Üçüncü seçenek mümkün ve gereklidir!
Burada sınıfın öncülüğü meselesine bakıştaki sapmalar, kimlikler mücadelesinin öne çıkması ve post modernizmin etkilerini de mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Kapitalizmin yapısal dönüşümünü ve sınıfın parçalı yapısını atlamadan, işsizliğin kalıcılığını, köylülüğün çözülmesini gören bir yerden işçi-işsiz ittifakını örgütlemek kapitalizmin canına ot tıkayacaktır.
Ülke önemli bir dönemece girdi. Çoklu kriz derinleşiyor. Özellikle ekonomik kriz derinleştikçe siyasal kriz de hızla derinleşiyor. Tüm sınıfsal katmanlar bu krizli ortama gücü ve bilinci oranında müdahil olmaya çalışıyor. Finans kapitalle beşli çetede sembolize olan 2000’li yılların başında “Anadolu sermayesi” olarak tanımlanan AKP’li yıllarda palazlanan sermaye grupları arasındaki çelişkilerin görünür bir hal olması da krizin derinleştiğinin alametlerinden.
Bu durumda hızla ve coşkun bir şekilde “hadi bakalım kurtuluyoruz” diyemiyoruz maalesef. Siyasal ve tarihsel bilincimiz buna engel. Hatta “öldü, ölecek” yaklaşımı çok ciddi bir apolitizim ve pasifizmle malul.
Emekçiler, ezilenler açısından bir diğer sıkıntılı yaklaşım da iki seçenekten birine mecbur olduğumuzun açık veya örtülü dile getirilmesidir.
Tek adam rejimini durdurabilecek tek gücün Millet İttifakında cisimleşen restorasyoncu güçler olduğu son zamanlarda farklı biçimlerde de olsa sıkça dile getiriliyor. Özellikle 3. seçeneğin örgütlenmesinde emekçilerin gündemini politize etmekle görevli sosyalistlerin “zayıflığı” üzerinden bu tez güçlendirilmeye çalışılıyor. Bir taraftan “öncülük” tartışmaları bir taraftan “güçsüzlük” tespitleri üzerinden tartışma derinleşiyor.
3. seçeneğin önemli bir bileşeni olarak öne çıkan HDP’nin politik konumlanması bu tartışmada önemli bir yer ediniyor. Tutum Belgesinin açıklanmasının hemen ardından Demirtaş’ın “güçlü bir sol blok” çağrısı tartışmaları hızlandırdı. Tutum Belgesinde eksik kalan anti-kapitalist vurguyu içermesi anlamında önemli bir metin. Ancak “sol blok” kuralım denince hemen kuruluveren bir şey değil. “Blok”tansa güncel taktikler etrafında bir araya gelişler daha gerçekçi ve sonuç alıcı olacaktır. Bu konuya dair yaklaşımımızı da içeren şu yazıdan bir bölümü hatırlatalım: https://www.karsimahalle.org/2021/05/07/1-mayis-2021in-donum-noktasi-olmasi-elimizde
1 Mayıs’ta yan yana yasakların üstüne yürüyen, öncesinde “Kod29 Kaldırılsın” parolasıyla bir araya gelen, birbirini görmeye çalışan bir yerden dayanışma ve direnişi büyütmeye çalışan sınıf örgütleri bunu yapmaya çalıştı. Yeterli mi, hayır! Sorunları yok mu, var! En önemli sorunumuz “rekabetçi” yaklaşımdan kurtulamamış olmamız ve sınıfın taleplerini politikleştirme konusundaki yaklaşım farklarımız. “Rekabetçi” yaklaşım büyük oranda bu topraklarda çok yaygın olan küçük burjuva, eril siyaset yapma şeklinden besleniyor. Siyaset yapan neredeyse her oluşum kendine öncü, diyor. Öncülük, öncüyüm denerek olmuyor. Daha doğrusu en önemli motivasyon kaynağı “buraya biz öncülük etmeliyiz” olunca sonuç alamıyoruz. Yan yana gelişlerde karşısındakinin fikrine, önerisine bu motivasyonla yaklaşanlar süreci tıkıyor ya da “öncülük” edemeyecekse hiç yer almıyor. Bu durum etkileşime kapalı, bir iki başarılı iş yaptıktan sonra gücünü abartarak; bu işi biz tek başımıza yaparız, sığlığına yol açıyor. Böyle yapmayanlar “güçsüz” görülüyor. Sınıfın güncel talepleri etrafında birbirini gören ve dayanışan bir yaklaşım aslında herkese güç verecektir. Bu yaklaşıma güncel olan en iyi örnek “İstanbul Sözleşmesini Uygula!” kampanyasıdır. Talep net, kimse kimseye öncülük taslamıyor ama kimsenin de çizgisi flulaşmıyor, sosyalist feminist yine sosyalist feminist, radikal feminist yine radikal feminist.
