İsviçre’de 28 Yıl Sonra Yeniden Kadın Grevi

İsviçre’de kadınlar “Biz bu koşulları normal bulmuyoruz.” diyerek 14 Haziran’da greve gidiyorlar.

1991 yılında saat endüstrisinde çalışan kadınlar, aynı işte çalışan erkeklerden daha az maaş aldıkları için greve çıkmıştı. 28 yıl sonra kadınlar yeniden ‘eşit işe eşit ücret’ talebiyle greve çıkıyorlar. Üniversitelerdeki, belediyelerdeki, ofislerdeki, evlerdeki kadınlar grev için aylardır hazırlık yapıyor.

1991 yılındaki greve referans vererek 14 Haziran tarihinde yapılacak grev için yazılan Zürih Kadın Grev Kolektifi Manifestosu “Yüksek sesli ve laubali, hiddetli ve umutluyuz. Neden? Çünkü biz çokçayız. Çünkü biz yapmazsak bunu kimse bizim için yapmaz.” sözleriyle bitiyor.

Manifesto Üzerine

Manifestonun girişinde hazırlanış sürecine dair ifadeler de yer alıyor: “Zürih Kadın Grev Kolektifi Manifestosu farklı çalışma grupları tarafından kaleme alındı. Farklı görüşler yan yana konulup ne dilsel ne de içerik olarak birleştirildi. Yazının tümü kolektifin ruhunu yansıtmaktadır. Merkeze bizi birleştiren en küçük payda değil dayanışma kondu. Alan zapt etmek görünür olmak demektir. Biz ne kadar çok kadınsak o kadar alan işgal edeceğiz ve bu alanları tüm taleplerimiz ve isteklerimiz doğrultusunda şekillendireceğiz. Bu manifesto daha tamamlanmamıştır.”

Manifestodan Bölümler:

BERABER ZİNCİRLERİ KIRALIM

Küçüklükten itibaren cinsiyete özgü rolleri, yetiştirilme ve sosyalleşme üzerinden öğreniyoruz. Şiddet ve ayrımcılık, kadınların gündelik yaşamının bir parçası. Bunlar normal görünüyor. Kadınlar kendi ihtiyaçlarını bir kenara koyup, bakım ve çocuk büyütme işlerinin (yeniden üretim) büyük bir kısmını üstlenmek durumundalar – bunlar evde, aile içerisinde, dernekte, iş yerinde veya siyasi kolektif içerisinde olabilir-. Bir kadın, bu normlara karşı duruş sergileme cesaretini gösterip ayaklanırsa hemen azarlanıp değersizleştirilir. Bu kişi ‘kötü anne’, ‘orospu’, ‘burnu havada’, ‘dişi olmayan’, veya ‘cazgır’ olarak adlandırılıp ırkçı ve cinsiyetçi söylemlerle aşağılanır. Diğer koşullarda da bu kadın işini ve ailesini kaybeder, kötü davranışlara maruz kalır ve hatta öldürülür. İşleyen ataerkil ve kapitalist toplumun temelinde ev emeğinin, kadınlar tarafından ücretsiz veya cüzi bir miktar için üretilmesi yat- maktadır. Irkçı ve kolonyal sömürünün yanı sıra, cinsiyete dayalı iş bölümleri, hüküm süren ekonomik sistemin devamlılığını sağlamaktadır.

