20. Yüzyıl faşizmi ve Komintern (I)
21. Yüzyıl faşizmlerini 2008’den günümüze kadar devam eden devrimci bir örgüt ve program ekseninde konsolide olamayan ancak egemen sınıfların çeşitli fraksiyonlarında varoluşsal bir tehdit üreten devasa kitlesellikte hareketlerine verilen bir yanıt olarak değerlendirmeliyiz. Aksi takdirde rekabetçi otoriterizmden neoliberal otoriterizme uzayan bir tasvirci kavramlar denizinde boğulmamak imkânsız görünüyor.

Faşizmi, bir üretim tarzının karşı karşıya kaldığı yıkıcı bir organik krizin çözümüne yeni bir iktidar bloğu inşa ederek çözüm bulmaya girişen bir hegemonik fraksiyonu iktidara taşımayı hedefleyen bir siyasi hareket ve bunu başarması durumunda da inşa ettiği bir olağanüstü devlet biçimi olarak tanımlayabiliriz.
Faşizmin bu tanıma en uygun örnekleri iki savaş arası dönemde Avrupa’da gözlenmiştir. 20. Yüzyıl faşizmi olarak tanımlayacağımız bu hareketler, 1945 sonrası koşullarda etkilerini büyük oranda kaybetmişlerdi. 1945-1989 döneminde daha fazla öne çıkan olağanüstü devlet biçimi askeri diktatörlüklerdi. Ancak 2000’li yıllarla birlikte faşist kitle hareketlerinin yeniden ön plana çıkmaya başladığına ve sağ popülizmin giderek radikalleşen biçimleri olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıklarına tanık oluyoruz. Bunları da tüm sağ popülist hareketleri faşizm çerçevesinde alma hatasından uzak durarak, 21. Yüzyıl faşizmi kavramsal şemsiyesi altında ele almanın anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bugünkü yazıda daha çok 20. Yüzyıl faşizmine dair Komintern’in ilk altı kongresinde yürütülen tartışmaları değerlendirmeye çalışacağım.
20. yüzyıl faşizmine dair yürütülen tartışmaların en önemli sahnesi hiç kuşku yok ki Komünist Enternasyonaldir. Enternasyonalin gerçekleşen toplam yedi kongresinin özellikle son dördü faşizmi anlamlandırmak üzerine önemli tartışmalara sahne olmuştur. Enternasyonalin dünya siyasetini okumasına damga vuran ana karakteristiklerini sınıflandırmak açısından faaliyetini dört dönem çerçevesinde ele almak mümkündür. Birinci dönem devrim sonrasında işçi sınıfı iktidarının konsolide olmaya çalıştığı iç savaş dönemidir. İç savaşın sona ermesi sonrasında ise diğer ülkelerde devrimci hareketlerin yenilmesi sonrasında ortaya çıkan güç dengelerinin stabilizasyon aşaması olarak değerlendirildiği ikinci dönem başlar. 1921’deki 3. Kongre sonrasında bir taraftan Sovyetler Birliği’nde savaş komünizminden NEP’e geçilirken diğer yandan da kapitalist ülkelerle ilişkilere bir istikrar kazandırılmaya çalışılıyordu. Bu dönemin ana taktiği olarak “kitlelere doğru” sloganı öne atılıyor ve dünya devriminin göreli bir gerileme içerisinde olduğu kabul ediliyordu. 4. Kongre’de proletaryanın birleşik cephesi olarak adlandırılan bir taktik çerçevesinde sosyal demokrasinin etkisi altındaki işçilerin öncelikle örgütlenmesi merkezi bir görev olarak benimsendi.
“Bu anın en büyük emri emekçi halkın burjuvaziyle sınıf iş birliğine girmesi değil sermaye ve partilerine karşı birleşik emek cephesinin kurulmasıdır. Ve birleşik cephenin kurulması için ilk ve kaçınılmaz şart burjuvazi ile sınıf iş birliği taktiklerinin tamamıyla reddedilmesidir” (Dimitrov, 23 Ağustos 1923).
