ABD’deki protestolar, yapısal ırkçılık ve sınıfsal dinamikler
100 binden fazla kişinin Covid-19’dan dolayı hayatını kaybettiği, 40 milyona yakın insanın işsiz kaldığı ABD’de Georg Floyd olayı birçok kişinin beklemediği büyük bir patlamaya yol açtı. Bu ırkçı rejimle ilgili yaşanan gerilim nerelere gidebilir? Hareket henüz momentum kazanma aşamasında mı yoksa zirvesini gördü ve bir kontrol altına alınma sürecinde mi? Önümüzdeki günlerde Amerikan toplumunu çok daha üst düzeyde iç gerilimler bekliyor gibi bir öngörü nasıl değerlendirilebilir? Bir tür otoriterleşmeyle birlikte aslında devlet kapitalizmine benzeyen yapıların da güçlenmeye başladığını gözlemlediğimiz bir süreçte ABD’deki isyan bu noktadaki evrimi hızlandırır mı?
Pandemi sonrası ABD’nin bir tür zayıf halka gibi bir kriz odağı haline gelmesi, 100 binden fazla kişinin covid-19’dan dolayı hayatını kaybettiği, 40 milyona yakın insanın işsiz kaldığı bir ülkede Georg Floyd olayı birçok kişinin beklemediği büyük bir patlamaya yol açtı. Bu ırkçı rejimle ilgili yaşanan gerilim nerelere gidebilir, öngörüleriniz nelerdir?
Bir yanıyla şaşırtıcı, bir anda ortaya çıktı; bir yanıyla da hem yakın dönem siyasi gelişmelere hem de ABD’de gerçekleşen toplumsal olayların tarihçesine baktığımızda aslında çok da şaşırtıcı değil. Bu ABD’de ilk defa olmuyor. Bir yönüyle de üzücü. Geçtiğimiz en az iki 10 yıl boyunca ırkçılıkla ilgili belli bir aşama kat edildiğine dair bir kanı oluşmuştu ABD’de. Fakat bu son olay gösterdi ki ırkçılık son derece güçlü bir şekilde devam ediyor. Bu yönüyle bakıldığında öğretici bir vaka. Siyasetin nasıl yeniden kurgulanması gerektiğine ilişkin de bize bazı doneler veriyor.
Olayın kendi içinde nasıl geliştiğinden ziyade tarihçesine değinmek istiyorum. Kısa vadeli gelişmeler önemli ama tarihçesi de önemli. 19. yüzyılın son çeyreğinde işçi hareketleri çok önemli ABD’de. 1 Mayıs ve 8 Mart, ABD’deki toplumsal faaliyetler neticesinde ortaya çıkmış tarihler. Fakat bu son olaylar özellikle ırk eşitsizliği nedeniyle ortaya çıktığı için biraz daha II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan olaylara ilişkin bir iki kısa hatırlatma yapmak isterim.
Watts İsyanı, Los Angeles, 1965: Los Angeles’in Watts semtinde gerçekleşen olaylar, bu bağlamda ilk akla gelecekler olaylardan biridir. Watts’ta siyah bir vatandaş araba kullanırken polis tarafından tacize uğruyor. Sonra hamile bir kadının polis tarafından şiddete maruz kaldığı bilgisi yayılıyor etrafa. Ondan sonra insanlar büyük bir isyan başlatıyorlar.
Bu sırada Vietnam Savaşı’nın devam ettiğini unutmayalım. Yani sadece siyahlar için değil genel bir toplumsal hareketlilikten söz edebiliriz. California Berkeley Kampüsü’nde kimi gösteriler var. Bunlar büyük kentlerde devam ederken insanları gerçekten şaşırtan ve ABD’deki devletin her daim hukuk çerçevesinden hareket ettiği genel kanısını zedeleyen bir hadise ortaya çıkıyor.
Kent State Katliamı, Ohio, 1970: Kent State Üniversitesi’nde öğrenciler bir protesto eylemi gerçekleştirirken National Guard (Ulusal Muhafızlar) tarafından öğrencilere ateş ediliyor. Bir düzinenin üzerinde öğrenci yaralanırken dört öğrenci de yaşamını yitiriyor. Bunlar beyaz öğrenciler, o açıdan büyük bir tepki yaratıyor. Burada da ırkçılığın bir etkisini görüyoruz tabii ki.
