Prof. Dr. Ertuğrul Aksoy: “Yerlilik ve millilik, öncelikle üreticilerin ve üretim alanlarının korunmasını gerektirir”

Hallerin özelleştirilmesi ve komisyonculuğun kaldırılması gibi maddeleri nedeniyle tepki çeken Yeni Hal Yasası’nı, Türkiye’deki tarımsal arazilerin durumunu, üreticilerin artan maliyetlerini, endüstriyel tarımın olumsuzluklarını, sözleşmeli çiftçiliği ve kamucu bir tarım politikasının nasıl olması gerektiğini Uludağ Üniversitesi’nden Ziraat Mühendisi Prof. Dr. Ertuğrul Aksoy’a sorduk.

Türkiye’de işlenen tarımsal toprakların her yıl giderek daha da küçüldüğü doğru mudur? Eğer doğruysa Dünya Bankası’nın önermesi üzerinden geliştirilen tarımsal teşviklerin bu yapının ortaya çıkmasında rolü nedir? Gıda enflasyonunun çok temel bir sorun haline geldiği bir konjonktürde tarımsal toprakların çok daha etkin bir biçimde değerlendirilmesi için neler yapılmalıdır?

Ülkemizdeki tarım arazilerinin küçüldüğünden kastımız azalması, alansal olarak küçülmesi ise anlatılmak istenen, doğrudur. Her geçen gün tarım arazileri hem artan nüfusun etkisiyle hem de tarım arazilerinin kanunlara, yönetmeliklere ve yapılan çevre düzeni planlarına rağmen kentsel yerleşim ve sanayi alanları gibi amaç dışı kullanımı yoluyla azalmaktadır. Ülkemizde kişi başına düşen tarım arazisi miktarı dünya ortalaması olan 0.22 hektar (2,2 dekar)’dan fazla. 0,31 hektar (3,1 dekar) ile yüksek olmasına rağmen her geçen gün kişi başına düşen arazi miktarı azalmaktadır. Şöyle ki, tarım arazilerinin en yüksek alansal genişliğe 28,5 milyon hektarla ulaştığı 1980 yılında kişi başına düşen arazi miktarımız 0,63 hektar iken günümüzde ise  tarım arazi miktarımız 23,5 milyon hektara, kişi başına düşen arazi miktarımız ise 0.28 hektara düşmüştür. Kişi başına düşen arazi miktarımızdaki hızlı azalmada nüfus artışının yanında 2,5 milyon hektardan fazla tarım  arazisinin yerleşim ve sanayi alanı olarak geri dönüşü olmayacak bir biçimde kaybedilmiş olması da önemli bir etkendir. Bunda tarımsal teşviklerin yetersizliği, teşviklerin tarımsal üretimdeki  girdi maliyetlerinin çok çok altında kalması, belirli ürünlerde uygulanması desteklerin zamanında açıklanmaması ve ödenmemesi de üreticilerin yoksullaşmasına, üretimden ve topraklarından kopmalarına neden olduğu  bir gerçektir. Öncelikle üretimden, emekten, kendi üreticisinden yana bir  tarım politikası kurgulanmalı; sonrasında da tarım arazilerimizin nitelik ve niceliklerinin belirleneceği ülkesel boyutta detaylı bir toprak haritalamasına dayalı  arazi kullanım ve üretim planlaması yapılmalıdır.

Tarımsal üretimin artan maliyetleri küçük üreticilerin kendilerini yeniden üretmesini mümkün kılıyor mu? Bankaların köylüleri potansiyel müşteriler olarak keşfetmeleri sonrasında artan kırsal borçluluk, tarımsal öz yeterlilik noktasında nasıl bir tehdit oluşturuyor?

