Ezber bozan: COVID-19 – Ebru Nihan Celkan

Fotoğraf: Fabrizio Bensch / Reuters

COVID-19 ezberimi bozuyor. Bu bir umutsuzluk vesilesi değil merkeze ‘insan’ koyan demokratik sistem hatalarını ve/veya içinde bulunduğumuz coğrafya bağlamında sistem iyileştirmesini tekrar gözden geçirmenin fırsatı.

Bu yazıda mart ayı boyunca Berlin’de çoğunlukla Neukölln, Kreuzberg, Mitte, Schöneberg, Charlottenburg çevresinde, metro ve trenlerde yaşadığım bireysel deneyimi ve bağlı bulunduğum kurumların ilettiği dokümanlar üzerinden COVID-19 tecrübemi aktarmaya çalışacağım.

Berlin’e koronavirüs etkisi şimdilik benim deneyimlediğim kadarıyla üç dalga halinde geldi diyebilirim. Birinci dalga mart başında ulaştı. Bu dalga kurumların birbirine çok benzer bir dil kullanarak oluşturdukları resmi uyarıları kuruma bağlı kişilere ulaştırmasıydı. Sadece hükümete bağlı devlet kurumları değil; dil kursları, burs kurumları, üniversiteler, enstitü diyebileceğimiz yapıların, takip ettiğim kadarıyla, tamamı uyarıcı dokümanları e-mail yoluyla başta olmak üzere farklı kanallardan bireylere ulaştırmaya çalıştılar. Bu dokümanlar çoğunlukla önleyici tedbirleri içeriyor ve mesafeli resmi bir dil kullanıyordu. Metinlerin temel mesajını “Kişisel sorumluluğunuzu alın. Biz kendi sorumluluğumuzu yerine getirerek sizi uyarıyoruz.” çerçevesinde özetleyebilirim. Metinlerde sosyal mesafenin korunması, ellerin sıklıkla yıkanması ve sterilize edilmesi gibi artık hemen hemen herkesin vakıf olduğu bilgiler tekrarlanıyor ve iyi yapılandırılmış şekilde sıralanıyordu. Yönergeler ve dokümantasyonlar bu alanda örnek verilecek nitelikte  hazırlanmıştı. O sıralar Türkiye’den sevdiklerimle yaptığım konuşmalarda biraz da kinayeli bir şekilde “Sanırım II. Dünya Savaşı hafızası ya da Soğuk Savaş hafızası böylesi bir soğukkanlı yaklaşımı açıklayabilir.” diyordum. Bazen de “Sağlık sistemine büyük bir güven duyuyorlar. Hatta devlete duyulan güven çok yüksek, o yüzden herkes hayatına aynı şekilde devam ediyor.” diye düşünüyor ve bu düşüncemi insanlarla paylaşıyordum. Nihayetinde dünya COVID-19 ile sarsılırken Berlinale Film Festivali alışık olduğumuz şekliyle, oldukça görkemli biçimde gerçekleşmiş ve mart başında tamamlanmıştı.

Diğer taraftan bir Avrupa ülkesine dair bildiğimiz ve büyük bir çoğunluğun inanmayı tercih ettiği şekliyle nihayetinde ‘merkezine insanı koyan sistem’ tıkır tıkır işliyor düşüncesine sahiptim. Sonuçta Almanya, Avrupa Birliği’nin kalesi değil mi? Yani sistemin ve insana değer veren değerlerin de bir anlamda merkezi değil mi? Fakat İtalya’da yaşananlara dair haberler bu tanıma uymuyor; bir şekilde standart sapma yaratıyordu. Onu da yine bir basmakalıp yargıyla savuşturduğumu şimdi fark ediyorum. “İtalya Avrupa’da olsa da nihayetinde bir Akdeniz ülkesi.”

İkinci dalga martın ikinci haftası geldi. Yönergelerin içeriği önleyici bilgilerden acil durum bilgilerine doğru bir geçiş içeriyordu. Ulusal Acil Hat ve Berlin İçin Acil Hat olmak üzere iki telefon numarası veriliyor, en ufak bir şekilde rahatsızlık hissediyorsak evden çıkmamamız tavsiye ediliyordu.

