AKP, ülkeyi götürmek istediği yerde iktidarını sürdürebilir mi?
Sermaye odaklı iktisatçıların söylediği enflasyon, döviz kıtlığı ve yatırımcı güvensizliği doğrudur. Ancak bu tespitler, sorunun semptomlarıdır, kendisi değil. Gerçek anlamda sürdürülebilir bir ekonomi için kaynak dağılımında siyasi yakınlık yerine verimlilik ve toplumsal faydanın öne çıkarılması gerekir.

Kriz ve iktidar: AKP’nin ekonomi-politik çıkmazı
Sürdürülebilir iktidar meselesine ekonomi-politik bir çerçeveden bakarsak iktidarın devamlılığı, dayandığı sınıfsal ittifakların ve bu ittifaklar üzerinden yürüyen sermaye birikim modelinin sürdürülebilirliğine bağlıdır. Şu anki duruma bu açıdan baktığımızda ciddi çelişkiler ve kırılganlıklar ortadadır.
Büyüme modelinin çıkmazı: İnşaata ve dış kaynağa bağımlılık
Türkiye ekonomisi uzun süredir iki ayak üzerinde duruyor: inşaat sektörü ve dış kaynak girişi (sıcak para, doğrudan yatırım, turizm vb.). Ancak bu model artık tıkanmış durumda. Dolarizasyon nedeniyle konut stoku devasa boyutlara ulaştı ve talep doymuş durumda. Dış kaynak girişi ise uluslararası konjonktür ve ülke riskinin artması nedeniyle sekteye uğradı. Bu model sürdürülemez. Sürdürülebilir olması için üretime, katma değeri yüksek mamullere, planlı sanayileşmeye ve emekçilerin gelirlerinin artmasına dayalı bir modele geçmek gerekir. Mevcut durumda bu geçişe dair bir işaret görülmüyor.
Gelir dağılımı ve iç pazarın daralması
İktidar, sermaye sınıfı içindeki belirli kesimlerle (inşaat, finans, enerji) güçlü bir ittifak içinde. Uygulanan ekonomi politikaları (düşük ücretler, esnek çalışma, vergi politikaları) gelir dağılımını bu kesimler lehine bozuyor. Ancak bu, uzun vadede iktidarın kendi ayağına kurşun sıkmaktır. Çünkü iç pazarın canlanması için emekçi sınıfların, köylünün ve küçük esnafın satın alma gücünün artması şarttır. Gelirler daraldıkça iç talep çöker. Bu da büyümeyi dış kaynağa daha bağımlı hâle getirir ve kısır döngüyü derinleştirir.
Krizin yapısal kaynakları: İthalata bağımlılık ve kısır döngü
Piyasa odaklı iktisatçılar, sorunu genellikle faiz-enflasyon-döviz kuru üçgeninde ararlar. Çözümü de “faizi yükselt, kamu harcamalarını kıs” gibi teknik önlemlerde görürler. Ancak sorun teknik değil, yapısal bir sorundur. Türkiye’nin ithalata bağımlı, sanayisi ara malı ithalatına muhtaç, tarımı çökmüş ve enerjide dışa bağımlı bir ekonomi olması asıl sorunu oluşturur. Faizi yüzde 43’e çekmek bu yapısal sorunları çözmez; sadece krizi erteleyip yükünü emekçi sınıfların sırtına yıkmanın bir aracı olur.
Siyasetin ekonomiye etkisi: ‘Yandaş’ sermaye ve rekabet
Bu kadar merkezîleşmiş bir siyasi yapı, ekonomide rekabeti ve verimliliği değil, siyasi yakınlığı öne çıkarır. Kaynaklar en verimli olduğu için değil, siyasi olarak sadık olduğu için belirli sermaye gruplarına aktarılır. Bu durum uzun vadede ekonominin verimlilik temelini kemirir, yozlaşmayı artırır ve gerçek anlamda yenilikçi, rekabetçi sermaye kesimlerinin gelişmesini engeller. Bu da sürdürülebilir bir sermaye birikim modeli değildir.
Uluslararası sermayeye bağımlılık
Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek ekonomi açısından önemlidir. Fakat asıl mesele bu sermayeyi ülkenin sanayileşme hedefleri doğrultusunda, planlı bir şekilde ve koşullu olarak çekmektir. Koşulsuz bir şekilde “ne gelirse gelsin” anlayışı Türkiye’yi daha kırılgan hâle getirmekten başka işe yaramaz. Aslolan, dışa bağımlılığı azaltacak ve kendi kendine yeterliliği artıracak bağımsız ekonomi politikalar hayata geçirmektir
Bağımlı ekonomimizin tarihsel kökeni – Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tezi
Türkiye’nin ekonomisindeki kısa vadeli çıkarcılık, köklerini Osmanlı’nın tımar sisteminin çöküşünden alır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre Batı’da olduğu gibi üretime dayalı bir millî burjuvazi bizde gelişemedi. Tersine, Osmanlı tüccarları dış sermayeyle işbirliği yaparak “komprador” hâle geldi ve üretim yerine aracılık ve ranta yöneldi.
Kurtuluş Savaşı’nın zorunlu pragmatizmi, Cumhuriyet döneminde de kalıcı bir ekonomik alışkanlık hâline geldi. Toprak ağalığı ve tefeci-bezirgan sermayesi üretken yatırımların önünü kesti. Bugün ekonomimizin inşaata, ranta ve dış kaynak girişine dayanması, işte bu tarihsel mirasın devamıdır.
Mevcut iktidarın bu modeli değiştirmekte zorlanmasının nedeni, dayandığı sınıfsal ittifakların ve yapısal bağımlılıkların hâlâ aynı olmasıdır. Yani sorun bugünün değil, yüzyıllardır süren tarihsel bir bağın ürünüdür.
Sonuç
Sermaye odaklı iktisatçıların söylediği enflasyon, döviz kıtlığı ve yatırımcı güvensizliği doğrudur. Ancak bu tespitler, sorunun semptomlarıdır, kendisi değil. Onların önerdiği neoliberal reçeteler, yani sıkı para ve maliye politikaları ile bağımsız merkez bankası, belki kısa vadede semptomları hafifletebilir ancak yapısal sorunu ve gelir dağılımı adaletsizliğini daha da derinleştirir. Gerçek anlamda sürdürülebilir bir ekonomi için, geliri yeniden bölüşmeye yönelik emekten yana politikalar, kamucu ve planlı bir sanayi ve tarım politikası, dışa bağımlılığı azaltacak yerli ve milli üretimin söylemde değil fiilde hayata geçirilmesi ve kaynak dağılımında siyasi yakınlık yerine verimlilik ve toplumsal faydanın öne çıkarılması gerekir. Mevcut durum, bu gerekliliklerin tam tersi yönde işlemekte. Dolayısıyla, dayandığı sınıfsal temeller ve birikim modeli itibarıyla bu model sürdürülebilir değildir ve kriz derinleşerek devam edecektir.
Kaynaklar: Korkut Boratav (2018), Türkiye İktisat Tarihi. Çağlar Keyder(1987), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. Hikmet Kıvılcımlı (1965), Tarih Tezi.