Üçüncü Büyük Bunalıma Doğru – Mehmet Yılmazer
Korona salgını 2008’den gelen krize eklenince kapitalist ekonomilerde iki olgu açık bir şekilde öne çıktı. İlki, doğadır. Burada elbette salgından öteye olaya bakmak gerekiyor. İkincisi, tekniğin gölgesinde kalan insan üretici gücünün öne çıkmasıdır.
Korona salgınının yarattığı yıkım 2008 bunalımının yıkımıyla birleşiyor. Nasıl birleştiği ve nelere yol açabileceği konularında değerlendirme yapmadan, önceki büyük bunalımlara bir göz atalım.
Kapitalizmin tarihinde iki büyük bunalım vardır. İlki, 1873-1893 arasında yaşanmıştır. İkincisi ünlü 1929 bunalımıdır. On yıl sürmüştür. Bu bunalımların detaylarına girmekten çok onların arka zemininde ortak olan yapısal sorunları öne çıkartmak günümüzdeki sorunlara bakışta kolaylık sağlayabilir.
İlk büyük bunalım, yekpare ve yoğun çöküş olarak yaşanmamış, arada kısa soluklanmalar olmuştur. Ancak ekonomi bir türlü ayağa kalkamamıştır. Bu yıllar, sömürge savaşlarının 1850’ler sonrası hızlanmasıyla kapitalist ekonomide tekelci yapının şekillendiği tarihsel bir dönemdir. İlk önemli yapısal özellik budur. Serbest rekabetçi dönemin neredeyse kurulmuş saat gibi işleyen on yıllık devresel krizleri kapitalizm tekelci bir yapısal dönüşüme uğrayınca periyodu bozulmuş, krizler daha öngörülemez ve derin hale gelmiştir. Tekelci yapı kapitalizmin krizlerinde bazı yapısal değişimler ortaya çıkartmıştır.
İlk büyük bunalımın arkasındaki diğer önemli yapısal değişim Engels’in ünlü tespitiyle, “İngiltere’nin endüstri tekelinin çöktüğü” bir döneme girilmiş olmasıdır. Henüz rakipleri zayıf olsa da, güneş batmayan imparatorluğun sınırları yeni ortaya çıkan güçlerce zorlanmaktaydı.
Bir diğer yapısal değişim, sanayi sermayesinin omurgasında duran tekstilin yerini demir çelik sanayisine bırakmasıdır. Daha doğrusu böyle bir sürece girilmiştir. Demir çelik sanayiinde sermayenin devri daha uzundur, hem de üretim için tekstilden çok daha büyük sermaye birikimi gerekmektedir. Bu önemli yapısal değişimler 1873 bunalımını uzun hale getirmiştir.
Çıkış çaresi olarak önce İngiltere “adil ticaret” adı altında rakiplerine karşı gümrük duvarlarını yükseltmiştir. Aynı zamanda 1890’larla birlikte sömürge paylaşım savaşları yeniden hızlanmıştır. Ancak bu savaşlar bunalıma tam bir çözüm olmamış, iş 20. yüzyılın başlarındaki I. Dünya Savaşı’na kadar gitmiştir.
1929’lardaki ikinci büyük bunalımın yapısal özellikleri ilki ile benzerlikler taşısa da bazı önemli farklar vardır. Tekelci kapitalist yapı çok daha güçlü hale gelmiş, hatta bu krizde önemli bir özelliğini ortaya koymuştur. O da krizlerdeki klasik fiyat düşüşlerine karşı büyük bir direnç gösterebilmiştir. Piyasanın egemeni tekeller üretimi kısarak fiyatların düşmesini sınırlamışlardır. Bu özellik yetmişli yıllara kadar korunmuştur. İkinci yapısal özellik, keskinleşen güçler savaşıdır. İlk büyük bunalımdaki gibi İngiltere’nin güç kaybından öteye, artık rakipler tümüyle sahnede yerlerini almışlardır. I. Dünya Savaşı’nın çözemediği sorunlar devam ederken, kapitalist dünyada büyük saflaşmalar şekillenmiştir. Üçüncü yapısal değişim, enerji sektörünün öne çıkması, petrol tekellerinin sanki dünyada ayrı bir güce sahip olmasıdır.
