İhsan Eliaçık: “Tarih Boyunca Dindarlarla Ateistler Değil, Zenginlerin Allah’ıyla Yoksulların Allah’ı Savaştı”
|Röportaj: Şeriban Alkış – Sezgin Kartal
Türkiye’de diğer dinlerde olduğu gibi İslam’a inanışta da gerilemenin olduğu bir dönemde mikrofonumuzu İnşa Yayınları’nda buluştuğumuz ilahiyatçı yazar, müfessir (Kuran’ı yorumlayan kişi) R. İhsan Eliaçık’a uzattık. Neden yeryüzü sofralarında ısrar ediliyor? Peygambere suikast düzenleyenler, savaş açanlar kimlerdi? Bugün din kime hizmet ediyor? Bugünün İslamcılarının lüks ve şatafat yaşamlarına nasıl bakıyor? İstanbul seçimleri ve yeni çıkan “İnşâu’l – Kur’an Tefsir Dersleri” isimli ömrümün hasılası dediği kitabında Kur’an-ı Kerim’in ilk 40 ayetini, sıralamasını ve dönemin ekonomi-politiğini konuştuk. Söz İhsan Eliaçık’ta…
Merhaba hocam. Öncelikle geçtiğimiz günlerde bir saldırıya maruz kaldınız, geçmiş olsun. Yeryüzü sofralarına bugüne kadar olabildiğince müdahale edilmiyordu. Bu sefer şiddetli bir müdahale oldu.
Evet, teşekkür ediyorum. Söylediğiniz gibi bu yıl Ramazan’ın ilk günü bizim için bir nevi kara pazartesi oldu. Çünkü hem müdahaleyle karşılaştık hem de ülke gündeminde seçimlerin iptal edilmesi kararı ve onun yarattığı gerilim söz konusuydu. Belki de buna istinaden Valilik’ten Yeryüzü Sofraları kurulamayacağı söylendi. Biz de yeryüzü sofralarının 2012’den beri İstiklal Caddesi’nde, Galatasaray Lisesi önünde yapıldığını söyledik. Ama şu ana kadar hiç olmadık bir şey oldu ve yeryüzü sofrasına müdahale edilerek yeryüzü sofraları yırtıldı. Bunun sebebi ne olur diye düşündüğümüzde özü itibariyle bu sofralardan rahatsız olanlar var. Bunu kendilerine karşı yapılmış bir protesto olarak görüyorlar. Çünkü yere serilen sofrada hurma var, peynir var. İftarı bu sadelikle açtığınız zaman hiçbir şey söylemezseniz bile birileri sırf bundan rahatsız olur. Çünkü lüks, şatafat, israf Ramazan’da olmamalı. Din bu şekilde algılanmamalı. Saraylarda, villalarda lüks hayatlar sürerek Müslümanlık olmaz. Öteden beri yeryüzü sofralarından rahatsızlık duyuyorlardı fakat bir şey yapamıyorlardı. Ama bu Ramazan’ın ilk gününde artık gemiyi azıya aldılar. Orada sofra sermek isteyenleri engelleyip sofrayı yırtarak zorla polis otosuna götürmeye çalıştılar. Uyarılarımıza kulak asmadılar. Yapmayın etmeyin, dedik. Ramazan’ın birinci günüdür, dedik. Sevgi, merhamet, şefkat ayıdır dedik. Hiç olmazsa bu ilk günde yapmayın dedik. Dinlemediler. Odakule’nin orada bir arka sokakta yapacaksınız, burada asla izin vermiyoruz dediler. Biz de bunu reddettik. İftarı yasaklayamazsınız yani. Çünkü toplu iftarlar, düğünler, asker karşılamaları, asker uğurlamaları, topluca maça gidip gelmeler toplantı gösteriş yürüyüş yasasına girmez. Eğer biz iftardan önce veya sonra bir basın açıklaması yapar, konuşma yapar, bildiri dağıtır isek valiliğin yasak kapsamına girer. Ama biz bunların hiçbirini yapmaya girmedik. Geçen sene de yapmadık, ondan önceki sene de yapmadık. Şimdi burada yasaklarsanız bunun bedeline katlanırsınız çünkü yasakladığınızı herkes görür. Öyle bir şey var ki hem iftarı yasaklıyorlar hem de bunu kimse duymasın istiyorlar. Öyle bir çekinceleri var. O esnada arbede oldu. Ve alenen müdahale ettiler. Sofraları yırttıklarını görünce benim tansiyonum yükseldi. Hastaneye gittik. 