Atalarımız bizden daha az çalıştı ama daha iyi hayatları oldu. Peki biz neyi yanlış yapıyoruz?

Ståle Wig’in openDemocracy’deki yazısını Karşı Mahalle Türkçeye çevirdi: Hem tarifsiz bir refah hem de varoluşsal kriz çağında, çalışma meselesini yeniden düşünmenin zamanı geldi.

Bu yazıyı bitirmeden önce biraz stresliydim. Kış tatilinin sonuna gelmiştik ama ben yine de freelance yapabileceğim bir iş yapmaya karar verip bu yazıyı yazdım.

Oslo Fiyordu kıyısındaki bir kumsalda oturmayı, sinemaya gitmeyi ya da balkondaki domates fidelerinin yanında oturmayı tercih edebilirdim. Ama ben, saatlerce çalışmamı gerektirecek bir iş üstlendim. Yazıyı teslim süresi yaklaşırken hissettiğim stres midemde tanıdık bir delik açtı. Daha az uyudum, daha çok sabırsız biri oldum ve insanlarla daha az vakit geçirdim. Güneş dışarıda parlıyordu, hesabımda yeterince para vardı ama ben hala oradaydım: ışığı yanan bir bilgisayarın karşısında çalışıyordum.

Çoğu insan gibi ben de ‘iş’ dediğimiz bu aktiviteye karşı tuhaf bir çekim hissediyorum. Uyumadığım, duş almadığım, yemek yapmadığım ya da yemediğim zamanların çoğunda çalışıyorum. Boş zamanları severim, tabii çok uzun olmaması kaydıyla…

Hapishanelerde, hücreye koyulan mahkûmlar sürekli dışarı çıkmak isterler. Hüküm giymiş hırsız ve katillerle çamaşır yıkamayı ya da yerleri silmeyi, öylece durup zaman öldürmeye yeğlerler. Ya da piyango kazanıp zengin olanların çoğu da çalışmayı bırakmaz. Harvard Business Review’de yayımlanan bir araştırmaya göre, insanlar ne kadar çok para kazanıyorsa o kadar çalışıyor. ABD’de en yüksek gelire sahip olanların yüzde 62’si haftada 50 saatten fazla çalışıyor. Bunların da üçte birinden fazlası 60 saatten çok; onda biri ise 80 saatten fazla çalışıyor. Bu esnada, lüks bahçeleri ve yüzme havuzları boş kalıyor; lüks arabaları da garajlarında tozlanıp duruyor.

Evrimsel miskinlik

Çalışabildiğimiz kadar çalışmak cidden doğamızda mı var? Belki de evrim çok çalışanları takdir etmemizi, dinlenenleriyse hor görmemizi sağlamıştır; belki işe düşkün olmaya yatkınız.

Antropolog James Suzman, ‘İş: Zamanımızı Nasıl Harcadığımızın Tarihi’ adlı kitabında bu soruya farklı bir yanıt veriyor. Neden bu kadar çok ve hatta gereğinden çok çalışıyoruz?

Suzman, Homo sapiensin Afrika savanlarında avlanmaya ve yiyecek aramaya başladığı zamanlardan günümüzün otomatize edilmiş toplumlarına kadar insanlığın uzun çalışma tarihini inceliyor ve nihayetinde insanların sürekli çalışmasının normal olmadığı sonucuna varıyor.

İnsanlar, 300 bin yıldan fazla bir süredir yeryüzünde yaşıyor; bu zamanın çok büyük kısmındaysa bugün yaşadığımızdan tamamen farklı bir şekilde yaşadık. Tarım devriminin kentsel toplumun temellerini attığı yaklaşık 100 bin yıl öncesine kadar çoğu insan küçük gruplar halinde avcı-toplayıcı olarak yaşıyorlardı.

