Otobüs – Orhan Miçoğulları

Otobüs filmi ise her ne kadar bu gerçekliğe temas ediyor gibi görünüyor olsa da en saf haliyle alıntıladığı nokta gerçeklik değil, tam tersine yabancılaşma ve gerçeklik olgusunun ne kadar kaygan bir zeminde olduğunu göstermektir.

Tunç Okan’ın 1976 yılında çektiği Otobüs filmi Türk sinema tarihinin arka planında kalmış, daha doğrusu Yeşilçam sinema filmleri ile ve biraz öncesinde başlayan üçüncü dünya sineması başlığı adı altında ‘sosyal gerçeklik’ olarak terennüm edilen sinemanın arasında bir boşlukta sallanır ki, Türk sinema tarihinde eşine benzer bir film bulmak neredeyse mümkün değildir.

Aziz Nesin’in “Bu film çok saçma, ben milletimi bilirim, o kadar Türk bir otobüste İsveç’in ortasında 1 hafta kalacak ve dışarı bile çıkmayacaklar, o kadar zamanda o Türkler dışarı çıkar 3–5 sarışın hatun düdükler, iki de kebapçı dükkânı açarlar.” Nesin gibi birçok kişi benzer hataya düşüp filmin gerçekçi olmayan peyzajlarından dem vurmuş filmi kötülemek adına, filmin gerçek yaşamdan alınmış hikâyesinin, aşırı uçlara yönelmiş anlatımından rahatsız olarak filmin ‘gerçekle’ örtüşmediğinden dem vurmuştur.

Sosyal Gerçeklik

Sosyal ya da toplumsal gerçeklik dediğimiz yapı ya da anlatıları bu filmde bulmak neredeyse imkânsızdır. Hatta filmin gerçekliği verme ile ilgili bir kaygısının olup olmadığı bile muallâktır. Filmin üzerine bu gerçeklik giysisini giydirmeye çalıştıkça film dikiş yerlerinden patlamaya mahkûmdur. Filmi bu tür kalıplara dökmeye çalışanlar da bulanık suyun dibini görmek için çırpındıkça, suyu daha da bulandırmaktan öteye gidememişlerdir. Türk sinemasında sosyal gerçeklik kavramı ve yapısı, köyden-kente göç, gecekondulaşma, sanayileşme düzeni altında emek sömürüsüne uğrayan birey ve ailelerin parçalanması üzerinde işlemektedir. Otobüs filmi ise her ne kadar bu gerçekliğe temas ediyor gibi görünüyor olsa da en saf haliyle alıntıladığı nokta gerçeklik değil, tam tersine yabancılaşma ve gerçeklik olgusunun ne kadar kaygan bir zeminde olduğunu göstermektir. Bu kayganlık ya da dengede kalma meselesi film boyunca karşımıza çıkar. Tunç Okan’ın canlandırdığı işçi karakteri filmin ilk sahnelerinde buzun üzerinde yürümeye çalışmakta, dengesini kaybetmemeye çalışırken, filmin sonraki bölümlerinde karakterlerin hepsini yürüyen merdivenden inerken düşmemek için tırabzanlara tutunmaya çalıştığını görürüz. Gerçeklik olarak tutunmaya çalıştıkları tek şey ise içinde yaşam savaşı vermeye çalıştıkları Otobüs’ün kendisidir. Dışarıya adım attıkları an, sahip oldukları tek gerçekliği kaybetmekten korkan bu insanları bekleyen tek şey tekinsiz, ucu bucağı olmayan karanlık ve labirent gibi sokaklarıyla yabancılaştıkları bir tür evrendir. Bunun için çok da uzak yerlere gitmeye gerek yok, karakterlerin Anadolu’nun taşrasından yola çıkıp, Stockholm’e gidişleri yalnızca sembolik bir yolculuk ve iş göçü olayıdır. Stockholm yerine, bu İstanbul ya da Türkiye’nin bir başka gelişmiş, sanayileşmiş bir şehri de olabilirdi. Anadolu yerine başka bir ülkenin gelişmemiş olarak zikredilen coğrafyasından sözüm ona gelişmiş bir başka şehre çalışmak için de gidilebilirdi ki, Tunç Okan bir röportajında bu hususu gayet berrak bir şekilde ifade etmiştir:

