Çift Karakterli Frankeştayn

Bugün bir kez daha yeni bir yol ayrımında sadece egemen sınıfların çeşitli kanatlarının politik projelerinin altında ezilmemek ve inisiyatif kazanmak için işçi sınıfının bağımsız hattının inşası tarihi bir önem kazanıyor.

“Oysa küçük burjuvazi faşist partiler yoluyla siyaset sahnesinde toplumsal bir güç olarak yer alır: Açıkça burjuvazinin yanına geçen küçük burjuvazi, bu ittifak içinde büyük sermayeye karşı görece özerk bir rol oynar. Bu kez küçük burjuvazi, zamanında geleneksel burjuva partilerince temsil edildiğinde olduğu gibi, kayıtsız şartsız burjuvazinin ‘izinde’ değildir. Büyük sermayenin başkaldıran küçük burjuvazisi ile bu ittifakı, böyle bir konjonktürde çok keskin çelişkileri içinde taşır. Bu ittifak gerçekte büyük sermaye ve küçük burjuva arasında, faşizmin tüm tarihine damgasını vuran ve etkileri faşizmle büyük sermaye arasındaki çelişkilerde kendini gösteren yoğun siyasal mücadeleye yansır” ( Nicos Poulantzas, “Faşizm ve Diktatörlük”, s.292)

Bir toplumda üretim ilişkileri açısından en etkin egemen sınıfın siyasi iktidara da sahip olması kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç mudur? En azından tarihin belli kesitlerinde iktisadi ilişkiler alanında en güçlü olan egemen sınıf fraksiyonu ile siyasi alanda iktidarını inşa eden fraksiyon arasında bir örtüşmezlik ve uyumsuzluk gerçekleşemez mi? Faşizm bu uyumsuzluğun koşulladığı bir çözüm olarak da düşünülemez mi?

Kapitalizm, siyasi ve iktisadi olanın birbirinden ayrışmasına dayanan bir üretim tarzı olduğu, bu farklılığın kendisinin yarattığı belirsizlik halesi üretim tarzının kendisini yeniden üretebilmesi açısından hayati önem taşıdığı için yukarıdaki soruların cevabının evet olmalıdır ki zaten birçok tarihsel momentte bu ayrışmanın ortaya çıktığını görebilmekteyiz. Bu hegemonya inşası hamleleriyle sürekli olarak yeniden aşılması gereken bir açıklık olarak düşünülebilir ve çeşitli tarihsel momentlerde olağan yollarla başarılamaz.  

Türkiye siyasi tarihinin son 30 senesine, egemen sınıf içi ilişkilerin bu çelişkili doğasının damgasını önemli ölçüde vurduğu söylenebilir. İçinden geçtiğimiz ve yaşanan ekonomik sorunlar nedeniyle askıda kaldığı düşünülen ve ne yöne akacağı tam olarak kestirilemeyen faşistleşme sürecinin de bu egemen sınıf içi çelişkiler anlaşılmadan anlamlandırılamayacağı açıktır.

Gramsci İtalyan burjuva devriminin yetersiz radikalizminin ve gerici sınıflarla Fransız Devrimi’nde Jakobenlerin yaptığı anlamda hesaplaşmamasının modern İtalya’ya kalıcı bir hegemonya krizi hediye ettiğini düşünüyordu, faşizmin doğuş ve gelişimini de burjuvazinin neredeyse süreklileşen hegemonya krizinin içinden okumaya çalışıyordu. Özellikle toprak mülkiyetinin geleneksel biçimlerinin korunması hem üretici güçlerin gelişmesini sınırlamakta, dolayısıyla burjuvazinin gerçek bir toplumsal dönüşüme öncülük edebilmesine engel olmakta hem de burjuvazinin siyasi hegemonyasının oluşumunu sekteye uğratacak güç merkezlerini ayakta tutma potansiyelini sürekli yeniden üretiyordu. “Burjuvazinin halkla parlamentarizm ekseninde hegemonik bir ittifak kurmayı başarmış olduğu Fransa ya da Britanya gibi ülkelerin aksine, İtalya’daki liberal demokratik yapılar sınırlı, temsil gücü olmayan ve zayıf yapılar olarak kaldı. Bu da bürokrasinin özerkleşmesine, «transformizme» ve ardı ardınca Sezarist parlamenter diktatörlerin ortaya çıkmasına yol açtı. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra temel sınıflar arasındaki çatışma öylesine keskin bir halk aldı ki bu parlamenter diktatörlükler çatışmayı artık sınırlı bir ölçüde tutamadı, böylece Sezarizmin bir diğer biçimi olan Faşizm ortaya çıktı.”