Uzun bir süredir, avcı-toplayıcıların kısa ve sefil bir hayat yaşadığına inanılıyordu. Avrupalılar, ilk kez Kalahari Çölü’ne gittiklerinde hayvanlar ve bitkilerle beslenmek için kanlı bir mücadeleye girişmek zorunda kaldıkları kararına vardılar. Ama 1960’larda antropologlar; Kuzey Kutbu’nda göçebeler, Avustralya’da Aborjinler ve Tanzanya’da Hadza kabileleri arasında yaşamaya başladıklarında şaşırtıcı bir şeyle karşılaştılar. Hayat, avcı-toplayıcılar için bir mücadele demek değildi. Üstelik avcı-toplayıcıların çeşitli besleyici yiyecekleri yedikleri ve ortalama bir insanın ihtiyaç duyduğu kalorinin yüzde 10’undan fazlasını bu yiyeceklerden aldığı sonucuna vardılar.

Elbette avcı-toplayıcıların modern hastanelere erişimi olmadığından bebek ölüm oranı günümüz standartlarına göre daha yüksekti. Ancak 15’inci yaş gününe kadar sağ kalabilenler rahatlıkla 60 yaşını geçecek kadar yaşayabiliyordu. Başka bir deyişle, avcı-toplayıcılar muhtemelen tarım toplumundaki çoğu insandan daha uzun yaşayabildi.

Aslında en çarpıcı şey ortalama yaşam süresi değil yaşam kalitesi meselesiydi. Antropologların saha çalışmaları, avcı-toplayıcıların ihtiyaç duydukları tüm yiyecekleri çok sınırlı bir çabayla elde ettiklerini ve endüstri çağının başlarındaki çoğu insandan çok daha fazla ‘serbest zaman’a sahip olduklarını gösterdi. Geçen yüzyılın başına kadar Kalahari Çölü’nde yaşayan Jo/’hansi kabilesi, yaşamak için ihtiyaç duydukları kaynakları elde etmek için sadece 15 saat harcıyordu. Bir bu kadar zamanı da, evdeki/çalışmayan yakınlarına bakmak için kullanıyorlardı. Haftada 15 saat, sanayi devrimi sırasında bir işçinin neredeyse günlük çalışma süresi. Avrupa’daki kömür madenlerinde çocuk ve yetişkin işçiler akciğerleri tıkanana kadar çalışırken, bir Jo/’hansi ateşin etrafına oturup hikâyeler anlatıyor, dans ediyor, şarkı söylüyor ve oyunlar oynuyordu.

Bir tür olarak tarihimize baktığımızda, yaşamlarımıza bugün olduğundan daha farklı öncelikler vermişiz. Çocuk bakımı ve ev işlerine ek olarak günümüz standardı olan haftalık 40 saatlik çalışma süresi, tarihsel bir perspektiften bakınca lüzumsuz bir sıkıcılıkta görünüyor.

Tüketim avı

Bu kadar çok çalışmak normal değilse; o halde bu, günümüz modern toplumu için mi gerekli bir şey?

Amazon’un perakende mağazalarında çalışan depo işçileri, Rio’nun katı atık sahalarındaki atık toplayıcıları ve Bangladeş’teki tekstil işçilerinin uzun saatler boyunca çalışmak dışında fazla seçenekleri yok. Kârın çoğu patronlar tarafından alınıp işçiler de düşük ücret aldığından, dünyanın yoksulları ailelerini yaşatabilmek için bütün gün boyunca mücadele etmek zorunda.

Ama daha zengin ya da daha başarılı oldukça neden bu kadar çok çalıştığımızı açıklamak biraz zorlaşıyor. Zamanının önde gelen iktisatçılarından John Maynard Keynes, 1930 tarihli ünlü bir makalesinde, modern toplumun 100 yıl içerisinde ekonomik kıtlık problemini çözeceğini öngörüyordu. Dolayısıyla Keynes, teknolojik gelişme, sermaye ve üretkenlikteki artış sayesinde gelecek nesillerin tıpkı bir Jo/’hansi gibi haftalık 15 saatten fazla çalışmayacağını tahmin ediyordu. Gelecek, ‘bolluk ve boş zaman’ çağı olacaktı!