ÖZGÜRLÜK İÇİN SAVAŞ

Sözün kısası, içerisinde yaşadığımız şartlar aslında terbiyesizliktir. Yıllardır, yaşanılan sayısız kötü muameleleri gösterip, bunlara karşı savaşıyoruz. Bizler kağıtlı-kağıtsız, çocuklu-çocuksuz, Siyahi ve beyaz kadınlarız. Bizler ‘Women of Colour’ , queer (eşcinsel olması şart olmayan azınlıkta kalan cinsiyetler) veya hetero ilişkiler içerisinde, genç-yaşlı, engelli ve engelsiz kadınlarız. Bu sıfatlarla bizler gazetecilerle konuşuyor, siyasi atılımlarda bulunuyor, hak arıyor, seçimler için imza topluyor, umuyor, bekliyor, sokağa çıkıyor, tanıdıklarımızı ikna ediyor, arkadaşlarımızla ve ailemizle konuşuyoruz. Ama ne değişti? Tabi ki küçük-büyük çaplı ilerlemeler kaydettik: Kızlar ve erkekler için eşit eğitim koşulları, kadınlar için seçme-seçilme hakkı, kürtajın yasallaşması, kamuya açık ırkçı ayrımcılıklara cezai yaptırım uygulanması (her ne kadar nadir görülse de), aile içi şiddetin 1992’den beri suç sayılması ve 2004’ten beri herhangi bir suç duyurusunda bulunulmasa dahi kamu davası açılması.

Tüm ilerlemelerin aslında tek bir ortak noktası var: 150 senenin üzerinde faaliyet gösteren kadın hareketinin kat ettiği ilerlemeler bunlar. Tüm bu kazanımlar dur durak bilmez çalışma ve kan ter içerisinde kazanıldı. Fakat hala bu dünyada, sürekli olarak anti-feministleri, cinsiyetçileri ve ırkçıları yüz yüze, sokakta, işte, internette veya devlet saraylarında görüyoruz. Onlar, bizlerin kazandığı özgürlükleri zedeleyerek bizleri ucuz iş gücü, seks objesi ve itaatkar ev hanımı olarak küçültmek istiyorlar. Cinsiyetçiliği utanmadan uygulayarak dünya çapında güçlenen feminist hareketi bastırabileceklerini düşünüyorlar. Fakat bu beyefendiler yanılıyorlar.

HAREKET EDİYORUZ, GREVDEYİZ!

Bizler gerici tepkilere ve yaşamla alay eden ‘normalliğe’ tahammül etmiyoruz. Bizler bu sistemin yarattığı farklı ve çeşitli baskıların bilincindeyiz. Bundan dolayı bizim feminizm anlayışımız çok çeşitli, ve bu çeşitlilik ise bizim gücümüz. Derinden değişimin zamanı geldi. Bu değişim sürecini hızlandırabilmek için bir gün boyunca iş bırakıyor ve ‘normal’ işleyiş ritüellerimizi reddediyoruz. Grevdeyiz! Tıpkı 1991’de yaptığımız gibi. Dünya çapındaki kız kardeşlerimizin yaptığı gibi. Feminist mücadelelerle dayanışma içerisinde 14 Haziran’da bu uluslararası harekete katılacağız.

BİZİM EMEĞİMİZ SON DERECE DEĞERLİ, BİZ OLMADAN HERŞEY DURUR

İster inşaatta, kreşte, ofiste, başkalarının evlerinde, genelevlerde, okulda, uçakta, isterse kendi evimizde çalışalım. Bizim emeğimiz, karşılığında kazandığımızdan çok daha değerli. Bizler ne cinsiyetçi ne de ırkçı ücret farklılıklarına tolerans göstermiyoruz. Bizlerin emeği her farklı işte olduğu gibi aynı değeri üretmektedir.