8 kişiyi de gözaltına aldılar, ifadelerini alıp serbest bıraktılar. Zaten oradaki polislere diyecek bir şey yok. Onlar diyorlar ki “yukarı böyle istiyor.” Yukarı diye bir şey var, yukarı bey! Nereye gitsen ondan bahsediliyor. Her yerde onun adı geçiyor. Emniyete gidiyorsun yukarı böyle istiyor, vilayete gidiyorsun yukarı böyle istiyor. Yukarı nerede? Ankara’da. Ankara’ya gidiyorsun, yukarı böyle istiyor. Ama kendisi görünmüyor. Böyle yukarı diye heyula bir şey var. “Yukarı!” Devlet mekanizması bu yukarı mantığına göre çalışıyor. Yukarı böyle istiyor deyince akan sular duruyor. Orada sürekli valinin emri okunuyor burada yapamazsınız diye. Ben de onlara dedim ki “Ya Vali dediğin Allah’ın emri mi oluyor, ne oluyor bu?” dedim. Allah’ın emri bile tartışılır. Orada Cumartesi Anneleri’ni yasaklıyorlar, tutuklu ailelerine copla saldırıyorlar. E bırak, vatandaş gelsin bağırsın, çağırsın, slogan atsın, sen de güvenlik önlemini al. Hiç olmazsa Galatasaray Lisesi’nin önü sesini duyurmak isteyenler için bir nefes alma yeri oluyor. Burası tapulu malınız değil ki sizin, halkın kamusal alanıdır. Halk gelir kendisini burada ifade eder.
Türkiye’de yeryüzü sofralarının bu kadar yayılması ve benimsenmesi nasıl oldu sizce?
2012’den beridir İstiklal Caddesi’nde yeryüzü sofralarına çağrı yapıyoruz ama ilk yeryüzü sofrası 2011’deki Conrad Otel’in önünde serdiğimiz sofraydı. Orada yaptığım konuşmada bunun Türkiye için yeni bir şey olduğunu söylemiştim. Bu sofralar Halil İbrahim sofrasıdır; Ashabı Suffa’nın, Hz. İsa’nın gökten yere inen sofrasına benzediğini ve özünde bir protesto barındırdığını, Ramazan’ın gerçek ruhunu yansıtma amacıyla başladığını söylemiştim. Bu da biraz ona benzediği; paylaşımcılığa ve bölüşümcülüğe hitap ettiği için benimsendi. Özünde Ramazan’ın ruhunu ve Ramazan’da ortaya çıkan o şatafatı, gösterişi tasvip etmemeyi barındırdığı için halk benimsedi ve kendine mal etti. O gün bugündür yüzlerce yeryüzü sofrasına katıldım yurt içinde ve yurt dışında. Biz sadece Ramazan’ın ilk günü çağrıda bulunuyoruz Galatasaray Lisesi önüne. Onun dışında başka hiçbir yere çağrıda bulunmuyoruz. Sonrasında yapılanlar tamamen mahallelinin sahiplendiği sofralardır. Kendi kendine oluyor, bizi de davet ediyorlar. Gidebildiklerimize gidiyoruz. Bu Ramazan boyunca da bir sürü yerde olacak. Yine onlara katılmaya çalışacağız. Tabi benim İstanbul dışına çıkış yasağım var. İstanbul dışında da çağıranlar oluyor ama onlara katılamıyorum.
Geçen sene de yasağınız vardı ve Kocaeli il sınırında güzel bir buluşma olmuştu…
Evet, geçen sene de aynen böyle olmuştu. Kocaeli’deki vatandaşlar beni çağırdılar ama ben gelemem dedim. O zaman Kocaeli sınırına gel dediler. Yeryüzü sofrası kurdular İstanbul-Kocaeli sınırına. Onlar o tarafta ben bu tarafta… Bu saçma yasağa da dikkat çekilmiş oldu. Oradan 5 dakika sınır geçemiyoruz ama buradan sosyal medyayla yayın yaparak Çin’den, Amerika’dan, Afrika’dan herkese sesimizi ulaştırıyoruz yani. Buraya yasak koysanız ne olacak?
