Bolivya’da yenilgi 21. yüzyıl sosyalizmi defterini kapatır mı?

21. yüzyıl sosyalizmi mücadelesi, Paris Komünü’nden başlayarak, ama özellikle 1917 sonrası deneyimlerden çıkarılan sonuçlar eşliğinde ortaya konan bir program, bir mücadele perspektifidir. İşçi sınıfı iktidarlarının deneyimlerinden öğrenerek bu zorlu görevi başarmak için yeniden ileri atılacak güçleri bir araya getirmek sorumluluğu günümüzde devrim ve sosyalizm iddiasını taşıyanların omuzlarındadır. 

Protestocular, Morales’in liderliğine ve sosyalist MAS hareketine desteğini dile getiriyor. Fotoğrafta “Evo yalnız değil, kahrolsun! Kazanacağız!” yazılı bir pankart görülüyor. Kaynak: WSWS

Bolivya’da MAS’ın yaşadığı seçim yenilgisi bekleniyordu. Morales ile Arce arasında yaşanan iktidar kavgası ülkeyi adım adım organik bir krizin gözüne yerleştirmişti. Ancak bu düzeyde ağır bir yenilginin yaşanması oldukça can sıkıcı. 21. yüzyıl sosyalizmi girişiminin en parlak örneklerinden birisinde böylesi bir tablonun yaşanması hiç kuşku yok geri dönüşsüz bir durumu simgelememekle birlikte kısa sürede telafi edilmesi oldukça güç sonuçlar yaratıyor. 2019’da yaşanan askerî darbe 2020’de halkın zoruyla gerçekleştirilen seçimlerde ters yüz edilmişti. Ancak geçen hafta gerçekleşen seçimlerin ilk turu bugün çok farklı bir noktaya varıldığını gösteriyor. 

Bolivya ve Venezuela’da yaşanan sorunlar 21. yüzyıl sosyalizmi bahsinin kapatılmasını gerektirir mi? Tabii ki hayır. 21. yüzyıl sosyalizmi mücadelesi, Paris Komünü’nden başlayarak, ama özellikle 1917 sonrası deneyimlerden çıkarılan sonuçlar eşliğinde ortaya konan bir program, bir mücadele perspektifidir. Latin Amerika’da 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki yaşanan deneyimler de bu manzumeye dâhildir. Bahsi geçen bu iktidarlar insanlık tarihi açısından ileriye doğru atılmış büyük adımlar olarak kalacaktır. Sınıflı toplumlardan çıkmak, on bin yıllık sınıflı toplumun kurumsal yapısını aşacak bir kurumsal işleyiş inşa etmek zorlu bir görevdir ancak kapitalizmin insanlığı ve doğayı her açıdan yıkıma götürdüğü koşullarda işçi sınıfı iktidarlarının deneyimlerinden öğrenerek bu zorlu görevi başarmak için yeniden ileri atılacak güçleri bir araya getirmek sorumluluğu günümüzde devrim ve sosyalizm iddiasını taşıyanların omuzlarındadır. 

Deneyimlerden öğrenmeye burun kıvıranlar, her doğrunun kara kaplı defterlerde hâlihazırda yazılı olduğunu iddia edenler ya da işçi sınıfının iktidar mücadelesinin programındansa spesifik mücadele yöntemlerine dair tartışmayı her konuşmanın ana başlığı hâline getirenler açısından deneyimlerin sorumluluğu birkaç başarısız aktörün sırtına yıkılır. Herkes tarihten kendi meşrebince kendi katilini seçebilir. Ancak bu tür yaklaşımlar sosyalist hareketler arasındaki tartışmalar açısından işlevsel olabilse de işçi sınıfını iktidara taşıyacak kervanın yol alması açısından genelde yavaşlatıcı, tökezletici ve pusulayı bozucu sonuçlar üretmektedir. Sorun Stalin’i, Troçki’yi ya da Kruşçev’i ; Maduro’yu ya da Morales’i sallandırmak değil, teorik-politik çerçevemizde ve sosyalizmin pratik tarihinde yıkım yaratabilecek aktörleri ellerini kollarını sallaya sallaya hedeflerini gerçekleştirebilecekleri bir kurumsal yapının merkezine taşıyan zaafların, boşlukların tespiti ve bunların aşılmasıdır. 