Bu yönergelerin içeriği merkeze insanı koyuyordu koymasına ama hangi insan? Yönergeler çoğunlukla Almanca, Türkçe ve İngilizce hazırlanıyor, Berlin nüfusunun diğer guruplarına dair bir dil kullanılmıyordu. Bir taraftan yıllardır çeşitliliğe dair kurumsal çalışmaların meyvesi bu kriz anında ortaya çıkıyor, diğer taraftan çeşitlilik yelpazesinin hala şehrin ihtiyaç duyduğu kadar esnemediğini de gözler önüne seriyordu. Bu noktada tekrar her kurumun hükümetten bağımsız çalışmalar yaptığını da bir kere daha hatırlatmak isterim. Peki merkeze konan insanla üç dil gözeterek kurulan iletişim kimleri dışarıda bırakıyordu? Yaşı yüksek olan nüfusun mobilize olduğu, yalnız yaşayanların, göçmenlerin, sokakta yaşayarak hayatta kalmaya çalışanların yoğun olduğu bu şehirde insan çeşitliliği ne kadar göz önüne alınmıştı? Mesela nasıl alışveriş yapacaklardı? Sağlık hizmetlerinden nasıl yararlanacaklardı? Dil bilmemeleri durumunda dertlerini nasıl anlatacaklardı? Sağlık sisteminin nasıl işlediğini bilmeyen şehrin yenilerine ve/veya eskisi de olsa sistemden hiç yararlanmamışlara dair bilgilere nereden ulaşılabilirdi? Burada bireylerin kendi inisiyatifleriyle kurdukları iletişim ağlarının ve işleyişlerinin ne kadar önemli olduğunu görme şansım oldu. Bir grup ne kadar farklı insanı içeriyorsa o kadar farklı bilgiyi harmanlayıp, farklılıklar ve bireysel hassasiyetleri o kadar gözetmenin mümkün olduğunu gördüm. Gittiğim Almanca kursunun kursiyerleri bu anlamda kendi deneyimimde önemli bir yer tutuyor. Kurs yapısı itibariyle dünyanın her yerinden insanı bünyesinde barındırıyor. Bu sayede bilgiler birbirinden farklı dillere hızlıca transfer ediliyor ya da maddi durumu diğerlerine göre farklı olanlar şehrin farklı fırsatlarından diğerlerini haberdar edebiliyor. Hükümetin hazırladığı ve Berlinlilerin hepsini kapsayamayan boşluk bireylerin oluşturduğu iletişim ağlarıyla nispeten kapatılabiliyordu.

Yüzleşme

İkinci dalga tedbirler, kurumların inisiyatifine bağlı olarak çeşitlilikler gösteriyordu. Bazı tiyatrolar oyunlarını iptal ederken bazıları gösterimlere devam etti, bazı şirketler süresi açık şekilde evden çalışmaya geçerken bazıları normal çalışma koşullarını sürdürdü. Partiler, konserler ve diğer gece etkinlikleri bildiğim kadarıyla herhangi bir kesintiye uğramadan devam etti. Kurumlar açısından takip edebildiğim kadarıyla ortak olan nokta seyahatlerin ertelenmesi yönünde alınan karar oldu. Yurtiçi, yurtdışı ulaşımın kesilmesi diğer önlemlere göre daha fazla ve daha güçlü şekilde vurgulanan önlem olarak ön plana çıktı. Ben de bu süreçte İstanbul uçuşum için Berlin-Schönefeld Havalimanı’na gittim ve uçuşu gerçekleştiremeden geri döndüm. Havalimanının ürkütücü boşluğunu görmek benim için bu süreçte ilk üç boyutlu sarsıcı yüzleşme oldu.

Aynı dönemde Avrupa’da teyit edilen koronavirüs vaka sayısında Almanya, İtalya ve İspanya’nın arkasından üçüncü sıraya yükseldi. Dünyada da altıncı sıraya çıktı. Bu süreçte hükümet Türkçe bilgilendirme videolarını da devreye soktu. Hükümetin her adımda verdiği bilgileri hem biçim hem de içerik olarak yeniliyor olması sanırım insanlar üzerinde güven oluşmasını sağlayan en önemli unsurlardan biriydi. Diğer taraftan yine de merkeze konan insan çeperi diğer ülkelere nazaran geniş olsa da Berlin’in çeşitliliğinin suretini oluşturmuyordu.