YERYÜZÜ İFTARI DEĞİL, YERYÜZÜ SOFRASI
Yeryüzü sofralarında zenginliğe vuran, israfa işaret eden yani dini literatürde haram olduğu ifade edilen şeylerin bir protestosu var. Sınıfsal çelişkiyi de işaret ediliyor diye de okuyabiliriz. Dolayısıyla bu saldırıyı da zenginlerin yoksullara karşı bir saldırısı olarak ifade edebiliriz değil mi?
Tabi. Bundan kim rahatsız olur ki? Yere sofra serip hurmayla peynirle iftar açılmasından, halkın getirdiklerini birbirlerine ikram etmesinden kim rahatsız olabilir? Mesela onlar diyorlar ki biz sizi aslında ateistlerden korumak istedik. Biz de onlara diyoruz ki biz zaten ta 2011’den beri bu sofraya ateistlerle beraber oturuyoruz, sizin haberiniz yok. Çünkü yeryüzü sofrası adı, yeryüzü iftarı değil. Yani içinde iftar açanların da açmayanların da olduğu sofra demek. Yeryüzü de sınırsızlığı ifade ediyor, bütün herkese açıktır yani. Halil İbrahim sofrası denir Anadolu’da. Halil İbrahim Sofrası’nın özelliği ayrım yapılmamasıdır. Herkesin bu sofraya gelip katılmasıdır. Kimsenin dinine, inancına, kimliğine, cinsiyetine, bölgesine, derisinin rengine bakılmamasıdır. Dindar iftarını açmalı, ateist de onunla beraber akşam yemeğini yemeli ve ekmeklerini bölüşebilmeliler bu topraklarda. Dindar ateisti sofrasına çağırmalı. Ateist sigara içerken, su içerken o oruç tutmalı; bir şey dememeli. İşte biz bunu göstermeye, bunun örneğini sergilemeye çalışıyoruz. Bağnazlığın, oruç tutmayanlara karşı öfkenin, oruç tutanlara karşı önyargının, her iki tarafta da olduğu bir coğrafyada bu kör önyargıları kırıp hoşgörü iklimi yaratmaya çalışıyor yeryüzü sofraları ve bu ülkede olmuş olacak birkaç güzellikten biridir bana göre. Buna niye saldırırlar ki? Bunu sadece ateistlerle dindarların arasındaki gerilimin, kutuplaşmanın sona ermesinden rahatsız olanlar istemez. Kamplaşmanın sona ermesinden rahatsız olanlar ve bu kamplaşmadan beslenenler, lüks şatafat içinde dini hayat yaşayanlar, dindarlığın böyle bir şey olduğunu zannedenler bundan rahatsız olurlar. Ve ondan dolayı da saldırırlar.
Biraz tarihin makarasını geriye sararsak Ebuzer ile Muaviye’nin, Hz. Osman’ın diyaloglarına şahit oluruz. Lükse karşı çıktıkça Ebuzer’in alanını daralttılar, en sonunda Rebeze Çölü’ne sürdüler.
Evet, şimdi ortada bir din görüyorsunuz. Bu topraklara geldiğinizde dışarıdan ilk görünen nedir? 5 vakit ezan okunuyor gürül gürül. Sonra Ramazan ayı girince insanlar oruç tutuyor. Muharrem’de de Aleviler oruç tutuyor ama egemen kültür Sünnilik olduğu için onlarınki pek fazla görülmüyor. Kime sorsan Müslüman’ım diyor. Peki bu gördüğümüz din, Kuran’da geçen din midir? Acaba bu gördüğümüz din, peygamberin Mekke’de anlattığı, Medine’de getirdiği din midir? Acaba bu din değişmiş midir? Aynısıyla devam mı etmektedir? Tüm bunlara ek olarak Türkiye’deki mevcut iktidar Müslümanlık vurgusu yapıyor, İslam’a hizmet etmek için ortaya çıktım diyor. İslam davası bizim davamız diyor. E insanlar da Müslümanlık adına yapılan işlere dönüp bakıyorlar. Ortada korkunç cinayetler, hayret verici hırsızlıklar, iftiralar, sözünde durmamalar, baskılar, zulümler, hak yemeler görüyorlar. Eğer, diyorlar, İslam davası buysa; bu ezanlar bunun için okunuyor, bu camiler bunun için varsa, o zaman ben bu işte yokum! İnsanlar dinden kaçış süreci yaşıyorlar şu anda. Türkiye’de 17 yıldır sanıldığının aksine dindarlık