Yaşanan tüm olumsuzlukları ve başarısızlıkları emperyalizmin oyunlarıyla açıklayan anlayışlar açısındansa hayatı anlamlandırmak ne kadar kolay olsa da deneyimlere gerçekten öğrenmek amacıyla objektif ve soğukkanlı bir yaklaşım mümkün değildir. Emperyalizm her dönemde hazır ve nazırdır ancak sosyalist iktidarların hegemonya kaybını üreten gerçek koşulların anlaşılması gerekir ki emperyalizmin düşmanca tutumlarının sosyalizm kalesinin surlarında ne zaman büyük gedikler açabileceği öngörülebilsin. Hegemonyanın güçlü olduğu dönemlerde bu tür kuşatma girişimleri, çok büyük güç asimetrilerine ve çok daha açık saldırılara rağmen boşa çıkarılabilmiştir, bakınız Domuzlar Körfezi Çıkarması. 

Bolivya’da yaşananlar da tüm geçmiş deneyimlerimizde olduğu gibi iki ana sorun odağında toplanmaktadır: Devlet/iktidar sorunu ve ekonomik kalkınma. 

Bolivya ve Venezuela, sol popülist hareketlerin mücadeleleri sonucunda inşa edilmiş iktidarlar olduğundan buralarda karizmatik liderlerin tercihleri ister istemez oldukça belirleyici oldu. Hem MAS hem de PSUV gerçek kurumsallaşmalarını iktidar elde edildikten sonra başardılar. 2000’li yıllarda hammadde fiyatlarının yüksekliği sayesinde oluşan kaynakların, toplumun o döneme kadar tamamen dışarıda bırakılmış kesimlerine dağıtılmasını sağlayarak bu kesimlerden muazzam bir destek aldılar. Bu destek hem Venezuela’da hem de Bolivya’da askerî darbelerin halk tarafından geri püskürtülmesini sağladı. 

Her iki ülkede de politik kriz, Chavez ve Morales’in başkan seçilme sayısını sınırlayan Anayasa maddesini değiştirmeyi hedefleyen referandumlar sonrasında başlamıştır. Bu hamlenin genelde iktidarlara kerhen destek veren ya da nötr kalan orta sınıfları, burjuva muhalefetin eteklerine ittiği açıkça görülmelidir. İktidarın, karizmatik liderin varlığını güvence altına alma hedefine kilitlenmesi, halkın iktidarının inşası konusunda köklü mesafe kat edilemediğinin de işareti olarak görülebilir. İşçi sınıfının tüm fraksiyonlarının iktidarı kuşatacak bir öz örgütlülükler ağıyla birlikte halk iktidarını güvence altına alabildikleri, toplumun geniş kesimlerinin politik katılımının güvence altına alınabildiği ve meşru iktidar değişimi mekanizmalarının varlığını koruyabildiği bir devlet tipi inşası başarılamadıkça sosyalist deneylerin devlet/iktidar eksenli krizlerle sarsılması engellenemez. Güçlü toplumsal örgütlerin iktidarı denetleme rolünü oynayabildiği ve sosyalist ilkelerde uzlaşan alternatif politik aktörler arasında iktidar değişimi mekanizmalarını koruyabilen bir sosyalist siyasal sistem inşası bir lüks, bir aydın takıntısı değil iktidarların kendisini yenileyebilmesi, geliştirebilmesi, toplumsal rızayı yeniden ve yeniden örgütleyebilmesi açısından bir zorunluluktur. İktidar değişimi mekanizması ancak sosyalizmin ilkelerini benimseyen partiler açısından işlevsel kılınmalı; sömürüyü, ırkçılığı, erkek egemenliğini savunan partiler iktidar değişim mekanizmasına dâhil edilmemelidir. Burjuvazi açısından özel mülkiyet kutsaldır, işçi sınıfı içinse sömürüyü ilga etmek temel çerçevedir. İktidar ancak sömürüyü meşru görmeyen partiler arasında değişebilir.  21. yüzyıl sosyalizmi finans kapitalin egemen sınıf rolünü ortadan kaldırır, işçi sınıfı ve müttefiklerinin iktidarını inşa eder. Ancak bunu bir partinin ya da liderin mutlak ve sorgulanamaz iktidarı şeklinde gerçekleştiremez. Halkın öz örgütleri aracılığıyla toplumsal hayata müdahalesini ve sömürü ilkesini reddeden politik partiler arasında iktidar değişimini güvence altına almayan bir sosyalizmin önünde tek seçenek kalır: bürokratikleşme ve giderek iktidarın kaybına yol açacak bir toplumsal yabancılaşma. 21. yüzyıl sosyalizmi siyasi iktidarın kendi içinde yenilenerek gençleşmesini, toplumsal sorunlar karşısında dogmatizme saplanmadan yaratıcı çözümler geliştirmesini, işçi sınıfının yabancılaşmasını önlemeyi sağlayacak bir siyaset modeliyle ancak kendisini geleceğe taşıyabilir. 

