Fıkra Gibi Suçlama: Dini Siyasete Alet Ederek Komünizm Propagandası Yapmak – Ulaş Başar Gezgin (Bianet)
Eyüp Sultan Konuşması, dönemine ait güncel bir konuşma metni olmasına karşın, öngörülü niteliğiyle bugün bile dün yazılmış hissi uyandırıyor.
“Eyüp Sultan Konuşması” (Sosyal İnsan Yayınevi) Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın (1902-1971) 1957 yılında Menderes döneminde yaptığı, dini siyasete alet ederek komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla hapis cezasına çarptırılmasına yol açmış seçim konuşması. Evet, bunu okuyan bir daha okuyor! Din üzerinden komünizm propagandası suçlaması… Fıkra gibi ama gerçek…
Konuşma, 32 sayfalık bir kitapçık olarak basılarak gelecek kuşaklara aktarılmış.[1] “Oyunuzu bize verin” gibi basit bir cümleye başvurmadan, en azından, Eyüplü emekçilerin neden düzen partilerine oy vermemesi gerektiğini anlatan bir metin… Suçlamanın tersine, konuşmanın yalnızca başında dini konular var, onlar da doğrudan komünizmle ilgili değil; gerisi ise ekonomi ve bürokrasi çözümlemesi. Fakat Eyüplülerin bu konuşmanın tümünü anladığını hiç sanmıyoruz, çünkü ileri düzeyde bir metin. Öte yandan dün yazılmış gibi güncel. Bu nedenle, bu yazıda, bu konuşmayı anımsatmak istiyoruz.
Halife Ömer’in adaleti
Kıvılcımlı, konuşmayı İslam’dan kimi sözlerle açar ve konuyu emeğe bağlar. Üslubu dikkat çekicidir: Sürekli olarak soru sorup yanıtlayarak ilerler. Dinleyicilere ‘vatandaşlarım’ ve ‘işçi kardeşlerim’ diye hitap eder. Sonra ezan okunur, bekler (belki de dindar emekçilere yönelik konuşma yapmak için doğru bir zaman değildir, ya da tam da namaz öncesi olduğundan belki de en doğru zamandır). Kıvılcımlı, Halife Ömer’in adaletini anımsatır. Halifeye ganimetten herkesten fazla pay aldı diye halktan herhangi biri hesap sorabilir; hatta herkesin ortasında yüzüne “sen hırsızsın” diyebilir. Bunun için kellesi uçurulmaz, gerekçesi öğrenilir; davranışı, haklıysa da haksızsa da eleştiri kabul edilir. Bu anlayışa göre, İslami demokrasi budur; oysa 1950’lerde çoktan bu demokrasi ve adalet anlayışının gerisine düşmüşüzdür. Bu kavram, daha sonra bize Avrupa’dan hesap verebilirlik (accountability) adıyla geri gelmiştir, oysa İslam’ın özünde vardır.[2]
Çıkar için Müslüman olanlar
Kıvılcımlı, konuşmada, İslam tarihine, tarihsel diyalektik açısından muhalif bir anlayışla bakarak, isim vermemekle birlikte Alevi-Şii tarihyazımıyla yakınlaşır. Ona göre, peygamber ve dört halife devrinde adalet vardı; oysa Emevi halifeliğiyle birlikte adalet de kalmaz demokrasi de… Bunun nedeni ise, sonradan çıkar amaçlı olarak Müslüman olmuş olan Muaviye gibilerin halifeliği ele geçirmesidir. Muaviye’nin babası Ebu Süfyan, peygambere karşı savaşmış, yenilince kılıç zoruyla Müslüman olmuştu. Bu bağlamda, Kıvılcımlı, ‘Müellifetül-kulûb’ sözünü anar: “Hz. Muhammed zamanında, yeni müslüman olup, kalpleri İslam’a ısındırılmak ya da Müslüman olmadıkları halde, zararları bertaraf edilmek amacıyla devlet gelirlerinden kendilerine mal ve değerli eşya verilen nüfuzlu kimseler”.
Pahalılık ve milli gelir
Sonra Menderes’e bağlanır konu. Bugün de geçerli olan şu sözleri söyler Kıvılcımlı:
“Eğer bugünkü iktidara bakarsak, memlekette her yer güllük gülistanlık… Pahalılık denilen şey de yoktur. Öyle mi vatandaşlarım?