Tarımsal üretimin artan maliyetleri küçük üreticilerin her geçen gün daha da yoksullaşmasına, borçlanmasına, toprağından, köyünden sonuçta  üretimden kopmalarına neden olmaktadır. Son 17 yılda çok katı bir biçimde uygulanan IMF ve Dünya Bankası destekli politikalar milyonlarca çiftçinin üretemez duruma gelmelerine neden olmuş; 2.5 milyondan fazla üreticinin  üretimden çıkmasına, 3,5 milyon hektar tarımsal üretime uygun tarım arazisinin işlenmemesine, üretim yapılmamasına neden olmuştur. Son 17 yıllık dönemde ÇKS’ye kayıtlı çiftçi sayısı %19,5 oranında düşmüş, tarımın istihdamdaki payı %35’ten %17’ye gerilemiştir. Bu dönemde üreticinin ürettiği ürünlerin değeri  yıllarca ya aynı fiyatta veya üç kat artarken girdi maliyetleri beş kat artmıştır. Bu nedenle artan nüfusa karşılık bir çok üründe azalan veya kendini tekrarlayan üretim miktarları nedeniyle özellikle tarımsal hammadde ürünlerde (buğday, pamuk, soya fasulyesi, baklagiller) ithalata bağımlı hale gelinmiştir.

Hal Yasası tarımsal üretimin hangi kesimlerini daha fazla koruyor? Büyük market zincirlerinin tekelci alıcılar olarak piyasaya girmesi hallere hiç uğramayan büyük oranlı bir tarımsal ticarete yol açıyor. Bunun doğrudan küçük üretici üzerindeki etkileri nelerdir?

Hal Yasası’nın, tarla ve sofra arasındaki fiyat farkı makasının daraltılmasını, kaliteli, denetlenebilir, uygun koşullarda depolanabilir ve standardize edilmiş ürünlerin tüketiciye ulaşmasını sağlama gibi hedefleri varmış gibi görünse de söz konusu çalışmaların günümüzün her alanda şirketleşmeyi  önceleyen, piyasacı, kamu denetiminin yeterince uygulanamadığı koşulları dikkate alındığında amacına ulaşmayacağı söylenebilir. Her ne kadar hallerin %30’unun üretici örgütlerine verilmesi sağlanarak üreticiler ve örgütleri destekleniyormuş; ürün ve pazar fiyatlarının belirlenmesinde söz sahibi olacaklarmış havası yaratılsa da hallerin %70’inin küçük komisyoncuların da devre dışı kaldığı  şirket mantığı çalışacak  tüccarların yönettiği, fiyatların belirleneceği hal borsasındaki tüccarların temsi güçleri  dikkate alındığında üreticileri ve tüketicileri daha kötü günlerin beklediği açıktır. Ayrıca Türkiye Halciler Federasyonu’na göre üretilen sebze ve meyvelerin ancak % 30-40’ı hallerden geçtiğini açıklamış, Hal Yasası’yla hale girmeyen hiçbir ürünün  satışının yapılamayacağını açıklamıştır. Bu durum üreticiden doğrudan alım yapan marketler, toptancılar veya üreticilerden halka yapılan doğrudan satışların son bulacağı, üreticilerin tüccarlar tarafından yönetilen hallerin insafına kalacağını göstermektedir. Bu sistemde büyük marketler hallerde tekelci alıcılara veya tüccarlara dönüşebilir. Fiyatların belirlenmesinde daha fazla söz sahibi olabilecek iken küçük üreticiler ise hal tüccarlarının, market zincirlerinin ürün ihtiyaçlarını karşılayacak emek sömürüsüne açık üretenleri olmaya devam edecek.

Tarımsal toprakların maden şirketlerine peşkeş çekilmesi nasıl bir yıkıma yol açıyor? İklim değişikliğinin ekilebilir toprakları ve kullanılabilir suları azalttığı koşullarda uluslararası maden tekellerine sağlanan bu olanaklar ne gibi olumsuzluklara yol açıyor? Yerli milli vurgulu iktidarın Kirazlıyayla örneğinde olduğu gibi her fırsatta tekellerden yana tavır alması ortaya konan söylemle uyumlu mu?