Proletarya diktatörlüğü bu matris içinde sosyalist iktidarın kurumsallaşması sürecinde kendisine uygun alan bulur ancak iktidarın kurumsallaşması ve istikrar kazanması sonrasında olağan bir sosyalist rejime geçildiğinde siyasi rejim katılımı, demokratik tartışmayı ve toplumsal çelişkilerin içinde derinleşebileceği hukuki yapıları inşa edebilmek durumundadır. Proletarya diktatörlüğü olağanüstü sosyalist devletin adıdır, olağan koşullarda halkın iktidara en canlı biçimde katılımını sağlayacak sosyalist demokrasi esastır. 

Komünist iktidarların diğer önemli kriz alanıysa ekonomik durgunluktur. Emperyalizmin basıncı ve yıkıcı rekabeti karşısında ayakları üzerinde kalabilecek bir ekonomik yapının inşa edilememesi de son kertede işçi sınıfının yabancılaşmasına ve halk desteğinin kaybedilmesine yol açmaktadır. Ekonomik hantallaşma, yenilenememe, üretici güçleri geliştirecek hamlelerin kriz anlarını aşacak yönde ortaya konamaması, planlamanın hayatın gerçeklerinden kopması, hızlı kalkınma için halka yeterli tüketim olanaklarının sağlanamaması, üretimin çok yönlü geliştirilememesi son kertede yıkıcı krizleri tetiklemektedir. Bolivya seçimlerinde yoksullaşma ve enflasyondaki hızlı yükselişin, MAS’ın yıkılışında önemli rol oynadığını görüyoruz. Latin Amerika’daki ilerici iktidarlar zengin doğal kaynak rantlarının egemen sınıflar yerine işçi sınıfına, köylülere, yerlilere akmasını sağlayarak çok önemli bir tarihsel atılım gerçekleştirdiler ancak küresel durgunluk koşullarında emtia fiyatları artışındaki zayıflama ve merkezî planlama eliyle güçlü bir sanayi politikasının geliştirilemeyişi ekonomik sorunların temel kaynağı olarak ortaya çıktı. Sosyalizmin güçlü bir sanayileşme politikası ve üretkenliği arttırma çabası olmadan istikrar kazanamayacağını da görmek gerekiyor. Emperyalizm koşullarında sadece komünlere ve kooperatiflere dayalı pastoral/rustik hayallerle, katı bir endüstriyalizm eleştirisiyle kurulabilecek, kurulsa bile ayakta kalabilecek bir sosyalizm olamaz. Liberal solun kalkınma eleştirisi sosyalizmin ekonomik düşünüşünü köklü bir biçimde sakatlıyor. 

Sosyalist demokrasi ve ekonomik kalkınma birbirinden tamamen kopuk iki seviye olarak da ele alınmamalıdır. Sosyalist devletin toplumsal ihtiyaç ve olanakları doğru bir biçimde algılayabilmesi, toplumsal artık değeri yeni yatırımlar için en sağlıklı bir biçimde yönlendirebilmesi de toplumla devlet arasında sağlıklı bir iletişimin varlığına bağlıdır. Yukarıdan ve toplumsal gerçeklik gözetilmeden alınan kararların, hatalarda ısrar etmenin ekonomik anlamda yıkıcı sonuçlar üretmemesi imkânsızdır. 

Çin’deki Komünist Parti iktidarı bu açılardan özgün bir deneyim olarak ele alınabilir mi? Çin’deki parti bugün iktidarını önemli bir meydan okumayla karşılaşmaksızın sürdürüyor. Ekonomik gelişme açısındansa dikkat çekici bir performans ortaya koyuyor. Çin’in bir dönem için sınırsız gibi görünen işgücü rezervinin küresel fabrikaların üretimi için seferber edilmesi 1970’ler sonrasında Batı’da işçi sınıfının güçsüzleşmesi açısından önemli bir rol oynasa da Çin’de olağanüstü bir üretkenlik artışına yol açtı ve Çin son 50 yılda en fazla sayıda vatandaşını yoksulluktan kurtaran bir ülke hâline geldi. Bugün teknolojik rekabet açısından da emperyalizmin en büyük sorunu hâline gelmiş bir ülke Çin. Kimi kolaycı sol yorumlarda olduğu gibi klasik emperyalist bir güç olarak değerlendirilmesi de doğru değil. Yabancı sermaye olarak girdiği ülkelerle asimetrik ticari ilişkiler geliştirse de bunu askerî bir hegemonya ile birleştirmiş, militarist bir yayılma politikası uygulayan bir ülke değil. 