gelişmiyor, geriliyor. Bu olanlar karşısında düşünen zihinler sorgulamaya başlar. Burada da önümüze iki yol çıkar. Din adına yapılanları sorgulayıp dinin aslı, özü, ruhu nedir; ilk çıktığında gerçekte neydi, oraya nasıl ulaşırım diye sorgulamak. Ki bunun birinci kaynağını Kur’an, ikinci kaynağı peygamberin Mekke ve Medine’de yaptıkları. Doğrudan oraya ulaşmaya çalışacağız ki aslını anlayabilelim. Ya böyle yapılacak ya da buraya hiç girmeyip “Bu dini terk edelim. Kendimize başka yol bulalım, seküler bir hayat sürelim. Dini inancı ‘Allah yok din de yalan’ diyerek terk edelim.” denilecek. İkinci yolu tercih edenler de var, birinci yolu da. Ben birinci yolu tercih edenlerdenim. Yani Allah da var, din de var, peygamber de yaşadı, Kuran da elimizde ama işin özü, ruhu bu değil. Bu işte bir yanlışlık var. Bu işin özü Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibidir. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
İSLAMİYET KERBELA’DAN SONRA BİTTİ
Evet, sadece Türkiye’de değil başka ülkelerde de dünyaya bu kadar yayılmış bir dinin geldiği nokta “Gerçek İslam bu değil” denerek eleştiriliyor, sorgulanıyor. İslam’ı sürdürdüğünü iddia edenlerin onu getirdiği bu nokta nasıl aşılacak, ‘gerçek İslam’a ulaşılacak mı?
Tüm dünya tarihinde olan şey İslam tarihinde de olmuştur. Yani bütün dinler ve devrimler acılar ve ıstıraplar içerisinde doğarlar, rahatlık ve konforun içerisinde yok olurlar. Aliya İzzetbegoviç’in sözleridir bunlar. Kendilerini gerçekleştirmeleriyle beraber biterler, statükoya dönüşürler, yalan söylemeye başlarlar, karşı devrime uğrarlar, çarpıtılırlar ve özü gerilerde kalır. Yeryüzünde hiçbir peygamber yoktur ki getirdiği din çarpıtılmamış, değiştirilmemiş, özünden çıkarılmamış olsun. Yeryüzünde hiçbir devrim yoktur ki temel insanlık idealleriyle gerçekleşmeye çalışmış ve fakat yarım kalmamış olsun. Hepsi yarım kaldı: Musa, İsa, Muhammed peygamberlerin söyledikleri karşı devrime uğradı. 5-10 yıl anca sürdü ve değiştirildi. İslamiyet Kerbela’dan sonra doğduğu topraklara gömüldü, hala orada yatıyor. Fransız Devrimi “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” diye başladı; Napolyon’un Mısır’ı işgale girişmesiyle bitti. Rus Devrimi “Dünya emekçileri ve işçileri birleşin; devlet ortadan kalkacak, herkes eşit olacak, zenginlik yoksulluk ayrımı bitecek” diye başladı ama en fazla 5 yıl sonra Lenin’in ölmesi ve Troçki’nin de ülkeyi terk etmesiyle, bana göre, bitti. Çin Devrimi öyle, İran Devrimi öyle… Yeryüzünde adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, daha güzel bir dünya diye başlayan bütün dinler ve devrimler ilk birkaç yıl dünyaya bir şeyler söyleyerek bitmişlerdir. Şimdi biz İslamiyet’i bu kavrayışla, bu tarihsel perspektiften bakarak anlamalıyız. İslamiyet de Kerbela’dan sonra bitmiştir, peygamberin vefatıyla rüzgârı sönmüştür. Ortalıkta gördüğünüz onun karikatüründen başka bir şey değildir. İslamiyet imparatorluklar dinine dönüşmüştür; Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar’a payanda olan bir din! Daha önce de Hristiyanlık Bizans’ın, Mecusilik Sasani İmparatorluğu’nun payandasıydı. Onun yerine geçen din, Müslüman-askeri-tarım imparatorluklarını ayakta tutmaktan, onlara meşruiyet kaynağı olmaktan başka bir işe yaramadı. Padişahlara yaradı, Sultanlara yaradı, toprak ağalarına yaradı; onların manevi zırh yaratıp dinin