Birleşik İşçi cephesi, sosyal demokratlarla merkezi düzeyde ittifaklardan ziyade tabanda işçilerin taban örgütlenmeleri seviyesinde iş birliklerini önemsiyordu. İşçi sınıfının sosyal demokrat ve komünist örgütlenmeler arasında bölünmesi ve bu bölünmüşlüğün sınıfın iktidar perspektifini zayıflatan etkileri 20 .yüzyıl faşizminin kendisine gelişme olanağı bulduğu çatlakların ana kaynağıdır. Milliyetçiliğin işçi sınıfı içerisinde güçlenmesi ve sosyalizmin bir alternatifi olarak etki alanını genişletmesi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde dünya savaşının da yarattığı ideolojik etkiyle ortaya çıkan yeni bir sonuçtu. Faşizmin radikal bir milliyetçilik olarak sınıfın kimi kaygı ve taleplerini de anti-marksist bir çerçevede eklemlemeyi başarması kitle hareketine dönüşebilmesinin koşullarını sağlamıştı. Faşizmin Almanya’da mutlak biçimde iktidarı ele geçirdiği 1933 sonrasına kadar komünistlerin sosyal demokrasi ile nasıl ilişkilenmesi gerektiği üzerine yürüyen tartışmalar, faşizm ile ilgili yürütülen mesainin önüne geçmişti.
2. dönemde faşizm ile ilgili ilk değerlendirmelerden birinde Lenin, “İtalyan Sorunu Üzerine” başlıklı konuşmasında İtalyan proletaryasının kendisini reformist çizgiden ayıramamış ve devrimci bir parti haline gelememiş bu sayede de devrimci bir konjonktürü değerlendirememiş olmasının altını çizer ve bunu faşizmin güçlenmesinin en önemli gerekçesi olarak ortaya koyar. Bu değerlendirme daha sonrasında faşizmi, işçi sınıfının başarısız bir devrim girişiminin cezası olarak gören bakış açısının ilk örneği olarak değerlendirilebilir. Devrim başarısız olmuştur ancak egemen sınıfların çeşitli fraksiyonlarını bir savunma paktı oluşturmaya ikna edecek kadar da güçlü bir tehdit yaratmayı başarmıştır. Ekim Devrimi’nin sermayede yarattığı dehşet ve dünya savaşının devlet mekanizmasında yarattığı köklü zafiyetler, bu tehdide oldukça gerçekçi bir zemin sağlıyordu. Devrim girişiminin başarısızlığa uğramasının ana sorumlusu olarak da sosyal demokrasi ve reformizm görüldüğü için faşizme karşı mücadele ile sosyal demokrasiye ve reformizme karşı mücadele birçok dönemde birbirini ikame eden öncelikler olarak öne çıkmaktaydı. Bu tartışmaların arka planındaki ruh halini anlayabilmek için Almanya’da Spartakist Devrimin önderleri Luxemburg ve Leibknecht’in, Schiedemann ve Noske gibi sosyal demokrat yöneticilerle bir sonraki dönemin faşist çetelerinin prototipi olan savaş gazileri ağırlıklı Freikorps üyelerinin iş birliği sonucunda öldürülmüş olmaları ve Alman Devrimi’nin yenilgisinin dünya devriminin gelişimi açısından çok büyük yıkıcı etkiler yaratmış olması, özellikle Komintern’in 3. Dönemine damgasını vuran travmatik bir gelişme olarak akıldan çıkarılmamalıdır.