Evet, pahalılık bazı kimseler için yoktur. Günde 2 bin lira kazanan bir insan için, fasulye 1 lira da olsa, 4 lira da olsa, hiç fark etmez. O kimse belki de sadece pirzola yiyecektir… Onun için pahalılığın manası mı olur?.. Ama günde 4 lira ücret alan bir işçi vatandaş için fasulyenin1 liradan 4 liraya çıkması, çoluk çocuğunun o gün ekmeksiz kalması demektir.”
Daha sonra, halkı “kişi başına düşen gelir arttı” diyerek kandıran iktidara yüklenip halka gerçeği anlatır: Sözde (nominal) değerler, fiyatlar arttıkça artar; asıl gösterge, gerçel (reel) değerlerdir. Maaşlar yüzde 10 artar, fiyatlar ise yüzde 20 artarsa, vatandaş zarardadır. Bunu olabildiğince basit bir dille anlatır. TL’deki değer kaybını, altını ve alım gücünü ölçü alarak açıklar. Kıvılcımlı, TL’nin değer kaybetmesi ve hayat pahalılığını devletin bezirganlara sağladığı olanaklara bağlar. Bu bezirganlar, malları pahalıdan alıp ucuza satarlar ve zararlarını hep devlet karşılar. Bu, bize ‘hayali ihracat’ sahtekarlığını anımsatır.
Yine bugün güncelliğini koruyan şu ifadelerle devam eder konuşmasına: “Eskiden padişah emrederdi; halk onun fermanına boynumuz kıldan ince derdi. Bugün diyorlar ki: ‘Sen, bana oyunu verdin. Kendi oyunla, senin emrinle iktidara geçtim. Eh, ne yapalım, pahalılık oldu ise, kabahati yine sensin. Getirmeseydin bizi iktidara!’”
Meclis ve vekil eleştirisi
Kıvılcımlı, listelerinde asker ve bürokrat kökenli isimlere ağırlık veren partileri eleştirir:
“Yahu, bu adamlar, şahsen ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, daima yukarıdan bir şefin emrine itaat etmeyi çok defa kanuna itaat etmekten üstün saymış insanlardır.
(…)
Yahu, bunlar memur.. Bunlar yukarıdan, amirden emir almaya alışmış insanlar. Bunlar aşağıdan, halktan, milletten emir almayı bilmiyorlar. Öyle öğrenmemişler,(…).
(…)
O zaman ne oluyor? Falan dairede memur iken 500 lira alıyorsa, mebus oldu mu, 2000 liraya 3000 liraya kondu mu, aman maaşıma bir şey gelmesin, neme lazım, falan… Her şeye peki demek zorunda kalıyor. (…)
Binaenaleyh, Vatan Partisi bu gibi mahzurları düşünerek, bir kere asker ailesine bağlanan maaş ne ise, mebusa da o maaş verilsin, diyor.
(…) onun maaşı bir vatandaşın geçiminden fazla oldu mu, o maaşın kulu oluverir.”
Yandaş basının ‘hür’lüğü
Kıvılcımlı’nın yandaş basın eleştirisi de dikkate değer:
“Ben her memleketin gazetelerini okurum, naçizane… Hiçbirinde bu bizim memleket gazeteleri gibi kendisine: ‘Biz hür gazeteyiz!’ diyen görmedim. Sadece gazetedirler. Bizimkiler: ‘Hür gazete!’dir: ‘Hür Basın!…’
Fakat, millete yarar tek bir hakikati ortaya koymama hususunda hepsi müttefiktirler. Milletle alakalarını kesmiş olmak hürriyetse, o bakımdan hürdürler. Hürriyetle alakaları yok.
Alnının ortasına basmış ‘Hür basın’. Neden? Çünkü şüphesi var kendisinden, şüphesi var vicdanından, şüphesi var hürriyetinden… Hür değil.
Ama ona hür olmasın diye bir mecburiyet mi dayatılmış? Milletin menfaatini ortaya koymasın diye bir kanuni baskı mı var ona? Yalan vatandaşlarım. O sadece kendi menfaatini güden bir müessese olarak, gazeteci yalnız sırça saray kurup sefa sürmeyi düşündüğü için, millet namına yaldızlı lafları savurmak suretiyle, milletin fakir fukarasını düşünmeyen partileri, yalnız o partileri, davul zurna çalmak suretiyle, millete matahmışlar gibi göstermek suretiyle, kendi geçimini, kendi zevkini, kendi cennetini kurmakla meşguldür.”