MOVE Bombalaması, Philadelphia, 1985: Türkiye’de çok fazla bilinmediğini düşündüğüm olaylardan biri. Afrika kökenli Amerikalılarının Philadelphida’da başlattıkları bir hareket. MOVE bir kısaltma değil direkt hareket etmek kelimesiyle bağlantılı. Burada bir tür komünal yaşam sürüyorlar. Fakat neticede olaylar birbirini takip ediyor, bulundukları evden tahliye edilmelerini belediye emrediyor. Onlar da buna direnince bulundukları evin üzerine bir helikopterle bomba atılıyor. Onlarca kişi ölüyor, bloklar yerle bir edilip kül oluyor. Hem şiddetin daha yoğunlaştığı hem de devlet şiddetinin bu seviyede kullanılabilmesi için illa kitlesel gösterilere de gerek olmadığını görüyoruz. Philadelphia özerk kenti siyahların yoğun yaşadığı bir yer. Daha büyük olayları tetikleyeceği öngörüsüyle federal hükümet böyle bir bombalama eylemini gerçekleştiriyor.
Los Angeles İsyanı, 1992: Gördüğünüz üzere bu olaylar arasında ortalama 10 yıllık zamanlar geçiyor. Yine Los Angeles’ta yaşanan Watt İsyanı’ndan yaklaşık 30 yıl sonra, yine burada bir siyah, polis tarafından şiddete maruz kalıyor, öldüresiye dövülüyor ve büyük bir isyan başlıyor. Birçok kişi hayatını kaybediyor. Burada olayın boyutu, dahil olan kitle ve şiddetin ölçeğinin yanı sıra başka ilginç bir dinamik görüyoruz. İsyanın gerçekleştiği Los Angeles semtlerinde sadece siyahlar yaşamıyor tabii. Protestolardaki siyahlar ile Koreli esnaf arasında ciddi bir gerilim çıkıyor. Güney Koreli esnaflar kendi dükkanlarını korumak için burada yer alırken isyanın kendisi sadece devlet ve isyan eden grup arasında değil aynı zamanda farklı ırk grupları arasında da bir gerilime dönüşüyor.
DTÖ Gösterileri, 1999, Seattle: Bundan yedi sene sonra Dünya Ticaret Örgütü gösterileri başlıyor. Aslına bakarsanız bugüne kadar devam edecek olan, bugünün nüvelerini gördüğümüz sol eğilimli grupların da oluşmasında kritik noktalardan biri. Özellikle ABD’nin kuzeybatı yakasında hem müreffeh hem de doğu yakasının tarihsel muhafazakarlığından daha az etkilenmiş yerlerde insanların toplumsal sorunlara ilişkin geliştirdikleri örgütlenmelerin nüvelerinin atıldığı örneklerden bir tanesi.
Tea Party Gösterileri, 2009: Fakat bunu sadece özgürlük, eşitlik yönünde istemleri olan kesimlerin bir parçası olarak anlatmak ve göstermek yanlış olur. Muhafazakar-sağ ve liberal bir kesimde de eylemler var. Tea Party de bunun örneklerinden bir tanesi. İlginçtir ki bu da oğul George Bush döneminde başlayan, onu da protesto eden ama Barack Obama’nın başkanlığıyla daha da ivme kazanmış bir hareket. Talepleri diğer hareketlerle taban tabana zıt. Vergilerin azaltılması ve silah taşıma hakkının korunmasına dair.
Occupy, New York, 2011: Hemen bundan iki sene sonra Occupy hareketi oluyor. New York’ta başlıyor ama Philadelphia, Los Angeles gibi farklı birçok yere yayılıyor.
Black Lives Matter, St Louis, 2014: Yine ölümle sonuçlanan bir süreç var. Bu olay daha önceki Watts ve Los Angeles isyanlarının aksine son derece barışçıl gerçekleşiyor ve talepleri de çok basit: polis şiddetinin durması. Bu yönüyle bakıldığında aslında daha önceki o kızgınlık, yüksek protesto dozajının son derce düştüğünü, son derece defansif, savunmacı bir yaklaşımla barışçıl bir şekilde sokağa çıkıldığını görüyoruz.
