Arkadaşa Notlar | Devrimci Kimlikte Bozulma: “İsimsizlikten yıldızlığa…”

Neler oldu da devrimci örgütte “ben” bu denli ağır basar hale geldi? Hangi değişim dinamikleri, zamanın ruhuna böylesi bir nitelik kazandırdı?

Gösteriş değil, sadelik… Biçim değil, öz… Ben değil, biz… Alçak gönüllülük… Tarihin adsız emekçiliği… Devrimci örgütün kültürel ortamının taşıyıcı sütunlarından birkaçı bunlar. Devrimci kadro kimliğinin şekillenişinde yüceltilen değerler her biri.

Günümüzde bir şeyler oluyor. Zamanın ruhu, anormallikleri normalleştiriyor. “Ben” parıl parıl parlıyor. “Ünlü olma” hevesi devrimci kimliği didikliyor. Yapılan her işte göze sokulan kişi imzaları… “Bunu ben yaptım”ı; “bu beğendiğiniz benim eserim”i sergileme çabaları… Tribünlerden alkış beklentileri… Sosyal medyada açılan kişisel hesaplar da “ben”i parlatmak için etkili bir “vitrin” rolü oynuyor.

“Biz ve ben” ya da “örgüt ve kadro” arasında diyalektik bir ilişki vardır. Bu ilişkide her iki yön, birbirini güçlendirir/güçlendirmelidir. Birey, kolektif içerisinde kaybolmaz. Farklılıklar, pozitif bir gerilim kaynağıdır; örgütü zenginleştirir, güçlendirir. Koşullardan etkilenen canlı bir diyalektiktir söz konusu olan. Fakat koşullar ne denli değişirse değişsin; devrimci örgütte “biz” her zaman ağır basmalıdır. Tüm hünerler, kolektifi güçlendirmek içindir. Kapitalizmin “bencilleşen ben”ine karşı, sosyalizmin “kolektif ben”idir örgüt kültürünü belirleyen.

Devrimci örgüt bir “senfoni orkestrası” gibidir. Üflemeliler, yaylılar, vurmalılar; birbirinden farklı sayısız enstrümanın bir araya geldiği büyük bir orkestra… Enstrümanlar olağanüstü bir ahenk içerisinde üzerlerine düşen rolü oynar; ortaya büyüleyici bir eser çıkar. Hiçbir enstrüman bir diğerinin yerine konamaz; her biri ayrı özelliğe, ayrı sese sahiptir; üçgen zilden kemana, her birinin o ortak eserde katkısı vardır; her biri ayrı ayrı değerlidir.

Peki ya orkestradaki enstrümanlardan biri daha fazla görünmek isterse? Örneğin davulcu olmadık yerde tokmağı daha şiddetli vurursa. Ya da trompetçilerden biri daha güçlü üflemeye başlarsa. Orkestrada ahenk kaybolur; büyü bozulur; eser mahvolur… O kendini parlatma adına yapılan öne çıkışlar, kulakları tırmalamaktan öteye bir etki yaratmaz…

Bu durum, bir şeyle karıştırılmamalıdır. Bazen eserin bir yerinde bir enstrüman grubu öne çıkabilir. Hatta tek bir enstrüman, örneğin bir keman, solo çalabilir. Kendini parlatma derdiyle değildir bu yapılan; ortak eserin yaratmak istediği etkiyi, vermek istediği duyguyu güçlendirmek içindir. Böylesi anlarda orkestranın ahengi asla bozulmaz; bütünlük kaybolmaz. Bunun, diğer konuyla bir ilgisi yoktur.

Sovyet sinemasının sinema sanatına getirdiği yenilikler de devrimci örgüt kültürüne dair bir fikir verebilir. Sovyet sinemasında ön çıkan bir “yıldız” ya da “kahraman” yoktur. Filmlerde, bir bütün olarak halklar kahramanlaşır. Ekim devrimi sonrasında gelişen Sovyet sinemasının sinema sanatına getirdiği en önemli yeniliklerden birisidir bu.

Yönetmenliğini Eisenstein’ın yaptığı Rusya’daki 1905 Devrimi’ni anlatan Potemkin Zırhlısı filmi. Çoğumuz izlemişizdir Potemkin Zırhlısı’nı. Sinema tarihine iz bırakan bu filmdeki herhangi bir oyuncunun adını bilen var mıdır? Ya da “Bu filmin yıldızı kimdi” desek? Filmde, çarlığa karşı ayaklanan işçiler ve köylüler yıldızlaşır. Dziga Vertov’dan Sergei Eisenstein’a, devrimin ve sosyalizmin sineması, “ben” yerine “biz”i yüceltir. Devrimci örgüt, hedeflediği toplumsal düzenin kolektivizm anlayışını bugünden bünyesinde var etmelidir; devrimin sinemasında olduğu gibi…

*   *   *

Neler oldu da devrimci örgütte “ben” bu denli ağır basar hale geldi? Hangi değişim dinamikleri, zamanın ruhuna böylesi bir nitelik kazandırdı?

Kapitalizmin gelişimi, bu sürecin başat faktörüdür. Deyim yerindeyse, 2000’li yıllara kadar devrimci örgütlerin genelinde “köy/kasaba kültürü” hâkimdir. Mücadele ağırlıklı olarak kentlerde akmasına rağmen gerçeklik böyledir. Bir olumlama ya da olumsuzlama olarak değil, durum tespiti olarak söylüyoruz bunu.