Türkiye Halk Cumhuriyeti talebi
Kıvılcımlı’nın radikal bir halk demokrasisi yanlısı olduğu açıkça anlaşılır. Ona göre, vali gibi idareciler ve hakim gibi devlet görevlileri de halka sorularak iş başına gelmelidir. Halk, beğenmediği yasalar için imza toplama hakkına sahip olmalı, imzalar belli bir sayıya ulaştığında referanduma gidilmelidir. Halkın zararına çalışan vekillerin azledilmesi için oylama yapılabilmelidir. Öte yandan, devlet memuru sayısının azaltılması yanlısıdır. Ne kadar az memur olursa, devlet harcaması o kadar az olur, böylelikle devletin halka hizmet götürmek için ihtiyaç duyduğu kaynak artar. Şişirilmiş kamu istihdamına karşıdır özetle. Devletin gereksiz harcamaları kısması gerekir. Pahalı devlet yerine eskisi gibi ucuz devlet olmalıdır. Başka ülkelerde bakanların işe tramvayla ve bisikletle gitmesi ve evlerinde hizmetçi olmaması örnek alınmalıdır.
Şeker fabrikası açmak neden yanlış?
Son dönemde şeker fabrikalarının [3] özelleştirilmesi çok konuşuldu. Kıvılcımlı’nın bu konuda farklı bir görüşü var. Ona göre şeker gibi hafif sanayi alanları yerine, makine üreten fabrikalar anlamına gelen ağır sanayiye odaklanılmalıydı:
“Yaptın şeker fabrikası. Yapmaz olaydın, diyeceğim geliyor. Evet; yapılsın şeker fabrikası amma, bu memleketin köylüsü asırlarca tatlısını kendi pekmezinden yemedi mi, vatandaşlar? Bu memlekette ilk şeker fabrikası kurulduğu zaman, reklam olsun diye, Halk Partisi köylülere şeker getirmişti. Yani şeker satılsın diye! Şeker lazım diyelim, her zaman, amma birinci ihtiyacımız değildir. Biz pekmezimizle de idare ederdik. Ne oldu üzümlerimiz? Bağlarımızı verelim inhisara [Tekel İdaresine], çıksın alabildiğine tonlarca rakı, yığsın milletin başına ispirto, zehirlesin halkımızı. Sonra şeker fabrikası kursun. Alkışlayalım!… Bu mu? Bu memlekete şeker fabrikasından evvel, makina yapan fabrika lazım, vatandaşlarım. Ondan sonra, bir makina yapmaya başladık mı, iki sene içinde şeker fabrikasını da kurarız, çimento fabrikasını da kurarız, yollarımızı da kurarız, her şeyimizi yaparız. Hem harice on paramız gitmez. Ve o kurulan fabrikalarda benim vatandaşım, benim milletim, benim işçim ekmek bulur.”
Bugün kimilerine göre bilgi çağındayız. Her yerden bilgi fışkırıyor. Sık yinelenen bir sözde olduğu gibi, “ağzı olan konuşuyor”. Bu konuşmalardan çok çok azı, geleceğe kalacak. Eyüp Sultan Konuşması, dönemine ait güncel bir konuşma metni olmasına karşın, öngörülü niteliğiyle bugün bile dün yazılmış hissi uyandırıyor. Anımsatalım istedik… (UBG/HK)
[1] Konuşmanın başında şöyle bir not var:
“MAHKEMECE VERİLEN SURETTİR
(Vatan Partisinin 15.10.1957 Salı günü saat: 13.00-17.00 arasında Eyüp Meydanı’nda takip ettiği açık hava toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın diktafonla tespit edilen konuşmasıdır.)”
Dr. Kıvılcımlı, bu konuşmadan 20 gün sonra, anılan suçlamayla tutuklanacaktır. Konuşma mahkeme kaydı olarak korunmuş oluyor.
[2] Bu son cümle, bizim çıkarsamamız. Bir de şu var: Konuşmada, İslam’da demokrasi dışı olan birçok uygulamaya (örneğin kölelik) girilmiyor.
[3] Şeker kaynaklı hastalıkları düşünürsek zaten yanlış ama Kıvılcımlı’nın başka bir gerekçesi var.
Kaynak Bianet