Pandemi boyunca daha da derinleşen ekonomik kriz emekçiler için işsizliğin 10 milyonu aşması ve güvencesizliğin derinleşmesi olarak yaşandı. Hayat pahalılığı da üstüne tuz biber olmuş durumda. Kriz var ama patronlar karlarına kar kattı. Yaşananlar o kadar vahim ve kör göze parmak ki sınıfı unutan sosyalistlerin bir kısmı tekrar sınıfı “keşfediyor”! Bir de içine girilen krizden sınıfın gündemlerine kayıtsız kalarak çıkılamayacağını düşünen liberaller var. Sınıfın gündemlerini ve çelişkilerini araçsallaştıran, tek adam rejiminden kurtulmak için aparat haline getirmeye çalışan liberal ve restorasyoncu yaklaşımlara karşı son derece uyanık olmalıyız.
Bizim açımızdan ise böylesi tarihi günlerde 3. seçeneğin inşası kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Yaşanan süreç ülke darlığında ve seçime endeksli düşünüldüğünde 3. seçenek olarak ifade edilen emekçilerin, ezilen hakların ve kadınların kurtuluşunu örgütleyecek seçeneğin mümkün görünmemesi anlaşılır bir durumdur. Tüm dünyada kapitalizmin yaşadığı çoklu kriz ve Türkiye’deki sıkışmayı düşündüğümüzde ise emekçilerin seçeneğini örgütlemek her zamankinden daha hayati bir yerde durmaktadır. Sınıfsal çelişkilerin bu kadar derinleştiği ve bu çelişkilerin geleceğin siyasi belirleniminde ciddi bir veri olduğu koşullarda sosyalistlerin emekçilere egemenler arasından tercih önerme gibi bir “güncel görevi” olmadığı çok açıktır. Burada “güç” tartışması devreye giriyor. Bir yıl içinde seçimi kazanacak ya da devrim yapacak bir güçten bahsediliyorsa elbette “güçsüzüz”. Emekçilerin derinleşen ekonomik krizde kendi talepleri üzerinden örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin gelişecek politik atmosferde belirleyici bir güç olarak şekillenmesi gücü belirleyecektir. Emekçilerin kendi taleplerinin takipçisi olacağı, özneleşeceği örgütlenme biçimlerini hayata geçirmek burada belirleyici olacaktır. Şu anda ülkenin dört bir tarafında irili ufaklı işçi direnişleri var. Bunların pek çoğu ağırlaşan çalışma koşullarına, hak gasplarına karşı sendikalaşma mücadelesi verirken işten atılan işçilerin direnişi. Bu direnişlerin dağınık ve azımsanmayacak bir kısmının sarı sendikaların kontrolünde olduğunu unutmadan şunu söylemeliyiz: bıçak kemiğe dayandı. Bu koşullarda sosyalistlerin görevi “ama”larla başlayan cümleler kurarak oturduğu yerden akıl vermek olamaz. Ne kadar sınıfla temas ediyoruz, ideolojik olarak ne kadar post-Marksizm’in etkisindeyiz, bunlarla hesaplaşmadan, yerimizden kıpırdamadan, konfor alanlarımızı terk etmeden sınıfın gücünü göremeyiz elbette.
Bu gücün örgütlenmesi için her zamankinden çok daha fazla olanak var. Burada öncülük tartışmaları devreye giriyor. Sosyalistlerin sınıfın örgütlenmesinde öncülük etmesi meselesi son günlerde sıkça tartışıldı. Önemli bir tartışma olduğunun altını çizmek gerekir. Bu yazıda öncülüğe tamamen karşı olan yaklaşımların beslendiği ideolojik temel çok net olduğu için ele alınmayacak. Ancak öncülük, “öncüyüm” diyerek olmuyor.