Antifa Portland, 2018: Bu esnada biraz önce bahsettiğim DTÖ protestolarıyla birlikte ivmelenen hareketler kendisini başka gösterilerde de yeniden cisimleştiriyor. Kritik olarak söylenmesi gereken, bu koalisyonun ana amacının sağ göstericilere karşı meydanı boş bırakmamak olduğu.
Salgın Önlemlerine Karşı Protestolar, 2020: Geçtiğimiz aylarda halihazırda devam eden salgın önlemlerini protesto eden sağcı gösterilerin bazı eylemleri var. Bu göstericilerin bazıları silahlarla alana geliyorlar. Temel talepleri bu önlemlerin sonlanması, iş yerlerinin açılması ve normal hayatlarına devam edebilmeleri.
George Floyd Gösterileri, Minneapolis, 2020: Ve bu protestolardan çok çok kısa bir süre sonra Georg Floyd’un vefatını takip eden gösterilere giriyoruz. 2014’teki Black Lives Matter gösterilerinin aksine bu gösteriler hem çok daha yaygın hem de kamu otoritelerine karşı direngen bir tutum içerisinde.
Yani şu andaki durum itibariyle değerlendirdiğimizde hareket henüz momentum kazanma aşamasında mı yoksa zirvesini gördü ve bir kontrol altına alınma sürecinde mi? Çünkü aslında Floyd’un ölümü gerçekleştikten 24-48 saat sonra Mineapolis’teki eylemlerin ABD’nin dört bir yanına dağıldığını, hatta Washington’dan Trump’ın sığınaklara kaçmasına yol açacak kadar etkin birtakım eylemlerin gerçekleştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu hareketin çıkış aşamasında mıyız yoksa iniş trendinde miyiz?
Geçtiğimiz gün Başkan Donald Trump’ın elinde bir İncil’le, zarar görmüş bir kiliseye yürüyerek gitme görüntüleri medyaya yansıdı. Bu, kareografisi çok iyi yapılmış bir hareketti. “Başkan sokakta yürüyemiyor”, “Sığınağa kaçtı” söylemine ve söylentilerine karşı verilmiş bir cevaptı. Aynı zamanda semptomatik bir eylemdi. Genel olarak ulus-devlet organizasyonlarının bu eylemlere karşı nasıl bir cevap verdiğine ilişkin örnek teşkil edilebilecek türdendi. An itibariyle gösterilerin nasıl devam edeceğine ilişkin bir öngörüde bulunmak bir hayli güç fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki mevcut yönetim bu durumu lehine çevirmeye çalışıyor. Yani kendisini otorite olarak yeniden üretebilmek ve devam eden bu sürecin şiddet boyutuna vurgu yaparak meşruiyetini göstericiler arasında kurmaya çalışmak. Neden bunu vurguladım? Gösterilerin yayılması veya yayılmaması sorusunun bileşenlerinden bir tanesi de yönetim tarafından sunulan bu okumanın göstericiler tarafından nasıl algılanacağı ile ilgili. Diğer bir deyişle Trump yönetiminin bu ve benzeri tutumlarıyla, gösterilerin gidişatının genel kamuoyu açısından algılanışı negatif olursa; yani “Biz bu eylemlere devam edersek Trump yönetimi bu işten daha da kazançlı çıkacak” gibi bir algı ortaya çıkarsa sönümlenme süreci başlar. Bu bağlamda polisin birçok yerde özellikle provokatif eylemlere girdiği ve sanki bu eylemlerin canlı tutulmasına yönelik bazı girişimlerinin olduğuna ilişkin bir kanı ortaya çıktı. Ben hemen sönümleneceğini düşünmüyorum. Çünkü daha iki gün önce başka bir esnaf öldürüldü. Bunun haricinde Trump yönetimi kendi tabanını konsolide etmek için son derece kışkırtıcı bir tutum içerisinde. Dolayısıyla ben bu eylemlerin henüz zirve noktasını görmediğini ve önümüzdeki günlerde de devam edeceğini düşünüyorum.
Sanders kampanyasıyla birlikte güçlenen bir demokratik sosyalist gelenek vardı ve bu geleneğin şimdiki süreçten oldukça heyecanlandığını, fiilen de bu sokak eylemlerinin içerisinde kendisini var ettiğini gözlemleyebiliriz diye düşünüyorum. Bu gerçekçi bir gözlem olur mu?