sağlam duvarları arkasında sömürülerini sürdürmelerine yaradı. Halbuki İslamiyet bunları ortadan kaldırmak için gelmişti. Eğer İslam’ın bütün amaçları gerçekleşseydi zengin yoksul uçurumu 50 yıl içinde bitecekti; ağalık, efendilik, kölelik 50 yıl içinde tamamen kalkacaktı. Kadınlar alınıp satılmayacaktı, kadınlarla erkekler tamamen eşit hale gelecekti. İnsanların rızasına, istişaresine dayanan yönetimler kurulacaktı. Bu yönetimler ceberrut, yukarıdan aşağıya hiyerarşik, baskıcı yönetimler değil daha çok yatay yönetimler olacaktı. Belki de giderek krallık, imparatorluk,devlet dediğin şey ortadan kalkacaktı. Özgür toplumlar yaratılacaktı. Bunların hepsi İslamiyet’in hayalleriydi. Hiç biri gerçekleşmedi. Bunlar başka devrimlerde de vardır. Ben zaten hepsini bir görüyorum, dinleri devrimlerden ayırmıyorum; İsa’yı, Musa’yı, İbrahim’i birbirinden ayırmıyorum. İslam’ın çıkışını, Aydınlanma Dönemi’nin çıkışını, Rus Devrimi’ni, sosyalist devrimleri, İran Devrimi’ni birbirinden ayırmıyorum. Bunların hepsini ortak insanlık akışı içinde bir görüyorum ve devlet oluşuncaya kadar, statüko oluncaya kadarki bütün sloganlarını, özlemlerini benimsiyorum. Fark etmez hangi dilde olduğu. Biri seküler dilde, öbürü din dilinde; biri Rusça’da öbürü Fransızca’da; biri Farsça’da öbürü Arapça’da söylemiş fark etmez. Hepsi aynı özlemleri ifade ediyor ve o özlemler hala boşlukta. Ve maalesef onları savunacak, yeniden canlandıracak, insanlığın gündemine getirecek yeni hareketlere ihtiyaç var.
Peki, bu mümkün mü? Çünkü yaygın olan anlayış sizin karşısında durduğunuz anlayış. Bugün sadece Türkiye’ye baktığımızda bile dinin kendisi yoksullara mı yarıyor, onların mı dini? Yoksa bugün ülkeyi yöneten ceberrutlara mı yarıyor?
Bu hep tarihte de böyle oldu. Mesela gerek İsa, gerek Musa, gerek Muhammed peygamberler zamanında din, geniş yığınları uyuşturmak amacıyla kullanılıyordu. Allah vardı, fakat zenginler tefeci bezirgânlar ve o toplumlara hükmedenler Allah’ı kullanıyordu. Mısır’da mesela Firavun, tanrının yeryüzündeki cisimleşmiş hali olarak görülüyordu. Fakat karşısındaki Musa da Tanrı’nın elçisi olduğunu söylüyordu. Firavun’un Allah’ı ile Musa’nın Allah’ı çarpışıyordu. Kureyş Kabilesi’nin Allah’ıyla Peygamber’in getirdiği Allah çarpışıyordu. Tarihte hep ‘dine karşı din’ olmuştur Ali Şeriati’nin dediği gibi. Dinle dinsizlik savaşmadı hiç. Dindarlarla ateistler tarihte hiç savaşmadı. Savaşlar statükonun dinini, şirk dinini temsil edenlerle tevhit dinini temsil edenler arasında idi. Zenginlerin Allah’ıyla yoksulların Allah’ı hep mücadele etti. Hüseyin de Allah diyordu Yezid de Allah diyordu; Ali de Allah diyordu Muaviye de Allah diyordu; Peygamber de Allah diyordu Ebu Celil de Allah diyordu. Müşriklerin hepsi namaz kılıyordu, oruç tutuyordu, hacca gidiyordu. Şu anki dini ritüellerin hepsini Cahiliye müşrikleri de yapıyordu. Ama sosyal adalet yoktu. Bugün de böyledir ve bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Sanılmasın ki yoksulların Allah’ı bir gün gelecek öbürlerinden daha fazla galip gelecek. Yok! Devletin, statükonun, zenginlerin Allah dediği şey toplumlara egemen olmaya, onları uyuşturmaya her daim devam edecek. Fakat her daim “Allah bu değil!” diyen bir ses de olacak. Yani Ebuzer de olacak, Hüseyin de olacak çeşitli şekillerde. Tarihin diyalektiği, dinsel akışı böyle ilerliyor.