Üçüncü dalga, okulların, tiyatroların ve eğlence yerlerinin kapatılması oldu ve bu dalgayla beraber ben de bir başka yüzleşmemi market ziyaretlerimde yaşadım. Berlin’de gelir grubunuza göre veya geldiğiniz ülkenin alışkanlıklarına uygun alışveriş yapabileceğiniz oldukça farklı seçenekte market zincirleri mevcut. Daha yaygın ve büyük olan marketlere girdiğimde Türkiye’den ve dünyanın farklı yerlerinden gelen haberlerden çok farklı olmayan görüntülerle karşılaştım. Belki fark tükenen makarna, tuvalet kağıdı gibi ürünlerin yanı sıra sebze, meyve ve sütün de tükenmiş olmasıydı. Türkiye kökenli marketler için de benzer bir durum söz konusuydu. Yine de kendi ihtiyaçlarımı bu noktada üç, bazen dört farklı market ziyaret ederek temin edebildim.

Demokrasi ve etik beraber hareket eder mi? Ediyor mu?

Zihnimde oluşturduğum “Demokratik bir ülkedeyim, burada insanlar bir başkasının ihtiyaçlarını da gözeterek hareket etmeye daha fazla özen gösterir” düşüncesine bağlıyken marketlerin o halini görmek yukarıdaki sorunun güçlü bir şekilde zihnimde belirmesine sebep oldu. Süt ararken yanımdan ıslık çalarak geçen kişinin market arabasının neredeyse tamamını türlü türlü sütle doldurduğunu görmek insani kriterlerin demokratik sistemlerde daha güçlü bir şekilde yaşadığına dair inancımı sarstı. Aynı dönemde İtalya’da hastaların tedavisi için savaş koşullarının uygulandığı haberleri gelmeye başladı. Kimin yaşamı daha değerli sorusu çerçevesinde bakımların uygulandığı fikri ürpertici bir gerçek olarak buz gibi karşımızda belirdi. Bu sarsıntıların normal olduğuna kendimi ikna etmeye çalışırken sanırım benim için en derin darbeyi kısa bir süre kullanmak üzere bindiğim trende yaşadım. Berlin’le neredeyse özdeş metro-tren çalgıcılarından biri müziğini yaparken bir erkek tarafından koronavirüs taşıdığı iddia edilerek trenden atılmaya çalışıldı. Müzik yapanın Almancasının yeterli olmadığı her halinden belliydi lakin yine de kendini güçlü bir şekilde ifade edip savunmaya geçti. O müzisyenin de bir erkek olduğunu belirtmek istiyorum, zira bir kadın veya çocuk olsaydı bu ayrımcı uyarının boyutu nereye ulaşırdı düşünmeden edemiyorum. Müzisyenin direnişi bir istasyon sürdü. Aynı istasyonda trenden indik. Sanırım bir kadın ve insan olarak beni dehşete düşüren şey uyarıdan ziyade trendeki diğer insanların ölüm sessizliğiydi. Hiçbirimiz gözümüzün önünde yaşanan bu ayrımcılığa ses çıkaramadık. Böylesi sığ ve çiğ bir ayrımcılık örneğinin 2020 Berlin’inde olması zihnimdeki gerçeklikle örtüşmüyordu. Yıllar boyunca burada doğmuş büyümüş Türkiyelilerin yaşadığı ayrımcılığı muhataplarından dinlemiş biri olmam da yaşadığım şaşkınlığı kolayca üzerimden atmam için yeterli olmadı. Müzisyenle iletişim kurmak istedim lakin o kadar öfkeli ve mutsuzdu ki konuşmamız mümkün olmadı. Çeşitlilik ve merkeze insanları koyan yaklaşımı süreçlerine yerleştirmiş ve pratik örneklerini hayatın olağan akışında sergileyen bir yaklaşıma rağmen ayrımcılık her an en arkaik şekliyle tekrar karşımıza çıkabiliyordu.