Kesinlikle. Burada birkaç şeyi yan yana koymak lazım. Birincisi Trump yönetimi, önceki oğul Bush yönetiminden çok daha fazla biçimde provokatif söylemler ve eylemler içerisinde yıllardır. Trump’ın böyle bir çizgi izlemesinde Evanjelistlerle olan yakın ilişkisi de söz konusu. Evanjelistler Trump’a seçim kazandıracak ya da kaybettirecek konumda olan bir dini koalisyon. İkincisi, 2014’teki Black Lives Matter eylemlerinin etkisizliği anlaşılmış oldu. Bir de Demokrat Parti içerisinde bahsettiğimiz Sanders’ın adaylığının organize biçimde sonlandırılması süreci var. Eylemcilerin seçim sürecine Sanders tarafından bakıldığına ilişkin bir şey söylememiz elbette ki mümkün değil fakat Sanders taraftarlarının çok kızgın olduğunu gördük.
Pandemi süreci açısından da ABD felaket bir süreç yönetimi izledi ve şu anda 100 binin üzerine çıkan bir kayıp var. Bunların önemli bir kısmının Afro-Amerikalılar ve Hispaniklerden, özellikle ileri yaştakilerin ve toplumun en zayıf kesiminin kaybı şeklinde yaşandığını; bunun da bir öfke birikimine yol açtığını gözlemleyebiliriz. Büyük bir ekonomik kriz beklentisi de var. Bir de kasım ayında ABD’de seçimler var. Bütün bunlar düşünüldüğünde, dediğiniz gibi Trump’ın bu süreci bir biçimde olağanüstü hal yönetimine dönüştürmek için çeşitli adımlar atma eğiliminde olduğu hissediliyor. “Kasım 2020’deki seçimlere dair taahhüt veriyor musunuz” diye sorulduğunda, “Ne veriyoruz ne de veremiyoruz.” demişti. Şimdi, başkanlığı döneminde ekonomi performansıyla çok övünen Trump, seçimlere böylesi bir performansla gitmek istemeyecektir. Bunun Amerikan devlet yapısı içinde de çeşitli krizlere yol açma ihtimali olabilir mi?
Öncelikle devlet mekanizmasının içerisinde bir rahatsızlık olduğunu biliyoruz. En basitinden impeachment (azil) sürecinde bunu çok net biçimde gördük. En üst düzeydeki kamu görevlileri, konuştuğum bazı insanlardan edindiğim bilgiye göre mesela dış işleri bakanlığı son derece rahatsız. Ama olağanüstülüğü de şöyle değerlendirmek lazım. Türkiye’de paralellikler kurmak aklımıza geliyor her zaman. Kurmak da gerekir bazı durumlarda belki ama Türkiye’ye göre farklı olan unsurlardan bir tanesi ABD, Türkiye’deki belki 2013’ten sonra yaşanan (2015’ten sonra hızlanarak devam eden) antidemokratikleşme sürecinin henüz biraz “başlarında”. Dolayısıyla “sandık” hala çok önemli. Bu olağanüstüleştirme hali ve salgın arasında şöyle bir ilişki kurulabilir: Salgın sürecinde insanların evden çıkmama isteğinin Trump’ın seçim sonuçlarına nasıl yansıyacağı büyük bir muamma. Çünkü Trump özellikle yaşlı insanlardan oy alıyor. Bu süreçte oy vermeyebilirler, postayla oy gönderebilirler ama o da hala büyük bir muamma. Birçok insan postayla oy gönderiyor ama bu kadar büyük bir ilgi olur mu postayla oylamaya? Bu belirli değil. Dolayısyla bu olağanüstü halin devam ettirilmesi algıda Trump için belki de tam da kendisine oy veren geniş bir kitlenin sandığa getirilebilmesi için gerekli alarme edici durumu ortaya sermek güdüsüyle bağlantılı. “Ben gidersem yerime bu insanlar gelecekler” tavrı beyaz yaşlı insanların korkutulabileceği bir imaj.
