Düşüncenin Güce Dönüşmesi – Mehmet Yılmazer
Geleceği kurgulayıp kucaklayacak bir düşüncenin güç alamadığı bir dönemde çürüme ve yozlaşma dünyanın her sokağında lağım patlaması gibi akar hale geldi.
İnsanlık herhalde “büyük patinaj” döneminden geçiyor. Duvarın çöküşünden beri “düşüncenin güce dönüşmesi” bir türlü gerçekleşmedi; düşünce ve davranış olarak insanlık savrulup duruyor. Tarihin 7 bin yıl önceki derinliklerine inmek işi çok uzatacağı için düşüncenin en katı ve en uzun süre boyunca güce dönüştüğü dönem olan tek tanrılı yıllardan söz etmek gereksiz olmaz. Bu oldukça uzun bir dönemi kapsar. Musa ile başlatırsak ve Fransız “büyük devrimi” ile dinin büyüsünün bozulduğu bir sürece girildiği düşünülürse 3 bin yıldan fazla bir süre düşüncenin mutlaklığının egemen olduğu bir dönem yaşanmıştır. Elbette düşünce ve inancı aynı saymak hatalı olur. Düşünce mutlaklaştıkça inanca yaklaşır. Zaten insanlık gelgitlerle birlikte uzun bir dönem düşüncenin, sözün, logosun büyüsü altında yaşamıştır.
Tek tanrılı yıllar bu anlamda düşüncenin en katı biçimde güce, pratiğe dönüştüğü bir süreç olarak değerlendirilirse hatalı olmaz. “Kitaplı dinler” için söz çok önemlidir; çünkü bu söz “tanrı kelamıdır”. Üstüne söz söylenemez, tartışılamaz. Avrupa Orta Çağı bu konuda bir zirvedir. İslam dünyasında ise tanrı kelamının iyice katılaştığı dönem 10. ve 11. yüzyıl sonrasıdır. İslam’ın doğuşundan sonraki yaklaşık üç yüz yıl düşüncenin çok hareketli olduğu bir dönemdir. Sonra tanrı kelamı katılaşarak bütün ağırlığı ile İslam dünyasının üstüne çökmüştür.
İnsanlık tarihinde sözün bu ağırlığı ve mutlaklığı 14. yüzyıl sonrası Rönesans ve Aydınlanma Çağı ile uzun ve sancılı bir süreçte kırılmaya başlamıştır. Ancak ilk burjuva devrimi olan İngiliz Devrimi bile kendi döneminde tanrının büyüsü içinden konuşmuştur. Bunu köklü bir şekilde kıran Fransız Devrimi’dir. Dini bile ilga etmiş, “doğal din” arayışına girmiştir. Ancak insanlığın bu çılgınlığı fazla uzun sürmemiş, bir kaç on yıl sonra epey kırılıp dökülmüş vaziyette de olsa tanrının kelamı geri dönmüştür.
Ancak bir kez yerinden edilen tanrı eski haliyle geriye dönememiştir. Bilim, akıl kendi sözleriyle tanrının yerini almaya başlamıştır. Bu dönemde şekillenen düşüncelere ideoloji dendi. Ulusların, sınıfların, zümrelerin ideolojileri şekillendi. Onların çıkarları, dünyaya bakışları ve geleceği kurgulayışları doğrultusunda ideolojileri de oluştu. Tek tanrı yıllarında gelecek yoktu. Dünyada yaşamak bir deneme, hatta eziletti, esas olan öteki dünya idi. Burjuva devrimlerine gebe bir dünyada ilk kez güçlü bir şekilde gelecek hayal edilmeye başlandı. İdeoloji, çıkarları savunmak için kendi zırhlarını örerken hem bilimsel verilere dayanır hem de inanca bulaşmadan duramaz. İnanç sırf dini bir kavram değildir, aslında onun kökü toplumsal yaşamda saklıdır. Toplumsal yaşamın olmadığı yerde inanç olmaz. İnsanın kolektif yaşamı inancın ana rahmidir. İdeolojiler tanrıyı farklı yorumlarken onu aynı zamanda gölgelediler, hatta inkar ettiler.
Burjuva devrimleri sonrasında muhafazakarlık, liberalizm, sosyal demokrasi, sosyalizm gibi düşünce yoğunlaşmaları şekillendi; hepsinin bir gelecek kurgusu vardı. İnsanlığı peşine takıp götüren kapitalizmin gelecek kurguları muhafazakar, liberal, sosyal demokrat ideolojilerle farklı yollara ayrılsa da hedef her halükarda kapitalizm içinde kalıyordu. Ancak sosyalizm önce ütopik yoklamalarla sonra da bilimsel bir yoldan insanlık için yeni bir düşünce gücü olmaya başladı ve kapitalizmin dışından düşünüyordu.
Bu düşüncenin gücü sosyalist sistemin ortaya çıkmasıyla dünya ölçüsünde zirveye çıktı; sosyalist düşünce büyük bir çekim gücüne sahip oldu. Tanrısal yılların deyimiyle konuşursak, insanlığın önemli bir bölümünü büyüledi demeliyiz.
İnsanlık 20. yüzyılın sonuna geldiğinde sözün aldığı son şekil olarak ideolojiler ölüme yattılar. Düşünce gücünü yitirdi. Öyle bir döneme girildi ki bilime, proletaryaya, gelecek kurgulamaya “elveda” dendi. İnsanlığı bu kadar eziyete sokmanın anlamı yoktu; anı yaşamak tek çıkar yoldu. İdeolojiler ölüme yatarken düşünce gücünü yitiriyor, dünyaya nereden bakılırsa bakılsın bir tek şey görülüyordu: Kaos!
Elbette insanlık böyle gidemezdi, düşünce yeniden güç kazanmak için çeşitli yollar denedi, “Başka bir dünya mümkün” diyerek, 21. yüzyıl sosyalizmini inşa etmeye çalışarak ideolojileri yeni halleriyle diriltmeye çalıştı. Ancak olmadı. İnsanlığı geleceğe taşıyacak düşünce bir türlü şekillenip güce dönüşmeyince, düşünceyi yozlaştıran, hatta çürüten “yeni faşizm” bütün yalan ve demagojisiyle sahne almaya başladı.
Düşüncenin, geleceği kucaklayacak ve geleceğe akacak şekilde güç kazanamayınca, nasıl yozlaştığının en iyi kanıtı “yeni faşizm” ya da moda adıyla popülizm saçmalıklarının ortalıkta düşünce olarak dolaşmasıdır. Türkiye ve siyasal İslam da belki bu konuda en tipik örneklerden birisidir. Düşünce sözün arkasından çekilince geriye inanılmaz yalan ve demagoji kaldı. İdeolojilerin ölümü sonunda siyasal İslam’ı da vurdu. Ondan geriye yalan, soysuzlaşma, dillerden düşmeyen ahlakın yerlerde sürünmesi kaldı.
Geleceği kurgulayıp kucaklayacak bir düşüncenin güç alamadığı bir dönemde çürüme ve yozlaşma dünyanın her sokağında lağım patlaması gibi akar hale geldi.
Fakat buradan umutsuzluk çıkmıyor. Bugün Amerika’da bile gençlerin yarısı sosyalizme ilgi duyuyorsa sosyalist düşüncenin yeniden güce dönüşeceği günler çok uzakta değildir.