1929 bunalımında gümrük duvarlarını bu kez önce ABD yükseltmiştir. Kapitalist dünya içindeki güç merkezi artık Atlantik’in karşı yakasına geçmiştir. ABD duvarları yükseltse de bu kez devalüasyonlarla ülkeler arası rekabet savaşı devam etmiştir. Üstelik para değerleri üzerinde spekülasyonla yapılan rekabet çok daha yıkıcı olmuştur. Bu gidiş sonucunda “altın sistemi” yıkılmıştır. Bunalımdan çıkış tedbirlerinin son durağı yine, bu kez öncekinden çok daha yıkıcı paylaşım savaşları olmuştur.
Bu büyük bunalımların “uzun” sürmesindeki bir başka nedeni mutlaka hatırlamak gerekiyor. Gerek 1870’lerdeki, gerekse 1930’lardaki bunalımda işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesinin çok güçlü olduğunu, bunun kapitalistlerin manevra alanını sınırladığını hatırlamak gerekir. Birisinden Rus Devrimi çıkmış, diğerinden sosyalist sistem doğmuştur. Bu kadar da değil, özellikle kıta Avrupa’sında sınıf mücadelesinin gücü ve Sovyetlerin kurulmasının verdiği korku ile “refah devletleri” ortaya çıkmıştır.
Artık son büyük bunalıma gelebiliriz. 2008 bunalımının arkasında kapitalizmde 1980’li yıllardan beri yaşanmakta olan yapısal değişim durmaktadır. Bunun adı: finansallaşmadır. Sermaye üretim devresi dışına kaymış, üretimden daha çok, “paradan para kazanma” dönemi açılmıştır. Tekel gücü dev bankaların alanına kaymıştır. Dünya çapında spekülatif para akışları çılgın seviyelere varmıştır. 1980 sonrası kapitalizmdeki en önemli yapısal değişim budur. Spekülasyondan kazanılan paralar, üretim zahmetini katlanılamaz hale getirmiştir.
Diğer yapısal değişim informatik çağına geçiştir. 1940’larda elektrik enerjisinin üretimde yaygınlaşması gibi, 1980’ler sonrası informatik teknolojisi yaygınlaşmış, dijital üretime geçilmiştir. Bu gelişim aynı zamanda dünya çapında üretim zincir ve halkaları kurulması sonucunu yaratmıştır. Bir ülkede bir metanın baştan sona üretimi böylece tarih olmuştur. Üretimin tasarım ve dizayn karargahları ana merkezlerde kalırken, üretim devreleri ucuz emeğin olduğu ülkelere kaymış, ortaya küresel bir iş bölümü çıkmıştır.
Günümüzdeki bunalımın arkasında öncekiler gibi yine büyük bir güç kayması durmaktadır. ABD ve genel olarak Batı dünyası güç kaybederken, başta Çin olmak üzere Uzakdoğu yükselişe geçmiştir. Bu özelliğinden dolayı bu seferki güçler mücadelesinin çok daha sert yaşanması büyük olasılıktır. Yine gümrük savaşları başlamıştır. 1929 bunalımından çıkartılan en büyük ders olarak Batı ekonomi literatüründe gümrük duvarlarının yükseltilmesinin ölümcül bir hata olacağı yazılıp durmuştur. Ancak Trump aynı yola çıkmıştır. İki büyük bunalımda yaşanan bir kez daha tekrarlanıyor.
Ancak günümüz bunalımında öncekilerden farklı iki gelişme ortaya çıkmıştır. Pazar buzlanmasın diye trilyonlarca dolar basılmış ve piyasaya sürülmüştür. Ancak bu paralar bankalara aktığı için borsa ve spekülasyonların yeni kaynağı olmuştur. Sonunda sistem öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendi amaç ve hedefini kendi elleriyle yok etmiştir. Para üretime dönmeyince spekülatif alanda kalmış ancak faizler negatif hale gelmiştir. Para bollaştıkça paradan para kazanmanın yolları tıkanmaktadır.