Özellikle son dönemlerde Şili’den, Lübnan’dan ve genelde Arap Baharı’ndan bu yana bakıldığında bu tarz kitlesel eylemlerin kendi dinamiklerini biraz formülize edebilir hale geldik. Bizim jenerasyon bu konuda bir birikime sahip oldu. Bunlar büyük bir patlamayla var olan statükoyu sarsıyorlar ama eğer onda köklü bir değişim gerçekleştiremiyorlarsa bu sefer çok daha ciddi bir geri tepmeyle ve çok daha gerici bir dalgayla karşı karşıya kalınabiliyor. Burada da toplumsal hareketlerin kendi dinamikleri içindeki bu hiyerarşisiz, merkezsiz ve biraz da örgütsüz yapısı devletlere ve egemenlere böylesi bir geri tepme imkanı sağlıyor. Sunumunuzda da gösterdiğiniz gibi ABD’deki milis geleneğine sahip beyaz silahlı erkeklerin sokaklarda devleti ve polisi korumak, mülkiyeti korumak adına sokağa çıkmak gibi eğilimleri var ve burada daha önce tabir edildiği şekliyle “evde zor tutulan %50” ABD’de sokağa çıkmış durumda. Önümüzdeki günlerde Amerikan toplumunu çok daha üst düzeyde iç gerilimler bekliyor gibi bir öngörü nasıl değerlendirilebilir?
Twitter’da çok kolay bir şekilde herkes linç kelimesini kullanıyor. Kelimenin ağırlığını azaltan bir kullanım biçimi. Linç kültürü bu ülkede çok eski, kökleri var. “Evde tutulan %50” Türkiye’nin de tarihinde bolca var. Biz bunlara çoğu zaman linç değil katliam diyoruz. Maraş katliamı, Çorum katliamı, daha öncesine gidersek çok daha büyük katliamlar var. Dolayısıyla bununla ilişkilendirmek son derece önemli. Eski bir geleneğin yeniden canlandırılması olarak görmek lazım. Bahsettiğiniz fotoğraf Philedelphia’da çekilmişti. Eli sopalı insanlar vs. Böyle bir tepkinin oluşmasında şaşırtıcı bir şey yok; olacaktı elbette ki. En başta vurguladığımız şeyi, sonlara doğru gelirken yeniden hatırlatmak istiyorum. Çeşitlilik ve örgütsel koordinasyon meselesi. Evet, elimizde çok fazla vaka birikti. Buralardan öncelikle ders çıkarmak gerekiyor. Her bu tür vaka olduğunda olay sanki ilk defa gerçekleşiyormuş gibi yaklaşmak, akabinde olacaklara ilişkin sanki hiçbir öngörümüz yokmuş gibi davranmak, bu sahte naiflikten biraz vazgeçmek gerekiyor. Bu iğne kısmıydı. Çuvaldızı da şöyle söyleyeyim: Bana kalırsa ikilem, parti kavramıyla şebeke ya da ağ kavramı arasında. Mesela Antifa dediğimiz yapılanma bir tür şebeke. Çok gevşek bir şebeke ve çok genç insanlardan oluşuyor. Bir tarihçesi olmasına rağmen ne kadar ciddiye alınır bilemiyorum. Diğer taraftan da eşgüdümü sağlamak için biraz daha hiyerarşik yapıya sahip olan, belli bir ortak fikir etrafında yapılanan parti kavramı var. 21. yüzyılın neredeyse ilk çeyreğini bitiriyoruz ve hala bu ikilik arasında sıkışmış durumdayız. Parti dediğimiz kavramın ortaya çıkabilmesi, şebekelerin büyük bir başarıya ulaşması neticesinde gerçekleşiyor. Şimdi çuvaldızın daha büyüğünü batıralım. Parti dediğimiz mesele 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren güçlenen ve aslına bakarsanız Soğuk Savaş ile birlikte dönüştürücü etkisini hızla yitiren bir örgütlenme modeli. Evet, şebekelerden/ağlardan sunabileceğinden fazlasını beklemek yanlış çünkü arkasından daha büyük bir şiddet dalgası getiriyor başarısız olma durumlarında. Ama bunun karşısında 1870’lerden 1940’lara kadar sosyal dönüşüm içerisinde en büyük gücüne ulaşmış parti formunu o haliyle kabul edip almamak gerekiyor.
