sanatın politika ile ilişkisi üzerine sohbet etmiş olduk.

Farklı pratiklerin var olduğu sergide fotoğraf, desen, yerleştirme ve video çalışmaları vardı. Damla Sari, Nejbir Erkol, Sedat Akdoğan ve Şener Yılmaz Aslan’ın çalışmalarını bir araya getiren serginin basın bülteni, “umut arayışını temellendirmeye çalışırken, bu arayışın sonucunun belirsiz olduğu zamanlardan anlık kesitler sunuyor” cümlesi ile başlıyor. Birbirlerinden bağımsız  incelendiğinde oldukça bireysel süreçlere atıfta bulunuyor görünen eserler, kurguya “Barikat” eklenince çok farklı bir bağlam yaratıyor. Sergide görünen nesnelerin ilk anlamının değiştiğine de tanıklık ettiriyor. İşlerde gördüğümüz; mavi kadife, siyah poşet, taş, sandal küreği, görsel imaj ve barikatlardan referanslar alarak bütünleşen bu sergi tüm gerçekliğiyle bildiğimiz ve içinde bulunduğumuz bu coğrafyanın yani Türkiye’nin yakın geçmişini anlatıyor. Özneyi yüzleştiren, sorgulatan sergi Oradaydı’yı, küratör Yaren Akbal ile konuştuk.

“Orada” olan ne/neler?

“Orada” , özneyi yani insanı niteliyor. Bir durum karşısında orada olanı, olmayanı, olmak istemeyeni sorguluyor ve yüzleştiriyor. Orada olmak, özne için bir hatırlama da sağlıyor. Unutmayarak da o durum karşısındaki direnişini güçlendiriyor. ‘Oradaydı’ sergi projesinde, dört sanatçı yani Damla Sari, Nejbir Erkol, Sedat Akdoğan ve Şener Yılmaz Aslan çalışmalarıyla bir araya geliyor ve umut arayışını temellendirmeye çalışırken, bu arayışın sonucunun belirsiz olduğu zamanlardan anlık kesitler sunuyor. Eserler kişisel deneyimlerden oluşsa da serginin bütününe baktığımız zaman toplumsal gerçekliğe dönüşen ve birbirlerini takip eden bir kurguyla sergi mekanına yerleştirildiği gözlemlenebiliyor. Sedat Akdoğan, Omurgasız Formlar isimli çalışmasıyla, savaşta veya çatışmada yaşanan bir patlama anının ekranlarda gösterilen ve algılanan görseline işaret ediyor. Aynı zamanda, var olan fakat görüldüğünde tepkisiz kalınan şiddete dair zamanla dönüşen ve değişen omurgasız olana, söylemiyle dik duramayana da atıfta bulunuyor. Şener Yılmaz Aslan ise Barikat isimli fotoğraf çalışmasıyla, yaşanmakta olan toplumsal bir direniş sırasında savaşı bekleyen bir kentte donmuş bir zamanı gözlem olarak sunuyor ve belgeliyor. Görünen nesnenin yani taşın,  koşullar gereği dönüşümüne ve yine fotoğraflarda görülmeyen fakat hissedilen şiddetin, nesneler ve insanlar üzerindeki etkisini konu alıyor. Damla Sari’nın Töhmet Altında adlı yerleştirmesi,  tüm barışçıl düşüncelerin suçlanmasına; mavi kadifeyle sardığı, bilinmeyen nesne görüntüsüne sahip olan sandal küreğiyle cansız bir bedene atıfta bulunuyor ve belirsiz bir gelecek anlatımı yüklüyor. Nejbir Erkol, Hevi/Umut isimli yerleştirmesiyle ise, uçurtma yapmak için kullandığı, çocukluğunun bir parçası olan siyah poşetin, büyüdüğünde yasaklanıp ve hatta ilk anlamını kaybedip,  şimdi ise yitirilene dair bir umut barındırdığını ve poşete kutsal bir sorumluluk yüklemesiyle umudu hissettiriyor.

Özne-tanık ilişkisi üzerinden kurguladığın, ama aslında yıllardır yaşadığımız hakikat olan “Oradaydı” da sadece yüzleşme mi var? Yüzleşmeden sonra izleyicilerde değişecek olan ne?