Marx’ı doğruluyorsunuz, “toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” sözünü…
Tabi. O Marx’ın sözü ama onu biraz daha geriye götürsek İbn-i Haldun’un sözünü doğruluyorum. İbn-i Haldun der ki “Tarih Bedevilerle Hadarilerin savaşımından ibarettir.” Dünyanın en büyük Müslüman sosyoloğudur İbn-i Haldun. Bu, Komünist Manifesto’ya “Tarih sınıf savaşımlarından ibarettir.” şeklinde geçmiştir. Zaten İbn-i Haldun’un Bedevi ve Hadari dedikleri yoksullarla zenginlerdir. Üretim araçlarına sahip olmayan, doğayla iç içe yaşayanlarla şehre gelip alet edevat üreten ve üretim araçlarına sahip olanların arasındaki mücadeledir. Şehre gelenlerle şehre önceden yerleşmiş olanlar arasındaki mücadeledir. Bunu söylüyor. Bu doğrudur. Kuran’ın da yaklaşımı budur. Kuran’a göre de zalimlerle (yani hak yiyenlerle) mazlumlar (yani hakkı elinden alınanlar) arasındaki savaşımdan ibarettir. Buna Kur’an-ı Kerim “Hak ile batıl” der. Tevhit ile şirk der, iman ile küfür der. Bunlar bu savaşın değişik şekillerde söylenişidir. Fakat aslolan zalimler ve mazlumlar arasındaki mücadeledir. Bunu zaten bütün dinler söylemiştir. İslamiyet de bunu teyit etmiştir, Marx da bunu söylemiştir, sosyalist devrimler de bu amaçla yapılmıştır. Bunların hepsi aynı çizginin devamıdırlar. Bunlar birbirine karşı olan şeyler değillerdir.
TARİHE BIRAKTIĞIM TEK ESER KURAN’IN EKONOMİ-POLİTİK TEFSİRİ OLACAK
Yeni çıkan tefsir kitabınızdaki ayetlerin sıralamasını, hep bilinen sıralamadan farklı bir şekilde yapmış olmanız bu söylediklerinizle ilişkili olmalı. Çünkü ayetleri kronolojik sıraya göre yani peygambere gönderildiği şekliyle yorumlamışsınız. ‘İslam dini kimin dini?’ meselesinin şifreleri de orada gizli.
Evet, kitap Tefsir Dersleri diye çıkıyor. Biz burada on yıldır tefsir dersleri yapıyoruz. Yapmış olduğumuz bu tefsir dersleri Kur’an-ı Kerim’in ayet ayet açıklaması. Bu tefsir derslerini bir taraftan da yazıya döküyoruz. Birinci ciltte Kur’an-ı Kerim’in ilk 40 suresinin uzun uzadıya açıklaması var. Bir de özeti mahiyetinde “Yaşayan Kur’an” diye tek ciltli tefsirimiz var. Ama bu tefsir dersleri yaklaşık on cilt olacak. Burada yaptığımız dersleri gözden geçirerek kâğıda döküyoruz. Tarihe bıraktığım, ömrümün hasılası olan eser bu olacak. Diğerlerinden farklı olarak yapmaya çalıştığımız şey şu; Kur’an’ın ekonomi politik tefsiri. Biz buna sosyal tefsir diyoruz. Diyoruz ki; bu ayetler kime hitap ediyor? Zenginlere mi yoksullara mı? Bir eleştiri yapılıyor diyelim, bu eleştiri kime karşı yapılıyor? Niye yapılıyor? Bu kimi savunularak yapılıyor? Bu ayetlerin indiği dönemdeki ekonomi politik durum neydi? Yani zenginler kimdi, yoksullar kimdi? Peygamber’in etrafında zenginler mi toplandı yoksullar mı toplandı? Bedir Savaşı, Uhud Savaşı ve Peygamber’in de bizzat katıldığı 27 tane savaş, 63 kez Medine’ye yapılan saldırılar niye oldu? Bu inanç savaşı mı? Allah vardı yoktu savaşıysa iki taraf da Allah’a dua ediyor. Namaz, oruç, hac, zekâtıysa hepsi namaz kılıyor, oruç tutuyor, kırkta bir zekât veriyor. Babayı oğula, kızı anneye, halayı teyzeye düşman hale getiren çok sarsıcı bir şey olmalı. O ne? İşte bu ekonomi politik dediğimiz şeydir. Sınıf savaşı dediğimiz şeydir. Başka hiçbir sebepten dolayı insanlar karşı karşıya gelmediler. İnsanlar inançları ayrı diye birbirleriyle kavga etmediler. Mutlaka dışsal şeyi indirdiğin zaman altından mala davara dokunan bir şey olması lazım. Adamın davarına, deve sürüsüne, tarlasına, küplerinde biriktirdiği dinarlarına, altınlarına