Bu ayrıca aile/ev ve bakım işleri için de geçerli. Şu anda İsviçre’de bakım işlerinin sadece %10’u ücretlendirilmiş durumda. Geriye kalan %90’lık bakım işinin üçte ikisi kadınlar tarafından yerine getiriliyor ve bu iş için harcanan emeğin karşılığı ödenmiyor. Kısaca: aile/ev ve bakım işleri kapitalist ekonomi sistemini ayakta tutuyor. Bakım işleri tüm ekonomik  sistemi sübvanse etmektedir, tersi değil. Bizler tüm bu sarf ettiğimiz ekonomik sistemi destekleyen ve ücretlendirilmeyen emek gücü karşılığında emekli aylığı da alamıyoruz. Bundan dolayıdır ki kadınların emeklilik maaşları benzer şekilde yaşlarına nazaran düşük. Birçok yaşlı kadın bu sebepten dolayı yoksulluk çekmektedir. Emeklilik güvencesindeki bu eşitsizliği ortadan kaldırmak yerine, Yaşlılık ve Malulen Emeklilik (AHV) reformları kadınlar için emeklilik yaşını yükselterek, kadınlar üzerindeki yükü artırmayı hedeflemektedir. Bu sebeplerden dolayı bizler bakım ve aile/ev işlerinin kamulaştırılmasını istiyoruz. Bizler adil maaş talep ediyoruz! İster başkalarının evlerinde çalışalım, ister inşaatta; bizler güvenilir iş sözleşmeleri istiyoruz. Bizler sübvanse edilen kreşler ve huzurevleri istiyoruz. Gerçek eşitlik ancak insanların hiyerarşilerini alt ederek elde edilebilir. Toplumun çoğunluğunu oluşturanlar imtiyazlarını sorgulamalıdırlar. Erkekler de aynı şekilde bakım ve emeğin yeniden üretim sürecinde yer almalıdır. Annelerin, özellikle çocuğunu yalnız başına yetiştiren annelerin yoksulluk çekmelerine artık tolere etmiyoruz. Çocuk bakımı ve anne istihdamının gerçek maliyetlerinin karşılanacağı ebeveyn izni ve babalar için doğum izni istiyoruz. Seks işçiliğinin hızlı ve kapsamlı olarak suç olmaktan çıkarılmasını ve seks işçilerinin haklarının garanti altına alınmasını talep ediyoruz. Bizler hastanelerde ‘Önceden Belirlenmiş Vaka Başına Ödeme ve Bütçeleme Sistemi (DRG)’ istemiyoruz. Bunun aksine çalışmaları için zaman ayırabilecek iyi ücretli personel istiyoruz. O halde bakım işi değerli. Bir kadın tarafından yapılan diğer işler de tıpkı bunun gibi. Bizim emeğimiz son derece değerli. Biz olmadan her şey durur.

BİZLER ÖZGÜRLEŞTİREN EĞİTİM İSTİYORUZ

Bizler özgür ve eşitliğin teşvik edildiği okullar istiyoruz. Bizler ders programlarının ve bütün okulun şekillendirilmesinde öğrencilerin daha fazla ses sahibi olmasını istiyoruz.

Eğitim kurumları güvenli yerler olmalıdır. Eğitim konuları daha fazla cinsiyet odaklı olarak ele alınmamalıdır. Eğitime erişim olanaklı hale getirilmelidir. Teknik ve diğer erkek egemenliği altında bulunan mesleki eğitim bölümleri, kadınların bu eğitim programlarını şekillendirebilecekleri şekilde açılmalıdır.

Okul, ataerkil toplumun bir ifadesidir: Okul, prova edilen toplumsal cinsiyet rollerinin hiyerarşisini güçlendirir. Gençlerin ve çocukların okul ve meslek kariyerleri, değerlerle, normlarla, eğitim kurumunun modelleriyle, uygulamalarla, destek formlarıyla, pedagojik yardım araçlarıyla, içeriklerle, ders kitaplarıyla, etkileşimlerle ve son olarak kurumun kendisiyle beraber biçimlenmektedir.

Özgürleştiren eğitimin anlamı, içerisinde ‘erkek’ ve ‘kadın’dan fazla terimlerin bulunduğu, cinsiyet çoğulluğunu tematize eden, farklı aile modellerini konu alan, rol modellerini tartışan ve çoklu ayrımcılığı ince eleyip sıkı dokuyan bir dil kullanmasıdır. Bizler öğrencilerin farklılıklarının öğretmenlerin, ders kitaplarının ve eğitim enstitüleri tarafından tanınmasını talep ediyoruz. İlkokuldan itibaren daha politik eğitim ve derslerde siyasi tartışmalar yapılmasını talep ediyoruz.