Her örgüt stratejik ve programatik yaklaşımına göre konumlanır ve örgütlenir. İşçi sınıfını öncü olarak görüyorsa onu devrimin öznesi kılmak için çalışmalıdır. Yoksa onun yerine devrim yapmak için değil. Burada sınıfın öncülüğü meselesine bakıştaki sapmalar, kimlikler mücadelesinin öne çıkması ve post modernizmin etkilerini de mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Kapitalizmin yapısal dönüşümünü ve sınıfın parçalı yapısını atlamadan, işsizliğin kalıcılığını, köylülüğün çözülmesini gören bir yerden işçi-işsiz ittifakını örgütlemek kapitalizmin canına ot tıkayacaktır. Sınıfın öncülüğü bu bağlamda güncellenerek ele alınmalıdır. Asıl meselenin ise bir taraftan ideolojik kafa karışıklıkları bir taraftan eskinin kabaca tekrarı yüzünden yaşanan tıkanma olduğu açıktır. Tıkanan ve kendini yenileyemeyen sosyalist hareket bu krizli ortamı çok iyi değerlendirebilmelidir. Ancak bu değerlendirme “kendini güçlendirme” kabalığında ele alınırsa sonuç vermez. Uzun bir krizli durumu aşamayan sosyalist hareketin bileşenlerinin güçlenmesi elbette gereklidir. Ancak sınıfla ve toplumun ezilen kesimleriyle kurulan ilişki biçimi maalesef çoğu zaman kendini güçlendirme (güçlü gösterme demek daha doğru olabilir, her şey “gösteri dünyası” için!) örgütün görünürlüğünü sağlama kabalığında ele alınabiliyor. Bu yaklaşımın yaygın olması mücadelenin sahiciliğine gölge düşürmektedir.
Bir de emekçilerle yeterince güven ilişkisi kurulamamış olması gerekçesiyle bugünden sosyalistlerin programatik tartışma yapmasını erken bulanlar var. Sosyalist bir yapı stratejik ve programatik bütünlükten koptuğunda dalgalı denizde rotası olmayan bir gemi gibi rüzgar nereden eserse o yöne sallanır durur. “Bir programın emekçi kitleler arasında ajitasyonunun yapılmasından önce bu ajitasyonların sahiplerinin o kesimlerle gerçek bir güven ilişkisi tesis etmeleri gerekiyor.” (https://e-komite.com/2021/sermayenin-ic-savasi-ve-sosyalist-stratejiye-dair/) Peki güven ilişkisi tesis ederken neyin çalışmasını yapacağız? Sadece sınıfın önümüze koyduğu gündemlerin mi? Bir adım ötesini kim belirleyecek? Bu konuda öngörülü olmak değil midir sosyalistlerin bir görevi de? Şu anda sınıfla yeterince güçlü bağlarımızın olmaması bu görevimizden geri durmamızı engellememeli. Sınıf içinde çalışma yürütürken tüm çalışmaların bir strateji ve program bütünlüğünde ele alınmaması kendiliğindenciliği bir adım ötesinde de sınıf kuyrukçuluğunu doğurur.
Güncel görevlerimize dönersek, çoklu krizin derinleştiği ve daha da derinleşeceği açıkken emekçilerin kendi seçeneğini örgütleyebilmemiz gerekiyor. Emekçileri kötünün iyisini seçmeye itmek sosyalistlerin işi değildir. Bırakalım o işi liberaller yapsın! Emekçilerin kendi seçeneğini örgütleyebilmek için güncel çelişkiler ve talepler ana belirleyendir. İşsizliğin, yoksulluğun ve hayat pahalılığın aldığı boyut düşünüldüğünde “asgari ücret” gündemi yakıcı bir yerde durmaktadır. Türkiye’de asgari ücret ortalama ücrettir. Yunanistan’da tüm çalışanların %4’ü asgari ücret alırken Türkiye’de %57’si asgari ücret civarında ücret almaktadır. Konuya bir de reel ücret üzerinden baktığımızda tablo daha da vahim bir hal alır. 2005’te yıllık asgari ücretle 31,5 cumhuriyet altını alınabiliyorken 2020’de 10 cumhuriyet altını alınabilmektedir.
Asgari ücret belirlenmesinde emekçilerin söz sahibi olduğu bir kampanyayı örgütleyebilmeliyiz. Böylesi bir örgütlenme emekçiler açısından geleceğine sahip çıkma bilinci ve sorunların politize edilmesi için önemli bir adım olacaktır.
İşsizliğin ve güvencesizliğin derinleştiği de düşünüldüğünde en az asgari ücretin %75’i kadar gelir güvencesi de önemli bir talep olarak örgütlenmelidir. Sadece çalışan işçilerin çelişkileri üzerinden hayata geçirilecek çalışmalar ciddi anlamda eksik kalır. İşsizlik artık kalıcı ve dünya çapında bir sorundur, sadece pandemiyle ilintili değildir.
Kod29 Kaldırılsın kampanyası, 1 Mayıs süreci ve en son İşçi Emekçi Mitingi örgütlenmesi düşünüldüğünde sosyalist güçlerin bir kampanya etrafında birlikte iş yapması ve geniş emekçi kesimlere ortak talepler üzerinden seslenebilmesi mümkün ve gereklidir! Emekçilerin politik bir güce dönüşebilmesi için önümüzü böylesi bir yoldan yürüyerek açabiliriz.