dokunan bir şey söylemiş olması lazım. Ve Peygamber ki ona bu düşmanlığı göstermiş olsunlar. Mesela, Ebu Cehil bir keresinde geliyor ve Peygambere diyor ki “Ya Muhammed, iyi güzel konuşuyorsun. Senin bu peygamberlik fikrin fena bir fikir değil, Arapların içinden bir peygamber güzel bir fikir. Bununla Arapları da birleştirebiliriz ve hatta Araplara lider de olabiliriz. Güzellikten bahsediyorsun. Dürüst olalım, doğru olalım diyorsun bunlar da güzel şeyler. Helalinden kazanalım, tamam biz de bunlara katılıyoruz. Allah’a dua edelim, temiz olalım tamam. Ama sende tehlikeli bir fikir var ona katılamıyoruz, katılamayız. Sen diyorsun ki; bu putları terk edin. O putlar ki bizim Kureyş’in ekmek kapısı ve o putları terk ettiğimiz an Kureyş aç kalır. Şimdi putların önüne hediyeler getiriliyor; altın, hurma, deve getiriliyor.” Hacılar gidince bunların hepsini toplayıp ceplerine indirip bölüşüyorlar. “Biz bu kaymağı bırakamayız” demiş oluyorlar. Bu bir yıl boyunca devam ediyor. “Sen diyorsun ki bunu bırakın, getirilenleri yoksullara dağıtın. Aranızda üleşmeyin. Bu iş savaşa kadar varır Ya Muhammed, kılıç çekeriz” diyor. Çünkü rantlarını korumak zorundalar. Onun için savaşıyorlar. Başka da bir sebebi yok. Yoksa adam inançsız değil ki! O da Allah’a inanıyor, o da namaz kılıyor, o da oruç tutuyor, Kâbe’nin etrafında dönüyor “Allahü Ekber Allahu Ekber, Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diyerek. Kâbe’nin örtüsünü değiştiriyor, yıkıyor; onun ekmek kapısı zaten neden terk etsin? İşte Peygamber buraya çomak sokuyor. Onun için onu affetmiyorlar. Onun için Mekke’den Medine’ye göçmek yani kaçmak zorunda kalıyor. Yoksa öldürecekler, suikast düzenliyorlar. Yerine Hz. Ali’yi atıyor. Öyle suikastten kurtuluyor. Ve Medine’ye geliyor, orada kendine göre bir toplum kuruyor. Ama o toplumda 63 kez saldırıya uğruyor. O toplumu bir an önce yok etmek istiyorlar. Çevrenin bütün kabileleri birleşiyor. Arabistan’ın Müslüman olmuş görünen bütün kabileleri “Muhammed öldü, bu iş bitti, zekât vermiyoruz” diye isyan ediyorlar. “Namaz kılmıyoruz, oruç tutmuyoruz, hacca gitmeyeceğiz, cennete cehenneme ahirete inanmıyoruz, Allah’a inanmıyoruz” demiyorlar. Tamam, onların hepsini kabul ediyoruz, hiçbir sorunumuz yok. Ama para vermeyeceğiz, zekât vermeyiz. İhtiyaçtan fazlasını ver diyorsun, olamaz! Develeri ver diyorsun, karılarını boşa bire indir diyorsun. Köleleri serbest bırak diyorsun ya Muhammed, biz bunu yapamayız diyorlar. Ve onun için isyan ediyorlar. Bunların hepsi Müslüman zaten. Bunu kabul etmedikleri için Peygamberi de reddediyorlar. Ve Peygamber vefat ettiği zaman yalnızca 17 kişi gömüyor. Mülk düşmanı öldü, kurtulduk diye dua ediyorlar. Artık diyorlar işi geri kalanlarla hallederiz. Nitekim 50 sene sonra Kerbela’da doğduğu topraklara gömüyorlar. Ve hala da oradan çıkabilmiş değil. O iş bitti orada yani. Şimdi İsa gelse Roma’nın dinine bir baksa, Hristiyanlığa bir baksa, kiliseleri bir gezse şok olur, “Aman beni geri mezara götürün” der. Muhammed dilese gelse baksa; şu camileri bir gezse, Arabistan’a, İran’a, Türkiye’ye gelse, bütün Müslüman beldeleri, İslam âlemini şöyle bir dolaşsa yaşamak istemez. “Beni götürün mezara gömün” der. Aynı şey Lenin için de geçerli, Che Guevara için de. Sosyalizm adına yapılanlara bir baksınlar, hemen mezarlarına dönmek isterler. Bütün şeyler boşa gitmiş, bir arpa boyu yol kat edememişiz derler. Yani tüm bunlar insanlık mücadelesidir, çetrefillidir, uzun yollar kat etmek gerekir.