‘‘Bütün bu bilgisizliğin, acemiliklerin, daha doğrusu sinema piyasasının, sinema sisteminin dışında, film yapmanın benim için çok yararı oldu. Çok şey öğrenmenin yanı sıra, düşünce özgürlüğüme sonuna dek sahip çıkabildim. Yine bu filme amatör bir tavırla yaklaşmam, sonuç üzerinde de olumlu noktalar yarattı. Başlangıçtan beri yapmak istediğim bir çatışmayı, bir büyük uyumsuzluğu, aykırılığı ortaya koymaktı. Tekniğiyle, aşırı gelişmiş tüketim toplumuyla az gelişmiş toplumun insanlarını karşı karşıya getirmekti. Bunların birbirleriyle olan kendi içlerindeki çelişkiyi, aralarındaki korkunç çatışmayı vurgulamak istedim. Yoksa amacım sansürün ve bazı aydınlarımızın iddia ettiği gibi, ne Türk işçisini, ne Türk insanını küçük düşürmek değildi. Filmdeki işçiler Türk değil, herhangi bir azgelişmiş toplumun insanları olabilirdi. Türk olmaları bir rastlantıdır. İtalyan ya da İspanyol olsalardı, film bildirisinden bir şey kaybetmeyecekti…’’ (1)

Tunç Okan’ın yorumu kendi filmi konusunda her ne kadar doğruluk payı içeriyor olsa da eksik bir yorumdur. Lakin Okan da Nesin ve onun gibi düşünenlere cevap mahiyetinde kendi filmini savunmaya çalışırken kendisini eleştirenlerin düştüğü hataya düşmektedir. Aisopos’un hikâyesindeki ağzında et olan köpek gibi, köprüden geçerken aşağıdaki suda aksini görüp, ağzındaki eti başka bir köpeğin alacağını sanması ve suya atlamasına benzeyen bu karşıt eleştiri de filme yeterince bir açıklık getirmemektedir. Bu iki görüş hakkında neden duruyoruz? En basit haliyle gerek Nesin gerekse Okan’ın görüşleri haklı önermeler içermelerine karşın ve birbirine karşıt olmasına rağmen filmin yorumunu gerçek anlamıyla karşılamaktan uzaktır. Aynı zamanda filme dair bütün görüşlere baktığımızda bu iki görüşün etrafında dolandıklarını görürüz. Bu yüzden bu iki görüşü çıkış noktamız alıp yeni bir sentez yapmaya çalışacağız.

Nesin’in görüşü, gerçekçi ve gerçek anlamda olması gerekeni alıntılar. Ancak film -Otobüs- ya da sanat eseri olması gerekeni değil, var olan başka bir gerçekliği anlatır. Ya da bu göçmenlik konusundaki hikâyelerde gördüğümüz şeylerin yakınından geçmemektedir. Çünkü konusu göçmenlik ama mesajı ve anlatısı farklı bir kaynaktan fışkırır. Okan’ın karşıt görüşü bunu yeterince ifade eder ki, amaç kebap dükkânlarının açılması değil bireyin yabancılaşması ve sosyal bir eleştiriyi de içermektedir. Okan’ın görüşünün eksikliği ise filmi iki farklı toplum arasındaki çatışmayı merkeze alan bir konumdur ki, bunun olmasının mümkün olmadığının altını bir daha çizmek gerek. Filmdeki toplumsal bir çatışma olarak gösterilenin altında çatışma değil farklılıktan gelen bir kavrayışın söz konusu olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Ben Okan’ın görüşünü biraz daha ileri götürmek istiyorum.