4. Kongre ve “Faşizm iktidarda”
Komintern’in 4. Kongresi İtalya’daki Kara Gömleklilerin Roma’ya yürüyüşüyle ve Mussolini’nin iktidara gelmesiyle aynı günlere denk geldi. Bu kongrede konuşan Karl Radek, faşizmin zaferini Orta Avrupa’da ve Almanya’da başlayan karşı devrimci saldırının bir parçası olarak değerlendiriyordu. “Faşizmin zaferiyle komünizm dünya devrim süreci başlayalı ilk büyük yenilgisini almıştır. Faşizmin zaferi İtalyan işçi sınıfın anlık MANEVİ ve SİYASAL iflasının bir sonucudur. İtalyan işçi sınıfının tarihsel sorumluluğunu yerine getirememesi neticesinde kitleler faşizme yönelmiştir.” Radek faşizmi “küçük burjuva kitlelerin sosyalizmi” olarak görüyor ve faşizmin diğer diktatörlük biçimlerinden ayrı ele alınmasını öneriyordu. Radek’in küçük burjuvazi ve faşizm arasında kurduğu ilişki, takip eden dönemin merkezi tartışma başlıklarından birisi olmaya devam etti. Faşizmin bir küçük burjuva hareketi olarak radikal milliyetçilik, anti-Marksist sosyalizm ve anti-komünist ideolojilerin özgün bir sentezini yaratmayı başarmış olması ve bu hareketi, savaş sonrası koşullarda işçi sınıfının devrimci tehdidi karşısında kendisini güvende hissetmeyen toprak sahipleri başta olmak üzere sermayenin çeşitli fraksiyonlarına kurtarıcı olarak pazarlamayı başarması dönemin öne çıkan ana motifiydi. 5. Kongre’ye Alman Komünist Partisi’ni (KDP) temsilen katılan Freimuth da faşizmin başarısız bir işçi sınıfı devrimine yanıt olarak ortaya çıkmasını şu şekilde tariflemişti: “Faşizm proletaryanın devrimci tecrübesinin eksik olduğu bir dönemde yığın haline gelmesinin bir sonucudur”. Bu tanımın, 2008 krizi sonrasında özellikle Arap Baharı ve neoliberalizme karşı meydan hareketleri sonrasında gelişen faşist hareketlerin, temel kaynağını açıklamakta da işlevsel olduğunu düşünüyorum. 21. Yüzyıl faşizmlerini 2008’den günümüze kadar devam eden devrimci bir örgüt ve program ekseninde konsolide olamayan ancak egemen sınıfların çeşitli fraksiyonlarında varoluşsal bir tehdit üreten devasa kitlesellikte hareketlerine verilen bir yanıt olarak değerlendirmeliyiz. Aksi takdirde rekabetçi otoriterizmden neoliberal otoriterizme uzayan bir tasvirci kavramlar denizinde boğulmamak imkânsız görünüyor.
Faşizmin doğduğu ülke olarak tarihe geçen İtalya’nın sosyalistlerden ayrılarak kurulan komünist partisinin ilk lideri olan A. Bordiga’nın “işçi sınıfının sömürüsünü içeren tüm rejimler ister burjuva demokrasisi ister faşizm olsunlar son kertede öz olarak özdeştirler” değerlendirmesi 1924’te yapılan 5. Kongre’nin karar belgelerine girer. Faşizmi olağanüstü bir devlet biçimi olarak görmektense önemsememe, sıradan ve geçici bir politik olgu olarak anlamak oldukça yıkıcı sonuçlar yaratacaktı. Faşizmin özgünlüğünü anlamlandırmakta yaşanan bu başarısızlık ilk başta oldukça bölgesel ve İtalya’nın kimi geri kalmışlıklarıyla açıklanan faşizmin, küresel jeopolitiği belirleyen devasa bir güç haline gelebilmesini mümkün kılan etmenlerden birisi olarak değerlendirilmelidir.
Faşizmin burjuva devriminin temizleyemediği kalıntılarla ilgili bir olgu olarak açıklanması giderek ileri kapitalist ülkelerde faşizmin iktidar olamayacağına dair bir boş beklentiyi büyüttü (Poulantzas, 2019:51). Bu “geri kalmışlık tezi” 4. Kongre’de ağırlıklı olarak kongreye başkanlık da eden Zinovyev tarafından savunuldu. “Faşizm geri kalmış ve yarı yarıya tarıma dayanan ülkelerde başlıca düşmanımız olacaktır” (Martinov, 1929). Zinovyev faşizmin toprak ağalarını temsil eden bir hareket olduğunu ve Almanya’da iktidara gelemeyeceğini düşünüyordu.