Dediğin gibi sergideki işlerde ve kurguda bir hakikat yani gerçeklik, yaşanan bir durum anlatılıyor. Ve sonucunda ise yine özneyle yani insanlarla bu durumun bir yüzleşme hali var. Bu yüzleşme yani umut etme veya etmeme hali biraz kişiye de bağlı. Bir nevi travma da yaratabilir. Tıpkı o gerçekliği yaşayanlar gibi… Bahsettiğin yüzleşme duygusu ise biraz da sergiye gelen ziyaretçinin duymak istediği-istemediği veya görmek istediği-istemediği durumlara da bağlı. Bu sebeple, yüzleşme derken belki ben bu işlerle yüzleştikten sonra ne hissettiğime dair bir şeyler söyleyebilirim. Özellikle sergideki diğer işlere göre daha gerçekçi ve sarsıtıcı duran iş Şener Yılmaz Aslan’ın Barikat fotoğrafları oldu. Genelde diğer işler imgesel olarak sergide yer alıyorken Şener bizi gerçek bir savaşı bekleyen kente fotoğraflarıyla götürüyor. Sanki o an oradaymışız gibi aslında. Ve serginin kurgusu da bir nevi fotoğraflarla anlaşılmış oluyor. Fotoğraflarda, kaldırım taşlarından duvarlar ve saklanmak istenen şeyler için taştan yapılan kulübeler görünüyor. Umut bunun neresinde dersek; elinde hiçbir şey kalmadığı ve her şeyden mahrum bırakıldığın zaman belki de söz bile geçerli olmadığında, en doğalıyla bir şeyleri dönüştürmek ve ihtiyacın için kullanmak istersin. Burada savaş ve şiddet nesnesine dönüşen taşın; anlamının da bir dönüşümü var. Fotoğrafların kendisi mutsuzluk verebilir çünkü şiddeti görmezsen de hissediyorsundur. Kendi coğrafyamız üzerinde duyduğumuz veya yaşadığımız bir süreci zihnimiz tekrarlıyor barikat fotoğraflarını görünce. Bu sebeple bu belge niteliği taşıyan fotoğrafları sanatla var ediyor ve de bunu hatırlatıyor olmak oldukça kıymetli. Sadece bu fotoğraflar değil, Damla’nın cansız bir bedene atıfta bulunduğu kadifeyle sarılı, gizlenen sandal küreği; aslında her şeyin üstünü örtüyor ve gerçekliği göstermiyor. Tıpkı barikat fotoğraflarını bu sergiden daha önce hiç bu kadar net görememiz gibi… Nejbir’in; yaşadığı kentte tanık olduğu çatışmalarda ölenlerin cesetlerini siyah poşetlere koyulduğunu görmesi ve işinde ise siyah poşetten oluşan muska yapıyor olmasında da yine aynı gerçeklik hissediliyor. Rollo May’in söylediği gibi; “yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar.” Tamamen psikolojik bir durum sonucunda doğan bu üretimleri oldukça samimi buluyorum. İşin hikayesini okuyabildiğimiz zaman dertten yola çıktığını görmüş oluyorsunuz. Sergi bir nevi, dertleri paylaşmaya ve anlamaya davet ediyor. Elbet sergiye gelip yüzleşmek istemeyen ve bu durumu kabul etmeyenler olabilir tıpkı Sedat’ın Omurgasız Formlar serisinde anlatmak istediği gibi… Sürekli eğilip bükülen, dik duramayan insanlara bir atıf olan desenler.  Yüzleşmek için de biraz omurgalı olmak gerek sanırım…

Bu sergiyi bir kavramla ifade edecek olsan nasıl ifade ederdin?