Sadece nesnel yaklaşımların değil insanlar arası yatay örgütlenmenin oluşan boşlukları doldurmasına nasıl ihtiyacımız olduğunu deneyimledim.

Demokrasi ve mutlak nesnellik arasında bir yer olmalı

Markus Schreiber / AP Photo

Şans eseri nispeten daha avantajlı ve ayrıcalıklı bir dünyada yaşamama rağmen bir kadın olarak kendimi hayatın olağan akışında hep merkeze konan ve ‘insan’ denen çemberin dışında hissettim. Bu hislerimi yatıştırmak ve anlamak için feminizmle tanıştığımdan bu yana dünyaya bu gözlükle bakıp, hayatımı feminizm çerçevesinde şekillendirmeye uğraşıyorum. Şimdi Berlin’de sadece bir kadın değil aynı zamanda yine daha avantajlı olsam bile ‘insan’ diyerek merkeze konandan kendimi daha uzakta hissediyorum. Demokratik zemini bildiğim günden bu yana sıkıntılı olan bir coğrafyadan, demokratik zeminini daha güçlü oluşturduğuna inandığım (inanmak kilit kelime. Zira inançlar hayat gerçekliğiyle çoğunlukla farklılık gösterebiliyor.) bir coğrafyada insanın en eski alışkanlıklarına böylesine hızlı şekilde itibar etmesinden tedirginlik duyuyorum. Diğer taraftan hükümet başkanının Türkçe altyazılı bir video ile hastalık hakkında önleyici, koruyucu tedbirler ile beraber eylem planını ortaya koyması ve bunun Türkçe altyazıyla servis edilmesi, çeşitliliği oldukça fazla olan insanlar arasında kurulan dayanışma ağlarının işlevsel pozisyonları bir nebze beni rahatlatıyor. Bazı insanlar için bilginin ve acı tecrübelerin sadece aktarıldığını lakin içselleştirilmediğini deneyimlemek en azından kendi yaptığım iş çerçevesinde beni bir kere daha düşünmeye sevk ediyor. COVID-19 ezberimi bozuyor. Bu bir umutsuzluk vesilesi değil merkeze ‘insan’ koyan demokratik sistem hatalarını ve/veya içinde bulunduğumuz coğrafya bağlamında sistem iyileştirmesini tekrar gözden geçirmenin fırsatı.

Radikal demokrasi için yeniden sorular

İnsanların içselleştirdiği ve gerçekten bir topluluğun tamamını oluşturan bireyleri içeren bir demokratik sistem nasıl kurulabilir? Bu sistemi kurarken merkeze koyduğumuz ‘insan’ yerine ‘insanlar’ fikrini nasıl çoğaltabiliriz? Bize verili bir geleceğin ve gerçekliğin olmadığı ve bunu yeninden inşa etmemiz gerektiğini nasıl fark edebiliriz? Bireysel mevcudiyetin önemini kavrayan ve bize açılan bir dil nasıl kurabiliriz? Cemaatleşmeden işlevsel bir toplumlaşma nasıl mümkün olur?

Özeleştiri, şüphecilik, itiraz, çeşitliliği barından bir merhamet ile dünyaya yeniden bakmanın zamanı geldi, geçiyor. Önümüzdeki günler tekrar düşünme ve inşa sürecine girebilmemiz için elverişli görünüyor. Lakin barbarlık ile mesafemizi gerçekten tam olarak algılayamadan yola çıkmamız da mümkün olmayacak gibi… Umarım hükümetlerin sınırsız yetkileri ve inisiyatifleri kapsamında yaşadığımız zorlu günler bizi daha da tutucu ve baskıcı hayat biçimlerine doğru taşımaz. Umarım hükümetler ve bireyler insan hayatını daha da fazla hiçe sayan ayrımcılık sınırlarına hızla savrulmaz.

Son olarak bugünlerde beni güçlü tutan ve aklımda en çok çınlayan Virginia Woolf sözü ile bitirmek istiyorum.

“Bir kadın olarak, ülkem yok, bir kadın olarak, bir ülkem olsun istemiyorum. Bir kadın olarak, bütün dünya benim ülkem.”

Ebru Nihan Celkan, Oyun yazarı, Berlin, 16.03.2020