Türkiye’deki burjuva devriminin de benzer bir özsel meşruiyet noksanlığıyla malul olduğunu ve burjuvazinin bu noksanlığı telafi etmek için kimi dışsal desteklere ihtiyaç duyduğu da bilinmektedir. Kıvılcımlı bu durumu tam da İtalyan burjuvazisi ile içerdiği benzerlik üzerinden şöyle anlatmıştı:

“Türk burjuvazisinin, İtalyan burjuvazisine benzeyen bir talihi var. Pısırıklığı yüzünden örgüt sahasında iki çeşit alete sahiptir: 1- Sınıf örgütü, 2- İcra örgütü. Bu sınıflandırma biraz garip görünse bile böyledir. Sınıf örgütü: Meşrutiyet burjuvazisinde “İttihad ve Terakki”, Cumhuriyet burjuvazisinde “Müdafaa-i Hukuk” oldu. Fakat icra cihazı her iki devirde de aynı oldu: Ordu” (Yakın Tarihten Birkaç Madde, s.66).

Cumhuriyet burjuvazisinin doğrudan asalak bir biçimde tekelcileşerek Finans Kapitale evrilmesi neredeyse süreklilik kazanan bu meşruiyet krizinin ancak askeri vesayet ile korunup kollandığı oranda ayakta kalabilir olmasını koşulladı. Savaş öncesinde girişilen çok parti deneyimlerinin hızla halk hareketlerine dönüşme potansiyeli ortaya çıkarması, ulusal kurtuluşu başaran kadroların ilk seçimde iktidarı kaybetmeleri bu eksik meşruiyet sorununun yansımalarıdır. Egemen sınıfın ikili yapısı (kentler Finans Kapital- Kasaba ve köyler Tefeci Bezirgân sermaye)na istikrar kazandıran komünizm tehdidinin 1990 itibariyle tamamen ortadan kalkması hem de ihracata dayalı kalkınma modeliyle tefeci bezirgân sermayenin dünyaya açılarak birikimini görece büyütmesiyle kendi iç bütünlüğünü kaybetti. 28 Şubat, bu bozulan iç bütünlüğü yeniden tesis girişimiydi ancak tüpten çıkan macun geri sokulamadı.

1980 sonrasında yaşanan gelişmeler hem Kürt isyanının ordunun vesayet kapasitesini sınırlaması hem de Irak’a emperyalist müdahalede ABD’nin ordu üzerinden istediği sonuçlara ulaşamamasıyla askeri vesayeti fazlasıyla hırpaladı. Gömlek değiştiren Siyasal İslam, finans kapitalin hegemonya krizini çözmek üzere rol aldı ve Derviş’in iktisadi projesini yani finans kapitalin ekonomik programını, bürokrasinin özelleştirmelere karşı direncini de kırarak hızla gerçekleştirdi. Ülkenin en büyük şirketi Tüpraş, yok pahasına Koç ailesine devredildi. Finans kapital ile Anadolu sermayesinin arasından su sızmadığı bu dönemde (Babacan’a atfedilen AKP’nin altın yıllarına dönüş boş yere TÜSİAD tarafından parlatılmıyor) iktisadi ölçekte daha zayıf olan, dolayısıyla da sermaye birikimi için devletin kayırmacılığına ihtiyaç duyan Anadolu sermayesi fraksiyonu devletin köşe başlarını tutmayı başardı, cemaat kendisini ordu vesayetinin boşalttığı konuma yerleştirmeye çalışınca yeni bir hesaplaşma sahası ortaya çıktı. 2001’in ortaya çıkardığı derin hegemonya krizinin Anadolu sermayesinin siyasi temsilcisinin siyasi iktidarı devralmasıyla çözülmesinden buralara geldik. Tek adam rejimi esas olarak Anadolu sermayesinin iktisadi güç dengesizliğini siyaseten aşma hamlesinin gerektirdiği yürütmenin devletin neredeyse tamamı haline geldiği ve bu sebeple de istikrar kazanmakta zorlandığı bir rejim ortaya çıkardı. İktidar değişim sürecinin potansiyel patlayıcılığı bunun aynı zamanda egemen sınıf içindeki güç dengelerini yeniden şekillendirme kapasitesinden kaynaklanıyor.

Bugün bir kez daha yeni bir yol ayrımında sadece egemen sınıfların çeşitli kanatlarının politik projelerinin altında ezilmemek ve inisiyatif kazanmak için işçi sınıfının bağımsız hattının inşası tarihi bir önem kazanıyor. Bu konudaki tartışmaları aşağılık komplekslerine kapılmadan, ergence tutumlarla çiğleşmeden kapsamlı bir biçimde derinleştirmek ve ortaklaşılan sonuçları da sınıf mücadelesine ivme kazandıracak bir hız ve kararlılıkla uygulamaya dönüştürmek hepimizin öncelikli sorumluluğu olmalı.