Çin’in özgün gelişiminde tarihsel olarak Sovyetler Birliği’nden son derece farklı bir gelişme hattından ilerlemesinin önemi not edilmeli. Devrimden önce uzun yıllar boyunca kurtarılmış bölgelerde iktidar olarak halkın rızasını kazanma yöntemleri üzerinde güçlü bir deneyim biriktirmiş bir partiden bahsediyoruz. Maoizm halktan öğrenmeyi temel bir ilke hâline getirmiş bir sosyalizm yorumuna dayanıyor. Mao’nun tepeden inmeci ekonomik politikalarının yarattığı yıkım sonrasında devrimin karizmatik lideri olduğu hâlde iktidarı bırakmış olması bugün Morales’in yıkım yaratan iktidar saplantısı karşısında bir fark ortaya koyuyor. Maoizmin partide iki çizgiyi meşru gören tutumu da burjuva yolcu olarak nitelenen Deng Xiaoping’in partiden birçok defa tasfiye edilmesine rağmen hayatta kalmasını mümkün kılmış. Yine Mao’nun parti iktidarını terk etmesi sonrasında neredeyse anarşizan bir devlet yıkıcılığı olarak görülebilecek Kültür Devrimi’ne öncülük ederek parti bürokrasisini diken üstünde tutacak bir tedirginliğin içine itmesi de Sovyet tipi bir gelişime aşina olanlar açısından beyin uçurucu bir tutumun örneği olarak ele alınmalı. Sonuçta bugün Çin mucizesi olarak görülen politik hat, yani yeterince gelişmiş olan üretim ilişkilerini baskılayarak üretici güçlerin gelişimine öncelik verme siyaseti Kültür Devrimi’nde hasbelkader hayatta kalmış olan, “burjuva yolcu” olduğu için partiden defalarca kovalanmış olan Deng’in öncülük ettiği bir çizgi. Ancak 1978 sonrasında Deng’in sosyoekonomik dönüşümlerini eleştirel gözle değerlendiren Chen Yun önderliğindeki Ortodoks Marksist fraksiyonun da partide konumunu koruduğunu ve özellikle Tiananmen Depremi sonrasında iktidarın parti tekelinde kalması konusunda oldukça “Leninist” bir tutum alan Deng ile ittifak yaptıklarını da not etmek gerekir. 

Çin’in ekonomik başarısının arkasında Sovyetik sosyalizmden farklı bir siyaset kurumuna sahip olmasının önemi çoğu zaman görmezden geliniyor. Ancak şunu söylemek mümkün: Çin, sosyalist demokrasi konusunda 21. yüzyıl sosyalizmine model olabilecek bir konumda olmamasına rağmen üretici güçleri geliştirme konusundaki kararlılığı ve devlet ile piyasalar arasında kurdukları denge itibariyle emperyalist merkezler dışındaki bir ülkede yaşanacak devrimlere birçok açıdan çok önemli bir model sağlıyor. 

Kapitalizmin faşizme, küresel savaşa, iklim krizine ve kadın kırımına yol aldırdığı dünyayı 21. yüzyıl sosyalizmi kurtaracak. Biz reel sosyalizm deneyimlerini bir kalemde silebilecek bir tıynette değiliz. Denize düşen yılana sarılır misali Çin modeline sunduğumuz desteği gerekçelendirebilmek için Devlet’e methiyeler düzerek Marksizme takla attıracak bir zihniyette de değiliz. Sosyalist demokrasi ve ekonomik kalkınma noktalarında kendisini güncelleyen bir sosyalist programı savaştırmak ve devrim gerekçesi hâline getirmek kararlılığındayız. Sosyalizm ve insanlığın kurtuluşu adına ortaya konan her deneyimi de hatasıyla sevabıyla, zaferiyle yenilgisiyle kendimizin biliyoruz. Yenilgilerimizden öğrenerek ve kendimizi dönüştürerek yeni zaferlere yürüyoruz.