BİZLER CİNSİYETÇİ, HOMOFOBİK VE TRANSFOBİK ŞİDDETE KARŞI KOYUYORUZ!

Kadınlar İsviçre’de de kadın oldukları için, ve/veya lezbiyen, biseksüel, trans, interseks, queer (LGBTIQ+) olduklarından dolayı sadece heteroseksüelliğin normal ve meşru kılındığı topluma uyum sağlamadıkları için şiddete maruz kalmaktadır. İsviçre’de her iki haftada, bir kadın cinsiyetçi şiddetten ölmektedir. Her beş kadından ikisi yaşam içerisindeki ilişkilerinde fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Bir kadın (eski) partneri tarafından öldürüldüğünde sürekli bir ‘aile dramı’ndan bahsedilir: Mağdur olan kadın da suçludur, çünkü ya partnerini terk etmiştir, ya da kısa etek giymiştir. Bizler, bu şiddetin aslında olduğu gibi adlandırılmasını istiyoruz: Cinsiyetçi şiddet! Nasıl bir yaşam planı yapacağımıza veya hangi kıyafeti giyeceğimize kendimiz karar vermek istiyoruz. Hayatımız ve bedenimiz bize ait!

Birçok kadın, genelde beyaz erkeklerin oluşturduğu erkek egemen toplumda ayrımcılığa uğruyor (bunlar örnekle Women of Colour, göçmen kadınlar, engelli kadınlar, parlak magazin dergilerinin belirlediği ‘güzellik’ görecesini karşılamayan kadınlar, yaşlı kadınlar, durumu iyi olmayan kadınlar ve LGBTQI kişiler).

Bu tarz sürekli tehditler özellikle göç rejiminin erkek egemenliği altındaki ‘acil barınma yerleri’ (NUK) gibi yapı ve enstitülerinde göze çarpıyor.

Bizler İstanbul Antlaşması‘na hukuksal olarak bağlılık istiyoruz. Bu antlaşma fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalmış kişilerin korunmasına ve faillerden hesap sorulmasını içeriyor. Cinsiyetçi şiddet toplum içerisinde daha fazla kabul edilmemelidir. Toplumun bakış açısının değişimi için, propaganda ve kampanyaların fonlara ihtiyaçları var. Cinsiyetçi şiddet her zaman bir ‘güç arzusuyla’ bağlantılıdır ve ister ikili bir birliktelikte, işte, sokakta veya sosyal medyada olsun her zaman şiddettir.

Hayır demek hayır demektir. Bizler şiddete maruz kalmış kişiler için hukuki koruma sağlanmasını ve hukuksal olarak cinsiyetçi şiddetin tanınmasını talep ediyoruz. Faillerin korunmasına son verilsin. Bizler cinsel şiddetin ayrımcılık yasağının bir parçası olarak tanınmasını talep ediyoruz.

HETERONORMATİFLİK KAFALARDAN ATILMALI

Erkeksi olmayan cinsellik hala büyük ölçüde negatif algılanmakta. Kadınların arzuları göz ardı edilmekte, menstrüasyon tabulaştırılmaktadır. Toplumsal erkek cinsiyeti ile biyolojik cinsiyeti ayrı olan trans insanların bedenleri ve arzuları uzun süre hiç araştırılmadı, bugünse hala çok az bilgiye sahibiz. Seks üzerindeki hegemonyal görüşün odak noktası toplumsal cinsiyeti ile biyolojik cinsiyet aynı olan kişilerdir, heteronormatiftir. Heteroseksüellik tek geçerli cinsellik normu olarak görülmektedir. Hukuk ve enstitüler de farklı ilişki çeşitleri ve/veya cinsel arzular üzerinden ayrım gözetmektedir. Hayatımızdaki zevkleri istediğimiz gibi yaşayabilmemiz için kendi cinselliğimizi ve kendi ilişki türlerimizi kendimiz belirlemek istiyoruz. Bizler cinsellik, kimlik ve kendi kaderini tayin konuları için bilgilendirme kampanyaları talep ediyoruz. (ŞA)