Tarım arazilerinin maden şirketlerine kanunlara, yönetmeliklere rağmen kamu eliyle veya kamu kolaylaştırıcılığı ile peşkeş çekilmesinin, bugüne kadar verdiğimiz mücadelelerde edindiğimiz deneyimlere göre üç temel yıkıma neden olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi çevresel, ikincisi sosyolojik, üçüncüsü de ekonomik. Çevresel  yıkım toplum tarafından en çok bilinen, farkında olunan ve mücadele edilmeye çalışılan bir konu. Çünkü toprak, su, hava gibi doğal varlıkların kirlenecek, azalacak, yok edilecek olması biliniyor. İkincisi, aslında çevresel yıkım kadar etkili olan sosyolojik yıkım Yani toplumun veya söz konusu peşkeşlerden doğrudan etkilenenlerin haklı oldukları konuda, yaşam alanlarını, geleceklerini koruma, yaşam haklarını savunma mücadelelerinde yaşadıkları kamusal yalnızlık, hissettikleri  hukuksuzluk ve adaletsizlik duygusu. Bu durum halkın kamu kurumlarına, adalete olan güvenlerini, inançlarını yerle bir etmektedir. Ekonomik yıkım ise yerinden yurdundan, tarım arazilerinden koparılan insanlarımızın sağlıksız ortamlarda kentin çeperlerinde yaşam mücadelesi vermeleridir. Yerini yurdunu terk etmeyenler ise sağlıksız koşullarda toprağının, suyunun, havasının kirletildiği arazilerde verim kayıpları yaşamalarına rağmen üretmeye devam ederek her geçen gün yoksullaşmaktadır. Yerli ve milli söylemi sadece sözde bir kamuflajdan ibarettir. Uluslararası sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin hakim olan siyasi iktidarla rant paylaşımlarının bir kamuflajıdır. Yerlilik ve millilik, öncelikle üretimin ve üretimi yapanlar ile üretim alanlarının korunmasını gerektirir.

Endüstriyel tarımın yaygınlaşmasının üretici ve tüketiciler açısından ortaya çıkardığı olumsuzluklar nelerdir? Özellikle toplumun sağlıklı beslenme hakkının ihlali noktasında ne gibi sonuçlar ortaya çıkıyor?

Endüstriyel  tarımın tarımsal üretim ve tüketiciler açısından birçok olumsuz etkilerinin yanında en önemli  iki olumsuz etkisi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tarımsal üretimin büyük çoğunluğunu üreten ancak girdi maliyetleri altında ezilen, destekten yoksun küçük aile işletmelerinin, küçük üreticilerin sistemden tasfiye olmaları ile toplumun ihtiyaç duyduğu ürünler yerine kâr elde edebileceği ürünlerin yetiştirilmesini destekleyerek tüketicilerin temel gıda hammaddelerine ulaşımlarının zorlaştırılması veya daha pahalıya ulaşması şeklinde açıklanabilir. Endüstriyel tarım, toplumun gıda güvenirliğinin, halkın büyük çoğunluğunun gereksindiği gıdalara erişim haklarının önündeki en temel  engellerden birisi olarak değerlendirilebilir.

Sözleşmeli çiftçiliğin ortaya çıkardığı sorunlar nelerdir?

Sözleşmeli tarım aslında ürettiren ve üretenlerin ortak yararına  işletildiğinde yararlı bir üretim sistemi olabilecek iken çokuluslu şirketler ve yerli ortakları, bu model ile beraber, üretim sürecinde, tohumdan kullanılacak gübre ve ilaca kadar her aşamada kârlarını artırmaktadır. Sözleşmeli tarımda üretimini sürdürebilmek için çokuluslu şirketler ya da yerli ortaklarıyla sözleşme imzalayan bir çiftçinin toprağa ve üretim araçlarına sahip olmasının bir anlamı kalmamaktadır. Tarlasına hangi tohumu ekeceği, hangi gübreleri, hangi tarım ilaçlarını ne zaman, nasıl ve ne kadar kullanacağına şirketler karar vermektedir. Bu nedenle sözleşmeli tarım,  ülkemizde girdi maliyetlerinin yüksekliğine ek olarak  örgütsüz, destekten ve  kamu denetiminden yoksun üretim yapamayacak duruma getirilmiş üreticilerin sözleşmeli tarıma kendini zorunlu hissetmesiyle tek taraflı olarak işetilen bir  üretim sistemine dönüşmüştür. Başka bir anlatımla sözleşmeli tarım, küresel sermaye ve işbirlikçilerine ait tesislerin hammaddelerini ucuza, ekstra hiçbir işçilik ve üretim maliyeti olmadan ürettirmeyi garanti altına aldıkları bir sisteme dönüşmüştür. Sözleşmeli tarımın uygulandığı ova üreticilerinden gelen bilgiler üreticilerin bu üretim biçiminden memnun olmadıkları halde devam ettirdiklerini, sözleşmede yazan ürün fiyatlarının bir garanti teşkil etmediğini,  geç ödeme veya ürün kalitesi nedeniyle fiyat kırımları yaşandığını, tersine yaşanan üretim azlığında pazarda yaşanan yüksek ürün fiyatlarının sözleşmelere artı değer olarak yansıtılmadığına ilişkin çok sayıda sorun yaşandığını göstermiştir.