Bu sergi sekiz aylık bir sürecin sonunda gerçekleşti. Sanatçıların bu sergi için portfolyolarından seçtiğim işlerine baktığım zaman tek bir ortak kavramın ve duygunun var olduğunu hissettim. O da ‘acı’ ydı. Üniversitedeyken okuduğum Rollo May’in Yaratma Cesareti isimli kitabı aklıma gelmişti. Kitapta, acı duygusuyla yüzleşen sanatçının yaratım sürecini etkileyen sebepler üzerine bir tür çıkarımlar vardı. Kitabın giriş kısmında da yazan ve sergi metninde yer alan Rene Le Senne’nin; “Acı, ondan yola çıkmamızı gerektiren somut noktadır. Ve acının karşısında aradığımız da mutluluktan başka bir şey değildir. Tüm düşünce, acı ve mutluluğun somut kutupları arasında kuşatılmıştır.” sözünün sergideki bütünlüğe eşlik edebildiğini düşündüm. Sergideki dört sanatçının seçtiğim işleriyle yüzleştikten sonra çalışmalarda, yaşadığım coğrafyada maruz kalmak zorunda olduğum, belki de hepimizin olduğu, politik süreçleri hatırladım. Bu sebeple bu çağrışım benim için önemli oldu. Okuduğum bölüm ve mesleğim üzerinden de kendi görüşlerimi olabildiğince var etmeye çalışıyorum ve benim için farklı bir seçenek olan, sanatla da direnişimi sürdürmek istiyorum. Sergideki işlerin birbiri arasındaki bir kurgu var. Bu biraz da benim küratöryel bir müdahalem oldu. Sanatçılar da zaten işlerinin bu kavram üzerinden okunuyor olmasını kabul ettiler.

Peki sergi mekanını seçmende neler etkili oldu? Bu mekan işleri nasıl etkiledi ya da işler mi bu mekanı seçti?

Aslında sergi mekanlarının bir listesini yaptım. Tek tek kapılarını çaldım. Daire Sanat da kapılarını bu sergiye açmayı kabul etti. Cesaret gösterdikleri için Daire ve ekibine teşekkür ediyorum. Bu tür bağımsız sanat projelerini gerçekleştirdikleri için de…  Genelde de projeyi yolladığım mekanların geniş bir alan olmamasına dikkat etmeye çalıştım. Daire’deki alan da iki odadan oluşuyor. Çünkü sergiye gelen ziyaretçilerin, sergiyi gezerken işler arasındaki bütünlüğü kavrayabilmesi için, eserler arasında mesafeler bırakmamaya özen göstermeye çalıştım. İşlerin görülme sıralaması ve bazı çalışmaların birbirlerine bakarak yerleştirme sebebim ise; sergide anlaşılmasını istediğim bir kurguydu. Sanırım Daire’nin mekanında da bu durum daha verimli oldu.

Bağımsız bir küratör olarak zorlandığın noktalar oldu mu?

Elbette oldu. Destekçilerimiz elbet oldu. Bağımsız ve bu işe yeni başlayan hele ki ikinci küratöryel serginizi yapan biriyseniz mekan konusu bu işte oldukça zor. Çünkü tamamen kendiniz bir proje hazırlayarak bir yerlere sunuyorsunuz. Ve olumsuz dönülmesini de göze alarak… İlk projemin ismi ‘Uzak Hafıza’. Alternatif bir sergi mekanı olan Abud Efendi Konağı’nda 2018’de Nisan ayında gerçekleşmişti.  Eğer bir sergi projesi yapıyorsam mutlaka bütçe bulmak isterim. Yeterli olamasa da bu yaptığım iki sergide de bulmaya gayret gösterdim. İlk projemde belki mekan olarak zorlanmadım ancak teknik açıdan zorlandığım birçok şey olmuştu. Özellikle bu sergi için ise, birçok sergi mekanı,  serginin içeriğinden dolayı gerçekleştirmek istemedi. Ayrıca sergide, üretimlerinin daha başında olan genç sanatçılar var. Tıpkı benim küratöryel çalışma olarak bu işte daha genç olmam gibi. Ve bu sebeple de riske girmek istemedi mekanlar ve korktular. Sergide yer alan Sedat’ın işinde söylemek istediği gibi; sadece savaşta değil, hayatın her yerinde omurgasız olabiliyor insan. Bu zorluklar iyi aslında. Beni geliştiriyor, bu sebeple önemli buluyorum. Ben kolay pes eden biri olmadığım için de ve ne olursa olsun umutlu düşündüğümden, olumsuz hiçbir sürece yenik düşmedim.