Okan, göç edenlerin Türk olup olmamasının bir değeri olmadığını, herhangi bir az gelişmiş ülkenin insanları da olabileceğini söyler. Biz de şunu söyledik, sadece herhangi bir az gelişmiş toplumun bireylerinin olup olmamasının yanında, göç edilen yerin illaki başka bir ülke ya da toplum olup olmamasının da bir önemi olmadığını belirttik. Bu Türkiye coğrafyasında doğudan batıya, ya da İtalya coğrafyasında kuzeyden güneye yapılmış bir göç de olabilir. Örneğin, Visconti’nin Rocco e i suoi fratelli (1960, Rocco ve Kardeşleri) filminde ya da bizim doğudan batıya göçü konu alan gerek Kemal Sunallı, Şener Şenli komedi türündeki filmlerde ya da dramatik ve daha gerçekçi Yılmaz Güney filmlerinde de bu yansıyı bulmak mümkündür.

Madem ilerliyoruz, biraz daha ileri gitmek istiyorum e filmdeki az gelişmiş coğrafyanın insanları olan bu Otobüs’teki yolcuların da illaki az gelişmiş olup olmamalarının da bir önemi olmadığının altını çizmek istiyorum. Bunuel’in El angel Exterminador (1961, Mahvedici Melek) ya da onun sürrealist imgeleminden yola çıkarak modern insanın çıkışsızlığını ele alan Haneke filmleri benzer yapılara sahip filmlerdir. Bu yapı ‘çıkışı olmamak’, ‘içeride kilitli kalmak’ açısından benzerdir. Kaynak olarak ise bu bahsettiğimiz yönetmenlerin filmlerinden farklıdır.

İsterseniz son bir durak daha ilerleyelim; böylesine bir yolculuk için Otobüs’e ihtiyacımız olup olmadığını inceleyelim. İşçilerimiz, yolculuklarını otobüs ile yaparlar ve amaçları dışarıda çalışmak, para kazanmak, ailelerinin geçimlerini sağlamaktır. Ancak düştükleri yer kesinlikle yabancı, hiç bilmedikleri ve güvenlerinin olmadığı bir uzamdır. Freud’un Das Unheimliche dediği türden bir uzamın içerisinde hissederler kendilerini. Ancak dedik ki Otobüs’e gerek yoktur. Onu kaldırıp yerine bir uzay gemisi koyduğumuzda da benzer yapı ve derinliğe ulaşırız. En azından Otobüs filminin neden sosyal gerçeklik başlığı adı altında incelenemeyeceğini ortaya çıkarmış oluruz. Ridley Scott’ın 2012 yapımı Prometheus filmi, kendilerinden çok daha üstün bir uygarlığı araştırmak için yola koyulan kâşifleri anlatır. En nihayetinde amaçları gidip orada çalışmak olmasa da kendilerinden daha üstün olan bir uygarlığa ulaşmak, belki de ilk atalarıyla karşılaşma ümidini güderler. Lakin daha üstün sandıkları şeyin kendi yıkımlarına neden olacağından habersizdirler. Onlar da tıpkı Otobüs gibi, uzay gemilerine sığınır ve dışarıdaki tehlikeden, tekinsiz korkudan kaçınmaya çalışırlar. Dışarıya çıktıkları anda kendilerini yok edecek Alien ya da diğer şeylerden ürkerler. Prometheus her ne kadar ilerlemeyi, gelişmeyi öğretmiş olsa da bu bilim adamları ya da kâşifler ana rahmine benzer türden gemilerine sığınırlar. Ancak film Otobüs’ten bir farkla ayrılır. Uzay gemisindekiler kâşiftir ve amaçları yeni mekânları keşfetmektir, ilerlemektir. Ve uzay gemisinden çıkarlar. Ancak Otobüs filmindeki işçiler, kendilerine söyleneni yaparak dışarı çıkıp kebap dükkânı açmak yerine, otobüste kalmayı tercih ederler.