Hem kendi içinde çeşitliliği ve demokratik yapısını koruyabilen; bugünkü toplumsal zenginleşmeyi kucaklayabilecek ama bir yandan da bu merkezi yapıyı idame ettirebilecek; bu anlamıyla gelenekseli aşan ve kendi tarihiyle de hesaplaşmış bir örgütlenme modeli… Son olarak bir şey sormak isterim. Bu süreç bir yandan da neoliberalizmin sürdürülemezliğinin bir tezahürü olarak okunabilir mi? Devletlerin kapitalizmin yönetiminde daha fazla merkeze doğru geldiği bir tür otoriterleşmeyle birlikte aslında devlet kapitalizmine benzeyen yapıların da güçlenmeye başladığını gözlemlediğimiz bir süreçte ABD’deki isyan bu noktadaki evrimi hızlandırır mı?
Belki daha önceki programda da söylemişimdir, ben neredeyse 20 yıldır aynı şeyi söylüyorum, keşke o zamanlar bunu daha açık bir biçimde yazmış olsaydım. Neoliberalizm kavramı çerçevesinde konuşursak; büyük oranda dünya ekonomisinin çevre ekonomilerdeki iç göç nedeniyle saldırdığı ucuz emeğin optimal seviyede sömürüleceği noktaya kadar devam edebilecek bir süreçti. Burada aslında daha çok Çin’den bahsediyoruz. Bunun akabinde 1930’lara benzer devlet merkezli bir yapılanmanın ortaya çıkacağını beklemek çok doğru olmayacaktır. Çünkü tarih tekerrür etmiyor. Fakat müdahalenin daha yoğun olduğu bir sürece doğru evriliyoruz. Tam da bu bağlamda örgütlenmeyi düşünmek gerekir. Ama buna ilişkin son bir noktayı da ekleyeyim. Son günlerde üzerinde düşündüğüm, dikkatimi çeken unsurlardan bir tanesi şu. Mesela Tekel eylemi oldu 2010’da, bu insanlarla ilgiliydi. Tekel eylemi her ne kadar yayılmış olsa da bir tepkiselliğe yol açmadı. Bunu eğri oturup doğru konuşmak lazım. 2013’teki Gezi protestoları ise bir parkın yıkılması ile ilgiliydi. Yani işin içinde insan unsuru yoktu. Veya Artvin’deki çevre gösterileri… Burada bir “çevre” kavramının insanları ortaklaştırdığını ve harekete geçirdiğini görüyoruz. Bunun iyi tarafı şu: iktidarı en fazla şaşırtan unsurlardan bir tanesi daha önce siyasetçe kullanılmamış mekanların metamorfoza uğratılarak bir direniş sahası haline gelmesi. Olumsuz tarafına gelelim. Bu aynı zamanda sınıf kavramının bu hareketlerin hiçbir yerine oturtulamamasıyla da bağlantılı. Göstericiler içerisinde özellikle küçük burjuvaziye mensup kişiler, meselenin sınıf boyutlu bir şekilde evrimleşmesinin pasif kalarak ya da aktif eylemlerle önüne geçerek bu tür gösterilerin örgütlenme sürecini tetikleyecek hal almasına da mani oluyorlar. Dolayısıyla Gezi gösterilerinden pek bir bakiye kalmadı. ABD’deki bu gösterilerden bir bakiye kalacak mı, zaman gösterecek. Bu hareketleri insan odaklı bir siyasete dönüştürmek çok önemli, ki böylece sınıf kavramı gündeme gelebilsin, ancak ondan sonra biz farklı örgütlenme biçimleri üzerine konuşabiliriz.
Son vurgunuz çok önemli. Çünkü ABD’deki gösterilerle ilgili de bir akademisyen bugün şöyle bir mesaj atmış: “Bu basit bir siyahi ayaklanması değil.” Yani sınıfsal dinamikleri var. Aslında bugün sınıfsal, toplumsal cinsiyet, ekolojik ve ulusal sömürüyle ilişkili dinamikler birbirinden çok da ayrıştırılamayacak bir noktada iç içe geçmiş vaziyette. Bunları bir sınıf hegemonyasına yani eşitlik projesine dönüştürecek bir politik aktör arayışı belki de bütün bu sorunları çözecek.