Orta Sınıflar ve Faşizm
İşçi sınıfının güçlenmesinin ve artan toplumsal etkisinin orta sınıflarda yarattığı öfke ve tedirginlik de faşizmi besleyen önemli toplumsal kaynaklardan birisi olarak görülüyordu. “Her geçen gün artan yoksulluğun kitleleri devrimcileştirmesi sonucu olarak kamu görevlileri dahil olmak üzere orta sınıfları tedirgin etmekte, burjuvazinin kendi bürokrasisine duyduğu güven azalmakta ve devlet aygıtının kurulu düzeni eski yöntemlerle sürdürmesine izin vermemektedir”. Komintern’in 1933 sonrasına kadar yaptığı analizlerin en önemli zaafı, yoksullaşmanın ve iktisadi krizlerin işçi sınıfını kendiliğinden devrimcileştireceğine dair gereksiz bir iyimserliğin hâkim olmasıdır. Oysa faşizmin 1924 sonrasında giderek konsolide olması krizlerin olası başka sonuçlarını da açıkça ortaya koymaktaydı. 1929 krizinin de böylesi bir kendiliğinden yükselişe yol açacağının düşünülmesi, işçi sınıfının devrimcileşmesinin önünde en büyük engel olarak görülen sosyal demokrasiyle var olan tüm köprülerin atılmasına ve “sınıfa karşı sınıf” teziyle işçi sınıfının parçalanmasını daha da derinleştirerek Nazizmin iktidarına kırmızı halı döşenmesine yol açan 3. Dönemi başlattı.
Burada Clara Zetkin’in 4. Kongre’de yaptığı tarihi konuşmanın mutlaka altı çizilmesi gerekmektedir. Zetkin bu konuşmada faşizmin lokal bir olgu olarak görülmesine karşı çıkar: “Faşizm Rusya’da başlatılmış olan devrim devam ettirilmediği ve daha ileri götürülmediği için proletaryanın çekmek zorunda olduğu bir cezadır”. Dolayısıyla faşizmin iktidara gelmesi sadece prekapitalist toplumsal ilişkilerin güçlü olduğu İtalya gibi güney Avrupa ülkelerine özgü bir risk değildir. Faşizmin ezilen sınıflarda yarattığı cazibeye karşı yürütülmesi gereken öncelikli mücadele de Zetkin tarafından vurgulanır: “Faşizmi ancak daha önceki yaşam güvencelerini – güvencesizlikle faşizmin kökleri arasında kurulan bağa dikkat! b.n- ve bunun yanı sıra çok kere düzene olan inançlarını daha bugünden yitirmiş olan geniş toplumsal yığınlardaki kışkırtıcı ve sürükleyici etkisini kavrayabildiğimiz zaman yenebiliriz”. Zetkin böylece bir olağanüstü devlet biçimi olarak faşizmin kitle hareketine yaslanma özgünlüğünün altını çizer. Kitleler faşizme aktif rıza vererek katılmaktadır. Bu kitlelerin ağırlıklı olarak küçük burjuva katmanlar olarak resmedilmesi proletaryanın kimi kanatlarının da bu etkinin altında olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktaydı. Faşizmin kitlelerin aktif rızasını örgütleyebilen bir hareketten doğması ve bu kitle hareketinin paramiliter çeteler şeklinde, devletinkine paralel zor aygıtları olarak örgütlenebilmesinin de mümkün olması bu hareketin sonucunda ortaya çıkan devlet biçimlerini diğer olağanüstü devlet biçimlerinden ayırır. Zetkin “birleşik işçi cephesi” fikrinin güç kazanmasında da oldukça etkin rol oynamıştı. 1924’te Zinovyev ve 1928 sonrasında da Stalin’e karşı bu yaklaşımı savunmaya devam ettiği için yaşanan fikir ayrılıkları gerekçesiyle KDP Merkez Komitesi’nden 1924 ve 1929 yıllarında KDP MK’sından çıkarıldı. Hitler’in partisinin çoğunluğu kazandığı 1932 seçimleri sonrasında da Alman Meclisi Reichstag’ın açılış konuşmasında faşizme “birleşik işçi cephesi” çağrısını bir kez daha yineledi (Ayan, 2020: 115). Bordiga, bu analize 5. Kongre’de itiraz etmeye devam etti ve faşizmi büyük burjuvazinin tutucu kesiminin inisiyatifi altında burjuva alt orta katmanların harekete geçmesi olarak tasvir etmeye devam etti.