Keynes yalnızca şunda haklıydı: modern dünyanın daha üretken bir yer olacağı. Hatta Keynes gelinebilecek üretkenlik ve zenginlik seviyesini hafife bile aldı diyebiliriz. Gel gör ki Keynes, bu ilerlemelerin herkesin daha az çalışmasına yol açacağını iddia ederken yanılıyordu. Nüfusumuza yetecek kadar ihtiyaçlarımızı üretmek giderek daha az sayıda insanın çalışmasıyla mümkün hale gelse de, bugün çoğumuz en az 1970’lerdeki kadar çok çalışıyoruz. Niye ya?

Cebimiz sağlam olsa da birçoğumuz çalışmaya devam ediyoruz. Çünkü durursak, bizim ya da ailemizin ihtiyaçlarını gelecekte karşılayamayacağımızdan korkuyoruz. Özellikle de refah devleti korumasından yoksun olan ya da yeterince korunmayan toplumlarda günlük yaşam tamamen güvencesiz. Ekonominin en alt basamağında olmayanlar dâhil… İnsanlar yalnızca ayakta kalabilmek için çalışıyor.

Yine de orta sınıfa mensup olanların çoğu yalnızca ihtiyaçları için çalışmıyor. Ne istiyorlarsa tamamını elde etmek için çalışıyorlar. Orta sınıfın daha fazla zımbırtı arzusu kapitalizmin yapısında kökleşmiştir. Ekonominin büyümeye devam etmesi için, tüketenlerin daima daha fazlasını istemesi gerekir. Biz şimdi yine bir avcı-toplayıcı toplumunda yaşıyoruz; ihtiyaçların karşılandığı ama avın devam ettiği bir toplum. Başka bir yazlık ev, başka bir yurt dışı seyahati ve manzaralı bir daire için avlanıyoruz.

‘Tırışkadan işler’

Nihayetinde artan büyüme ve tüketim beklentisi, en ayrıcalıklarımızın bile neden sabahları işe gittiklerinin açıklamasının sadece bir kısmı. Çalışmak bize sadece maaş vermez, aynı zamanda bize değerli bir insan olduğumuz hissini verir. Çalışmaya dair bu ideolojik bakış yani değerli olma hali, siyasi yelpazenin farklı spekturumlarında yaygın bir anlayış. Sovyetler Birliği’nin anayasası tam olarak bunun üzerine kurulu: “Çalışmayan yemesin!”

Keynes, 21’inci yüzyıla gelindiğinde çalışma ve iş mevzusunun hayatın ekseni haline geleceğini tahmin edemedi. Mesela bir yerde biriyle tanıştığımızda otomatik olarak ‘Ne iş yapıyorsun?’ diye sorarız. Bu soruyla aslında hayatında 9-5 saatleri arasında nerede ne yaptığını sormuş oluruz. Sorumuza iyi bir cevabı olmayanlaraysa merhametle yaklaşırız, çünkü iş bizim artık en önemli kimliğimiz haline geldi.

Antropolog David Greaber’in tanımladığı üzere, kimsenin ilgisini çekmeyen toplantılara katıldığınız ya da kimsenin okumadığı raporlar yazdığınız o ‘tırışka işler’den birinde çalışmanız önemli değil. Yegâne amaç, lanet bir şey olsa da 9’dan 5’e kadar çalışma ritüeline katılmış olmanız. Bulunduğum dünyada iş, insanın onurlu bir yaşam sürdürebilmesi için gerekli. Kulağa hoş gelen, ‘projeler’ üzerine çalıştığınız ve çok yoğun bir şey olmalı. İdeal olarak, kişinin bir ‘kariyeri’ olmalı. Orta sınıflar için, yeteri kadar çalışmak bir anlam ifade etmiyor artık; işimizi gerçekten çok sevmemiz ve sürekli meşgul olmamız gerekiyor.