Türkiye’de 80’li yıllarda hız kazanan modernleşme/kentleşme süreci, 90’lı yıllarda gelişim ivmesini daha da arttırmıştır. 2000’li yıllarla birlikte artık bu kabuk değişiminin geldiği seviye, kent kültürünü toplumsal dokunun belirleyeni haline getirmiştir. Doğal olarak devrimci örgütler de bu değişimin etkisi altındadır.

Köy/kasaba kültüründe, çeşitli adlara sahip topluluklar içerisinde yaşayan birey siliktir. Mahalle baskısının kesif bir şekilde yaşandığı topluluk içerisinde erimiştir. Kendi kimliğini, içerisinde yaşadığı topluluğun kimliği dolayımıyla var eder.

Kapitalizmin gelişimiyle birlikte bu yapı çözülür; topluluklar bireylere parçalanır. Modern sınıf katmanlaşmasının yaşandığı toplumsal yapıda, hangi sınıfsal pozisyonda olunursa olunsun birey artık silik değildir; “ben” duygusu güçlenmiştir. Bir dayanışma ve kolektivizm ağı içerisine taşınamayan kapitalizmin “güçlü” bireyi, giderek bireycileşir. Kapitalist devlet tüm ideolojik aygıtlarıyla bunu körükler.

Devrimci örgüt “ben”leri “biz” yapacak güçlü ideolojik üretime ve dönüştürücü yapıya sahip olmadığında, ister istemez beslendiği toplumsal yapıdaki bireycileşme hali örgüt bünyesine sızar. Yaşanan bu bozulmayla birlikte, her cümlesine “ben” diye başlayan, hayatın merkezine kendisini koyan kadrolar ortalıkta daha fazla görünmeye başlar.

Yabana atılmaması gereken bir diğer faktör de; devrimci harekette özellikle 90’lar sonrasında yaşanan liberalize/legalize oluş durumudur. Bu durum aynı zamanda kitle bağlarının zayıfladığı, giderek sahadan kopulduğu bir sürece koşut olarak yaşanır.

Devrimci mücadelenin içerisinden geçtiği ateş çemberinde, “ben”i öne çıkartmanın bir bedeli vardır. Bu sürekli gerilim -doğru yönetildiğinde- dönüştürücü/geliştirici olabildiği gibi, “toplumsal süzgeç” işlevi de taşır. Gerilim hattından uzaklaşıldığında, “kendini parlatma” işi kolaylaşır.

Kendisini parlatma zaafını taşıyan kadro, kitle içerisinde örgütlenme çalışması yürütmekten kaçar. Motivasyonunu tribünlerden gelen alkışlardan aldığından, isimsiz bir şekilde iğneyle kuyu kazarcasına çalışmak onun için meşakkatli iştir. Vitrinde olmak, profile cilalı unvanlar eklemek çok çekicidir. Fotoğraf karelerinde “protokol” sıralarından görüntü verilmeye; yapılan her işe kişisel mühür basılmaya can atılır. Sahadan, kitle çalışmasından kopuldukça, “vitrin siyaseti” trend haline gelir.

Bir başka nokta da devrimci örgütlerin sınıfsal dayanaklarıyla ilgili. Liberalize olan, işçi sınıfıyla ve nüfusun en kırılgan kesimleriyle bağları son derece zayıflayan devrimci örgütlerde “kentli orta sınıf” karakter baskın hale gelmiştir. Orta sınıfta bireycilik, diğer sosyal kesimlerle kıyaslandığında görece daha dayanıklı bir niteliktir.

Orta sınıf karakteri taşıyan kadro, kaderini kolektifin kaderiyle bütünleştirmekten ısrarla kaçınır. Sahip olduğu çeşitli sıfatlar ve ekonomik olanaklar, onda bireysel kurtuluş düşüncesini canlı tutar.

Son olarak da “eksik modernleşmiş” bireyin durumuna değinelim. Eksik ya da yarı modernleşmiş “yarı kentli-yarı köylü/kasabalı” bireyin yıldızlaşma çabaları daha iptidaidir. Bu yöndeki abartılı tavırlar, üzerine tam oturmayan bir kostüm gibidir. Kendisinde duyduğu eksiklik hissiyle giriştiği yarışta, olur olmaz çıkışlar yapar. Özgüven zayıflığına dayalı rekabet duygusu, benliğinde -kendisini de huzursuz edecek denli- büyük yer kaplar.

*   *   *

Kapitalizmin çöküş semptomları kendisini gösterdikçe, yarattığı çok yönlü yıkım da o ölçüde şiddetleniyor. Devrimin orkestrasından yükselecek ezgiye doğru daha fazla insanın algıları açılıyor. Bireyci öne çıkma çabaları “biz”i güçlendirmiyor; ahengi bozuyor. Bu tarihsel moment, devrimci örgütün topyekûn öne atılmasını zorlaştıran bozulmalarla hesaplaşmayı zorunlu kılıyor.

Hücrelerine kadar kolektifi güçlendirmeye kilitlenmiş kadro yapısı… Aynı zamanda karşılıklı olarak birbirini güçlendiren kadro ilişkisi tarzı…  Devrimci örgütün tarihsel rolünü oynaması ve nihayetinde “ben” değil, tüm canlı türleriyle birlikte “biz” olacağımız bir hayatı kazanmak için yakalanması gereken örgüt kültürü bu. Tüm zamanların doğrusu da bu…