Defol Alevi!

Şimdi bizim çocuklar gidip bir tarikatın kapısına çarpı koysa ya da içki şişesiyle o kapının önünden geçse ne olur?

Zihnimde dönüp duruyor; gerçekten pılımızı pırtımızı (belki onları da alamadan) alıp gitsek nereyi yurt ediniriz?

Osmanlı kılıcı çektiğinde gözden ırak yerlerde; ormanların, dağların ulaşılmaz eteklerinde, kurtların kuşların arasını kendimize yurt eylemişiz.

Ovaya her inişimizde sıkı sıkı tembihlenmişiz; “elhamdülillah Müslümanız”

Her zaman da dememişiz “elhamdülillah” yeri gelmiş “yeter artık” deyip kâh Şeyh Celal’in çağrısına uyup Bozok Ovası’nda yabanımızla, baltamızla cenk eylemişiz, kâh Hünkâr Hace Bektaş-ı Veli’nin dergâhında insan-ı kâmil olmak için özümüzü dara çekmişiz. Ama Pir Sultan Abdal’ın Tokat’ta, Sivas’ta ilmek ilmek ördüğü direngenliği kanımıza işlemiş, ne yapılsa sökülüp atılamayan.

Bir çarpı konulduğunda kapımıza, indiğimiz düzlükten her kovuluşumuzda “defolup gitsek” diye düşünüp dururken ya Nesimi ya Kalender Çelebi ya da Pir Sultan Abdal karşımıza dikilip duruyor. Hünkâr araya girip hemen uyarıyor “Tamam ben, incinsen de incitme, dedim ama zalimlere de eyvallah demeyin, bir yere gitmeyin, dünya herkesin…”

Tamam, kaldık da birlikte nasıl yaşayacağız?

Osmanlı yok olup gitmiş, cumhuriyet kurulmuş, köylü milletin “efendisi” olmuş! Çok sevindik, “Biz cumhuriyetin bekçisi oluruz” dedik Koçgiri’ye rağmen… “Ovaya ineceğiz, âlem kardeş olacak bize” dedik sineye çektik Dersim’i, yeter ki “barış güvercinleri uçsun her bir yanda.”

Durur mu Osmanlı torunu, bilemedik kavuğunu çıkartıp dengeli fötr taktığını. Bu başka sandık, yanıldık.

Olsun, zaman değişiyor, kardeşçe bölüşümü herkes için hak bilen dağların denizlerin öte yüzünde başkaca dilde konuşan, başkaca inanan insanların yurdunda bir şeyler olmuş, adına da “Gomünizm” diyorlarmış. Ta oralardan gelip bizim yurdumuzda da kulaktan kulağa yayılınca bir sevinçle umutlarımız yeşermiş. Yalnız olmamak, kardeşçe yaşamak neymiş o günler yeniden bildik. Bildik de kazanmak nasip olmadı.

Yıllar yılı kendimizi sır edip gizledik, o sihirli sözcükle tanıyıp, sarıldık birbirimize: bizden! O sihirli “biz” sözcüğü ile gözlerin nasıl ışıldadığını görmek bir ömre bedel. Ben gördüm, sanırsınız yerin yedi kat altında ışıl ışıl parlayan elmasa dokunur gibi…

Evrim Alataş’ın Her Dağın Gölgesi Denize Düşer romanında Xace annenin yakın zamanda kaybettiğimiz devrimci önder Teslim Töre’yi Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ı kastederek “hangisi Alevi” diye sıkıştırışını okurken aynı zamanda kendimizi de okuruz; baskılara dayanamayan Teslim Töre Hüseyin İnan için “bizden, dede çocuğu” demesi Hüseyin’in daha çok ilgi görmesine neden olmuştur. Yitirilen çocuğuna kavuşur gibi…

Tamam, duvara konulan işaretlere, yazılara takılmayalım da sınırın hemen öte yanında ne olup bittiğini de unutmuş değiliz. Hem IŞİD gibi örgütlerin yayılmasına nasıl göz yumulduğunu en kör gözler bile gördü.

Duvarlara yazanlar için “Ya çocuktur, ya sarhoştur” deniyor. Nasıl bir nefret tohumu ektiniz ki daha çocukken Alevi’ye düşman oluyor? Nasıl bir özgüven ki içip içip Alevi’yi memleketten kovuyor?

Şimdi bizim çocuklar gidip bir tarikatın kapısına çarpı koysa ya da içki şişesiyle o kapının önünden geçse ne olur?

Aleviler mazlum bir toplumdur, fakat bir tokat atana da diğer yanağını çevirecek değildir. Aleviler’i uysallaştırma dönemi bitti!

İnsana yakışmayan düşmanlık tohumlarının bu topraklardan sökülüp atılması için sadece Aleviler’in değil özellikle Sünni toplumun da “artık yeter” demesi gerekiyor. Bu sadece Aleviler’i değil Sünni toplumunu da özgürleştirir. Zira Aleviler bunun için çaba harcıyor, her fırsatta dile getiriyor.

Aleviler defolup bir yerlere gitmeyecek. Hele hele dağların tepelerin eteklerine asla! O devir de biteli çok oldu.

Asıl sorun herkesi düşman görenlerin bir gün gitmesi gerektiğinde gidecek bir dağın eteğini de bulamayacak olmasıdır. Sadece o meşhur şarkılarında öldükleri ne dereler kaldı ne tepeler. HES’lerle, JES’lerle, madenlerle yok edildi sığınacakları yerler. Size de geçmiş olsun.