Diğer önemli özellik, finans kurumlarının “batamayacak kadar büyük” hale gelmesidir. Kapitalizmin krizleri bir yanıyla döneme ayak uyduramayan firmaları eleyerek ekonomide taze bir atmosfer yaratırdı. 2008 krizinde batması gereken büyükler dev parazitler olarak yaşamaya devam ediyorlar. Böylece çürümüşlüklerini bütün ekonomiye yayıyorlar. Bu çürümelerin ekonominin reflekslerini nasıl körelttiğini en iyi korona salgını göstermiştir. Hantal yapılar, spekülasyonla çürümüş beyinler salgın karşısında şaşkına döndüler.
Korona salgınının yarattığı kriz 2008’den gelenle nasıl iç içe giriyor? Koronanın yayılma hızı birden küreselleşme yıllarında kurulmuş üretim ve finans akış kanallarını dondurdu. Böylece tanrılaşan borsaların ve yüksek teknolojinin karşısında ezilip silinmek üzere olan insan üretici gücü ve doğa korona salgını ile birden öne çıktı. Buradan insanlığın önüne iki temel sorun çıkıyor.
İlki, doğanın bu pervasız talanı böyle virüs ataklarını tesadüf olmaktan çıkaracak, sürekli hazırlığı kaçınılmaz hale getirecektir. Bunun üretimde bir maliyeti olacak, sosyal yaşamda ise yeni sosyal örgütlenmeleri gerekli kılacaktır. İkincisi, salgının yayılma hızı dünya ölçüsünde üretim devrelerini felce uğrattığına göre bundan sonra, ulusal sınırlara dönülüp, her ülkenin kendine yettiği kapalı ekonomiler mi inşa edilecektir? Bu mümkün değildir.
İki büyük buhran öncesi de o dönemin lider ülkeleri öncelikle içine kapanma eğilimi göstermiş, ardından bunalımların çözümleri genellikle büyük savaşlara varmış, savaşla kurulan düzen sonucunda liderin istediği yönde küreselleşme yaşanmıştır. Elbette her küreselleşmede farklı bir dünya ekonomisi kurulmuştur. En son neoliberalizmle kurulan yeni dünya düzeni bilindiği gibi ABD ve İngiltere’nin zorlamasıyla başlatılmıştır. Özellikle Japonya ve Almanya bu gidişe uzun süren ayak diremiştir.
Korona sonrası dünyaya baktığımızda öncekilerden iki büyük farklılık vardır. Dünya ekonomisini istediği yöne sürükleyebilecek güçte bir lider ekonomi yoktur. Bir diğer eksiklik ise güçlü bir işçi sınıfı mücadelesinin olmayışıdır. İki büyük bunalımda da sınıf mücadelesi kapitalistleri etkileyecek ölçüde güçlüydü. Dolayısıyla bunalımlara ve çözümlerine kendi damgalarını da vurdular.
Korona salgını 2008’den gelen krize eklenince kapitalist ekonomilerde iki olgu açık bir şekilde öne çıktı. İlki, doğadır. Burada elbette salgından öteye olaya bakmak gerekiyor. Doğanın yağması iklim değişimi, yeni virüs salgınları gibi felaketleri kaçınılmaz bir şekilde getirecektir. İkincisi, tekniğin gölgesinde kalan insan üretici gücünün öne çıkmasıdır. Elbette korona sonrası teknik terk edilmeyecek, ancak insan üretici gücü, her alanda güçlü örgütlenmelere sahip olmazsa ve teknik bu örgütlemelere hizmet etmezse büyük yıkımlar hep kapıda olacaktır.
Küreselleşme insanlığa cennet vadetmişti. Ancak sonuç küçük cennet adacıklarına karşılık muazzam yoksulluk okyanuslarının yaratılması oldu. Yaşanan bunalımdan çıkış sadece kapitalist merkezlerin insafına kalırsa dünya tarihi bize ibrenin yeni büyük savaşlara yöneleceğini gösteriyor. Ancak içine çekildiğimiz yeni büyük bunalım sadece bazı merkezler arasındaki saflaşma ve çatışmalardan ibaret kalmayacak. Korona krizi ile öne çıkan insan üretici gücü, dünya yoksullarıyla birlikte çok farklı bir saflaşma yaratabilir.