Bir film ve ötesi: Görünmez Kaza

Gündelik hayat içinde akarken, geçmişte yaşatılan işkencenin hesabını sorma şansını yakalayan bireyin hikâyesinin samimi, sıcak anlatısı var filmde. İçimiz sıkılmıyor; bazen gülüyoruz, bazen duygusallaşıyoruz, hatta bazen de içimiz ferahlıyor. Kadın karakterler çok güçlü.

Cafer Panahi’nin Cannes’da Altın Palmiye kazanan filmi Görünmez Kaza (Yek Tasadef Sadeh – It was just an Accident), İstanbul’da bu yıl düzenlenen 24. Filmekimi kapsamında gösterildi.

Filmin konusu güncel. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde İran’da geçiyor. Film, bir adamın hapishanedeyken işkencecisi olduğundan şüphelendiği bir kişiyle, çalıştığı araba tamirhanesinde karşılaşmasıyla başlıyor. Gördüğü işkencenin hesabını sormak için o kişinin işkencecisi olduğundan emin olmak istiyor. İşkenceciyi kaçırıp, hapishanede onunla birlikte işkence gören üç kişiyle iletişime geçiyor. Filmin hikâyesi neredeyse 24 saate sığıyor. Geçmişe dair konuşmalardan anlıyoruz ki adam bir işçi ve iş koşullarına karşı eylem yaptığı için hapsedilmiş. Bu en basit hak mücadelesi bile rejim tarafından “düzene tehdit, düzeni yıkmak için girişim” olarak değerlendirilmiş ve ceza verilmiş. İletişim kurduğu biri erkek ikisi kız, kardeş olan üç kişi de yine aynı suçlamalarla hapsedilmiş, yoğun baskı ve işkence görmüş.

Baştan belirteyim, yönetmen Cafer Panahi’nin samimiyeti ve içtenliğinden etkilendim. Kendisi de bu filmi çekmeden önce İran yönetimi tarafından cezalandırılmış, hapishane deneyimi yaşamış. “Hapishanede tanıştığı diğer tutsaklara bir borç ödeme, onların sesi olma adına bu filmi çektiğini” ifade ediyor. Ayrıca genç yönetmenlere baskılar karşısında cesaret verebilmek istediğini de ekliyor. Başarılı olmuş bence.

1990’ların Latin Amerika’sındaki diktatörlüklerde, rejimin direnişçilere, muhaliflere yönelik baskı ve zor uygulamaları pek çok filme ve esere konu oldu, oralardan biliyoruz.

Bizim coğrafyamızdaysa, Diyarbakır zindanı bir semboldür. 12 Eylül askerî faşist darbesi döneminde bütün hapishanelerde yaşanan işkencelerin, baskıların haddi hesabı yoktur. Katliamlar, kıyımlar, zulmün binbir türlüsü yaşanmıştır.

Bu toprakların devrimcileri, özgürlük savaşçıları çok yakın tarihlere kadar -12 Eylül zindanlarının şiddetinde ve uzunluğunda olmasa da- cezaevlerinde pek çok insanlık dışı uygulamayı, baskıyı, şiddeti hatta katliamları yaşadı. Şimdilerde ise farklı boyut ve biçimlerde egemenlerin zulmü devam ediyor hapishanelerde.

90’lı yıllarda en ufak protesto eyleminden gözaltına kişiler mutlaka elektrik, askı, kaba dayak seansından bir fasıl geçerdi. Bu filmi izleyecek pek çok kişinin yabancısı olmayacağı, kişisel deneyimi ile de karşılaştıracağı bir hikâyeyle yüz yüzeyiz. Bu da bizlerin çok çabuk hikâyeye girebilmesine, sorguladığı meseleleri kolayca anlayabilmesine yol açıyor.

Toplumsal olarak işkenceye karşı çıkmak, bu insanlık dışı uygulamayı teşhir etmek, yok olması, uygulanmaması için mücadele etmek önemlidir. Bu film genel bir işkence düzeninin teşhirini, işkenceye uğrayan bireylerin duygu dünyalarına girerek ve işkencecisiyle hesaplaşma sürecini anlatarak yapıyor.

Filmin karakterleri bizim insanlarımıza çok benziyor. Konuşmaları, dostlukları, duyguları biz gibi, bizden insanlar. Kentin havası, toprağı, polisi, hemşiresi tanıdık. Coğrafya yakın, fiziksel özelliklerimiz benzer, yansıtılan insani ilişkiler, duygusal tepkiler de çok tanıdık. Bizi sarıp sarmalayan bir hikâyenin içine dalıveriyoruz. Anlatılanların etkileyiciliği sınırları aşmış, genel bir beğeni durumuna yükselmiş. Cannes Festival Komitesi de En İyi Film Ödülü’nü vermiş.

Filmle ilgili şunu belirtmeden geçmek istemiyorum; aslında duygusal olarak ağır, insanı bunaltan, çıkışsız, sıkıntılı ruh hali sunan bir anlatı da olabilirdi. Çünkü konu gerçekten çok ağır, sıkıntılı ve zor. Bizdeki Abluka filminin konusu -birebir aynı olmasa da- sıkıntılı, çıkışsız durumları yansıtır ve izlenmesi de bir o kadar zor ve sancılıdır. Sancılarımızı dindirecek bir yol da sunmaz. Murat Uyurkulak’ın Tol romanı böyledir, kocaman bir taş oturtur yüreğinize, bunalırsınız. Görünmez Kaza’da bu durumlar yaşanmıyor. Dışarıdan bakıldığında görünen şey, “akan bir hayat, anın gerçekleri içinde dört kişinin bir minibüs yolculuğu ve hatta komik durumları” şeklinde. Minibüsün içindeyse, “işkence düzenini, bu düzenin yarattığı aktörleri sorgulama konusu” işleniyor. Gündelik hayat içinde akarken, geçmişte yaşatılan işkencenin hesabını sorma şansını yakalayan bireyin hikâyesinin samimi, sıcak anlatısı var filmde. İçimiz sıkılmıyor; bazen gülüyoruz, bazen duygusallaşıyoruz, hatta bazen de içimiz ferahlıyor. Kadın karakterler çok güçlü. Cafer Panahi bu açıdan da övgüyü hak ediyor.

90’larda devrimci mücadele içinde yer alanlar birebir de yaşamıştır dedik ya bir fasıl işkence seansı… Bir devlet politikası olan işkenceyle mücadele edelim ama bu filmin bizlere hatırlattığı sürecin aktörlerini de unutmayalım. Bir Bayram Kartal’ın, bir Sedat Selim Ay’ın adını nefretle ve tiksinti hissiyle anmadan geçmeyelim. Birebir onlarla karşılaşma anımız gibiymiş gibi izleyelim filmi. Bir de Esat Oktay Yıldıran’ı unutmayalım; onun hikâyesinin başını, ortasını ve sonunu…

Film bizim coğrafyada pek çok çağrışımlar yaratıyor. Senden razı olduk Cafer Panahi…