5. Kongre, faşizm ile sosyal demokrasiyi aynılaştırma tarihsel hatasının ilk izlerinin görülmeye başlandığı an olarak değerlendirilebilir. Zinovyev bu kongrede sosyal demokrasinin faşizmin bir kanadı olduğunu iddia etti. Kongre’nin sonuç belgesi olan “Taktik Üzerine Tezler”de burjuvazinin bazen faşizmi ve bazen de sosyal demokrasiyi kullandığını ve her iki halde de iktidarın kapitalist karakterini maskeleyip ona halkçı bir görünüm vermek istediğini vurguluyordu. Stalin de bu kongrede yaptığı bir konuşmada “Sosyal demokrasi ile faşizm birbirinin karşıtı, ikiz örgütleridir… Sosyal Demokrasi objektif olarak faşizmin ılımlı kanadıdır.” Sosyal demokrasi artık genel olarak “sosyal faşizm” olarak değerlendirilmekteydi.
Burjuvazinin iktidarının sadece iktisadi bir olgu olarak görülüp bunun siyasi biçiminin neredeyse hiçbir önemi olamayacağına dair mekanik Marksizmin yol açtığı bu analiz, özellikle Almanya’da işçi sınıfı hareketi açısından yıkım getiren sonuçlar doğurdu. Burada temel tartışma sosyal demokrasinin giderek bir burjuva ideolojisine dönüşmesinin eleştirisine bir itiraz değildir. Ancak faşizmin yarattığı tehdidin İtalya’daki açık sonuçları ortadayken ve faşizme yol verecek güçlerin birbirinden ayrıştırılması taktiksel bir zorunlulukken bunların arasındaki çatlakları görünmez kılan, burjuva fraksiyonlarının arasındaki gerilimleri büyütmeyi temel bir hedef olarak görmeyen bir politik hattın siyasi bir intihara yol açması neredeyse kaçınılmazdı. Almanya’daki durumun ciddiyeti 1929-1932’nin “sınıfa karşı sınıf” ajitasyonu günlerinde olduğundan çok daha geride değerlendirilirken 1932’den sonra da artık geri döndürülemez, mücadele edilmesi anlamsız bir “somut durum” olarak değerlendirildi. Hatta Dimitrov “bütün burjuva devletleri eninde sonunda ya bir hükümet darbesiyle ya da barışçı yolla ya gaddarca ya tatlı sert faşizme geçer” faşizmi tarihin kaçınılamaz bir aşaması olarak nitelendirdi (1975: 27). Faşizmin her sıçraması büyük çöküşünün yakınlaşması olarak değerlendirildi, hatta faşizmin iktidarının devrimi çabuklaştıracağı gibi akıl uçuran değerlendirmeler de havalar da uçuştu. Bu süreçte hala önemli bir kapasitedeki sınıf örgütleri ise tamamen izleyici durumuna geçti. Hitler’e iktidarın verilmesinin yönetilemez bir istikrarsızlığa yol açacağını ve bir iç savaşı tetikleyeceğini düşünen ve bu nedenle tereddütleri olan tekelci sermayenin Von Papen-Hindenburg kanadı da sınıf örgütlerinin bu felç olma halinden iç savaş çıkamayacağı kararını vererek şansölyeliği Hitler’e teslim etti. (Devam edecek…)
Kaynakça
Ayan, M. A. (2020) “Sınıfa Karşı Sınıf mı?” “Halk Cephesi mi?” , Yaşayan Marksizm, 4(6), 111-125
Dimitrov, G. (1975) Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev: Ali Özer, İstanbul: May Yayınları
Poulantzas, N. (2019) Faşizm ve Diktatörlük, çev: Ahmet İnsel, İstanbul: İletişim Yayınları