Bu ‘modern av’ın bazı kısımları iyi olabilir. Hayatı kolaylaştıracak yeni teknolojiler ve ilaçlar yaratmak için acele etmiş oluyoruz. Ama bu acele etme halinde yaşadığımız stresin çoğu gereksiz, boşa. Memleketim Norveç’te, özel tüketim 2000’den beri iki katına çıktı. Daha çok şey alıyoruz, daha çok et yiyoruz ve daha çok seyahatlere çıkıyoruz. Siyasetçiler, bu yaşam tarzını sürdürebilmemiz için daha da çok çalışmamız gerektiğini söylüyor. Amaçları, mümkün olduğunca insanı mümkün olduğu kadar uzun süre boyunca ücretli çalışma sistemine dâhil etmek.

Çalışmayı ve işi yeniden düşünmek

Tüm bunlara rağmen, modern toplumda ‘iş’i nasıl düşündüğümüzle ilgili bir şeyler biraz değişiyor.

Sendikal harekette, mevcut işleri paylaşmak için çalışma saatlerini azaltma olanaklarını tartışmak yaygınlaştı. Üstelik insanların biraz daha az çalışması her zaman daha az üretim yapılacağı anlamına gelmiyor. Örneğin İzlanda, ülke çalışanlarının yüzde 1’inde daha kısa çalışma saatleri projesini test etti. Gelen sonuçlar şaşırtıcıydı: İnsanlar daha az çalıştıklarında sadece daha sağlıklı ve daha mutlu olmakla kalmıyor, aynı zamanda en az eskisi kadar iş üretmeye de devam ediyorlardı. Bazen çalışma saatleri azaldığında verimlilik artar; insanlar daha az çalışır ama vaktini daha verimli kullanır.

İş meselesiyle ilgili yeni bir şeyler düşünmek, daha az çalışma saatleri konusu dışında da düşünmemizi gerektiriyor. Covid-19 pandemisi, bizi, esasında kıymetli olan işin ne olduğunu düşünmeye zorladı. Pandemi tüm dünyayı feci bir şekilde kasıp kavururken, çoğumuz evlerimizdeyken toplumların çöküşünü engelleyen şeyin tam da en düşük statülü ve ücretli meslek grupları olduğunu fark ettik. Temizlik, bakım ve ulaşım işçileri…

Ne yazık ki, işiniz ne kadar az ‘tırışka’ olursa düşük maaş ve iş yerinde kötü muamele ihtimali o kadar yüksek olur. Düşük ücretli bakıcılar, yaşlı bakımı için evden eve koşarken pazarlama danışmanları verandada oturup Microsoft Teams toplantılarına katılıyordu. Niye böyle olsun ki?

Tam bu noktada, ‘iş’i hayatın içinde nasıl örgütlediğimizi yeniden düşünmemizin zamanı geldi.

21’inci yüzyılda hem ofiste hem ofis dışında olan kıymetli, değerli, esas işlerin özellikleri neler olmalı? Fosil yakıt şirketlerinin ve tüketimin gezegenimizi mahvettiği bir çağda nasıl bir iş?

Politika yapıcılar ve merkez siyaset yürütenler, birkaç yıl önce ütopik sayılabilecek dört günlük iş süresinden tutalım da evrensel temel gelir uygulaması ve teknolojinin kamusal mülkiyetine kadar çeşitli çözümleri tartışıyorlar.

Bu tartışmaların sonucuna bağlı olarak; gelecek, en kıymetli işleri yapan işçiler için daha az cehennemî bir yer; Keynes’in torunları için hayal ettiği bir cennet olabilir.

O zaman geldiğinde, biri hala güneş parlarken içeride oturmayı ve bilgisayarda makaleler yazmayı tercih etmeye devam edebilir. Ama en azından bu sadece onun karar verdiği bir şey olmuş olur.


Bu yazı, Oslo Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı olarak görev yapan Ståle Wig’in openDemocracy’deki İngilizce orijinalinden, Karşı Mahalle için tarafından çevrilmiştir.