Son olarak, film konu gereği sosyal gerçeklik konusunu ele alır ancak anlatım, teknik ve simgesel ögelerini farklı bir kaynağa bağlar. Amacımız Otobüs filmine benzer tarafları bulunan filmleri okumak ya da bağlantıları ortaya çıkarmak değildir. Bahsettiğimiz ya da sürekli biraz daha ileri gidelim deyip örneklediğimiz filmlerin yapı olarak bu türden hissiyatları veren filmler olduğunu göstermektir.

Otobüs filmi ile diğer yönetmenlerin filmleri arasındaki yapı benzerliği tesadüfî değildir. Az gelişmişlik ile çok gelişmişlik arasındaki fark da değildir. Doğu ile batı arasındaki çatışma ise hiç değildir. Batı sineması olarak adlandırılan sinemada bile halen bu türden konular işlenmektedir. Bunun da gelişmişlik, modernizm ile alakası olmadığının altını çizelim. Tam olarak olmasa da sanırım taşra-şehir karşıtlığı filmin dokusuna sinmiştir. Otobüs filmi bu açıdan evrensel bir filmdir ve tek bir ülke ya da milletin kaygılarına, ihtiyaçlarına indirgenemez. Filmde nasıl ki, Anadolu’nun ücra yerlerinden gelen insanların başına böylesine absürt denecek kadar olaylar, yabancılaşmalar geliyorsa, aynı şey tam da şimdi modern insan olarak tanımladığımız öznenin de başına gelebilir. Hiç bulunulmayan, gidilmeyen her yer bize yabancıdır. Elbette ilk başta gidip garipsediğimiz, daha sonra alıştığımız bir uzamdan bahsetmiyorum, bunun da ötesinde asla dinmeyen, o yere ait olmadığımızı çağrıştıran, daha sonra kaybolduğumuzda yolunu bulamama endişesine ait bir his. Aynı şekilde kullanamadığımız ancak sonradan kullanmayı öğrendiğimiz her nesne bize yabancıdır ancak tekinsiz olmayabilir; tam tersi de mümkündür; lakin Stephen King’in romanlarındaki garip nesneler araba, mengene gibi günlük hayatta bize yabancı olmayan araçlar da tekinsiz olabilirler. Burada tekinsizliği korkudan ve kaygıdan ayırmak gerekir. Korku ya da kaygının kaynağının belli olması belki tekinsizliğin belirsizliğinden ayrılabilir. Heiddeger’in Varlık ve Zaman’ın önsözünde Kaan H. Ökten bu iki kavramdan azade olarak Arapça’daki ‘Havf’ (Endişe anlamına gelebilecek sözcük) kelimesinin kullanılması gerektiğini söyler. Ökten, her ne kadar tekinsizlik için bu terimi kullanmasa da açıkçası bu terimin gerçekten de tekinsizliği karşılayabileceğine inanıyorum. Havf bir anlamda endişenin kökeninin belli olmadığı türden nedenler için kullanabilir. Endişe duymak ancak neden endişelendiğini ya da korktuğunu bilmemek, hatta daha fazla korku kaynağının olabileceği durumda da kullanılabilir sanırım. Tekinsizliği belirtmek amacıyla korku kelimesi yerine ‘endişe’ kelimesini kullanacağım. Ve yazıda kullanılan diğer ‘endişe’ kelimelerinden azade olarak parantez içinde ‘havf’ kelimesi ile bunu belirteceğim. Bunu yapmaktaki amacımız Freud’un ‘Unheimliche’ kelimesinin Arapça ve İbranicede belirttiği üzere şeytani ve korkunç kelimeleriyle bağdaşmadığını da göstermektir.

Devamı bir sonraki yazıda…