“Makbul” olmayan anneliğe dair bir film: The Lost Daughter

Özgürlüğüne yönelik seçimleri, arzularının yolundan gitmesi dönemsel oluyor ama 48 yaşında yaşadığı ruh huzursuzluğundan da anlıyoruz ki Leda için hala hesaplaşılmamış, anlaşılmamış bir hayat egemen olmuş bütün ruhuna.

The Lost Daughter filmi, Elena Ferrante’nin kısa bir romanının uyarlaması olarak yine kadın bir yönetmen Maggie Gyllenhaal tarafından çekilmiş. Konusu itibariyle az rastladığımız bir film. Kadınlık durumlarımız anlatılmış. Kadınların anneliğe dair yaşadığı mutsuzluklar işlenmiş. Böyle bir filmin senaristinin ve yönetmeninin kadın olup olmadığına baktım ilk olarak. Her kadın yönetmenin ve yazarın bilincinin feminist bakış açısıyla donanmadığının farkında olarak. Kadınların annelik ve aile üzerine deneyimledikleri hayatın rahatsızlıklar, mutsuzluklar barındırdığını gösteren bu film, cinsiyetçi değerleri alt üst etmiş. Filmin yönetmeni Maggie Gyllenhaal de, romanın “kadınlık deneyimlerinin bağıra bağıra anlatımı” olmasından etkilenmiş. Filmdeki derdi de kadınların bu alanlarda çok fazla açığa çıkarılmayan yaşadığı gerçeklerin ifade edilmesi.   

48 yaşında bir edebiyat profesörü olan Leda’nın bir Yunan Adası’na tek başına tatile gitmesiyle başlıyor film. Leda, sakin ve ıssız bir ortamda tatiline başlarken, plaja kalabalık bir ailenin gelmesiyle rahatsız edici, sıkıntılı olayları izliyoruz. Leda’nın tanık olduğu bu aile içindeki annelik hallerinin, kendisinin geçmişte yaşadıklarını huzursuz edici şekilde açığa çıkarttığını görüyoruz. Leda’nın iki çocuğu, kocası, işi, yapmak istedikleri, arzuları arasında boğuşmasına, bocalamasına, geçmişe dönüş sahneleriyle tanıklık ediyoruz. Akademik hayatı olan, sevdiği işi yapmaya çalışan genç bir anne olarak, iki küçük çocuğuna bakmasını gerektiren işlerin, onu gündelik hayatında nasıl hırçınlaştırdığını görüyoruz.

Üç yıl boyunca evini terk ederek sevgilisiyle yaşıyor Leda. Özgürlüğüne yönelik seçimleri, arzularının yolundan gitmesi dönemsel oluyor ama 48 yaşında yaşadığı ruh huzursuzluğundan da anlıyoruz ki Leda için hala hesaplaşılmamış, anlaşılmamış bir hayat egemen olmuş bütün ruhuna. Biz feminist kadınların yaşadığımız duygu durumlarımızı anlamlandırmamızdaki çabamız ve ruhumuzla barışık halimiz yok sanki Leda’da ama o da beklenenleri yapmadığı için pişmanlıklar ve vicdan azabı girdabında boğulmuyor. Bocalamalar yaşıyor ama o “aykırı” seçimlerindeki mutluluğunu da samimice itiraf ediyor. Çocuk bakmanın bunaltıcı hallerini de açık seçik ortaya koyuyor. Farklı bir hayat yaşayabilme seçeneği olan bir kadının buna yönelmesini ama “fedakar annelik” beklentileriyle hesaplaşmanın hiç de kolay olmayacağını Leda’da görüyoruz. 

Giriş, gelişme ve sonuç örgüsü üzerinden gitmese de film, bizlerde belirsiz, çıkışsız hali egemen kılmıyor. Kadınların anneliğe dair mutsuzlukları bağıra bağıra anlatılıyor. Dayatılan annelik gerekleri yerine getirilmediğinde ise vicdan azabından yıkılan kadını değil, bocalamaları da olsa yaşama sevincini hissettiğimiz Leda’yı izliyoruz…