Planlama eşliğinde geliştirilecek kapsamlı bir kamucu tarımsal üretim dönüşümü, işsizlik ve gıda güvenliği konularında ne gibi faydalar sağlayabilir? Böylesi bir dönüşümün atması gereken ilk adımlar nelerdir?

Ürün ve arazi kullanım planlamasını temel alan kamucu anlayışla yapılacak tarımsal üretim; halkımızın kaliteli, sağlıklı ve daha ucuz gıdaya erişimini yani gıda güvencesini ve güvenirliğini garanti edecektir. Üreten ve ürettiği üretimden kazanan üreticilerin yaşam standartları yükseleceğinden üretime devam edecek üreticiler toprağından, arazilerinden kopmayarak köylerini boşaltmayacaklardır. Tarımsal üretim kazandıran ve barındıran niteliğine tekrar kavuşacağından tarımsal üretimin temeli olan tarım toprakları alınıp satılmayacak; amaç dışı kullanılarak yok edilmeyecektir. Ucuz, kaliteli ve sürdürülebilir tarımsal hammaddeye erişebilen tarım sektörünün rekabet edebilirliği, kârlılığı artacağından tarıma dayalı yeni sanayi tesisleri kurularak var olanların da niteliği yükseleceğinden daha fazla istihdam ve katma değer yaratma gücü oluşacaktır. Tüm bunların olumlu etkisi ile kendi kendine yeten yerli kaynaklara dayalı tarımın sürdürülebilirliği, dolaysıyla da kalkınmanın sürdürülebilirliği sağlanacaktır. İlk adım ülkemizin üreticisinden, mühendisinden ve üretimden yana ulusal bir tarım politikası veya yaklaşım geliştirmekle atılmalıdır. İkinci olarak tarım arazilerinin nitelik ve niceliklerinin belirleneceği detaylı toprak etüd ve haritalama  çalışmalarının ülkesel ölçekte uygulanması ile üretim ve arazi kullanım planlarının tamamlanması. Üçüncü adım tarım arazilerinde sulama , drenaj, iyileştirme ve toplulaştırma çalışmalarının tamamlanması olmaldır. Dördüncü adım olarak da üreticilerin girdi temini, üretim, pazarlama ve örgütlenme süreçlerinde yaşadıkları sorunların giderilmesi olmalıdır.

Türkiye’nin tarımsal üretim ara mallarında ve giderek ürünlerde ithalata bağımlı hale geldiği tespiti hakkaniyetli olur mu?

Tarımsal üretimimizin ve üreticilerimizin içinde bulunduğu koşullar, artan nüfusumuza karşılık birçok tarımsal ürünün üretim miktarları dikkate alındığında kendinden, yerlilikten uzaklaşan bir ülke fotoğrafı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Anadolu topraklarında üretilebilecek birçok tarımsal hammaddede yani buğday, pamuk, soya fasülyesi ile mercimek, nohut ve hatta fasülyede bile ithalata bağımlı hale gelmiş bir tarımsal üretimimiz var. 1980’li yıllarda tarımda kendine yeten bir ülke artık hububatta bile dışa bağımlıdır; ürettiğinin yarısı kadar hububat ithal etmek zorundadır. Son 15 yılda toplam 189 milyar dolarlık tarımsal hammadde ve gıda ürünü ithalatı yapılmıştır. Bu kapsamda 50 milyon ton buğday, 23 milyon ton soya, 16 milyon ton mısır, 12 milyon ton pamuk, 9 milyon ton ayçiçeği, 5 milyon ton pirinç ithal edilerek; pamuk ithalatına 20, buğday ithalatına 13,7, soya ithalatına 10, ayçiçeği ithalatına 5, mısır ithalatına 4, pirinç ithalatına 2,3 milyar dolar ödenmiştir.