SARAY İTİBARIMIZDIR SÖZÜ FİRAVUNLARIN, MUAVİYELERİN SÖZÜDÜR
23 Haziran’da yeniden seçimlere gidiyoruz. İktidar şunu söylüyor “Biz kazandık, ama onlar elimizden çaldılar.” Bu çalmak kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi Anadolu’da bir söz var, yavuz hırsız ev sahibini bastırır. Ortada tam bir rezalet var. İptal siyasi baskıyla oldu, hukuki bir gerekçeyle değil. Say say bir türlü 13 binden aşağı inmedi ve bu seçimi kaybettiklerini gördüler. Sonra bir gerekçe ürettiler. Dediler ki “193 tane sandıkta devlet memuru olmayan görevliler var.” Peki bunların oyla ne alakası var? Bu oyla ilgili bir şey değil ki. O zaman YSK şöyle diyecekti “o 193 sandığın yeniden sayılması…” Onlar da toplam 40 bin falan oya tekabül ediyor. O zaman o 40 bin oyu yeniden sayarsın. Bunun seçimi iptal etmekle ne alası var? Seçimi de iptal etmiyor. Sadece belediye başkanlığını iptal ediyor. Gerisi duruyor. Çünkü yukarı böyle istiyor. Yukarı! Yukarı bey var! Yukarı diyor ki “Belediye başkanlığını ne yapıp edip geri almamız lazım, gerisi sorun değil” Önümüzde bir şans var eğer ben bunu geri alamazsam İstanbul Belediye Başkanlığı kaybedilmiş olacak, bütün rantların kaynağı kesilmiş olacak, hızlı bir şekilde parti düşüşe geçecek. Bir taraftan da partiyi parçalamak için iki üç ayrı parti oluşumu bekliyor. Bütün bunlar şimdi İstanbul seçimini bekliyor. Seçimleri kaybettiği an parçalanacaklar, sonra dağılacaklar. Onlar için bambaşka bir süreç başlayacak. Şu ana kadar yapılanların hesabını verme dönemi başlayacak. Hemen bir yıl sonra erken genel seçimler gelecek, Cumhurbaşkanlığı’nı da kaybedecek. Tepe taklak gidecekler ve onlar için zor yıllar başlayacak. Bunu bildikleri için de böyle bir riske girmektense “Şuna bir kez daha asılalım ne olur ne olmaz, bizim için hayat memat meselesi, hukuk mukuk boş ver. Kendi gücümü kullanayım iptal ettireyim” diyorlar. Ama durdurabilecekleri bir şey yok, sadece kısa süreliğine ertelemiş olacaklar. Çünkü 17 yıl geçti, artık zamanın ruhu değişti. Tarihin rüzgârı yön değiştirdi. Artık bu rüzgârı arkalarına almaları mümkün değil. Şimdi rüzgâr başka bir yönden esiyor. Yeni bir nesil geliyor, yeni anlayışlar geliyor. Bunlar köhnedi. Cumhurbaşkanı’nın din anlayışı 1970’li yılların ortaokul imam hatip düzeyidir. Muhafazakâr, mukaddesatçı vesaitinin altında kaba saba bir din anlayışı. Yani benim savunduğum din anlayışıyla nereden baksan arada 50 yıl var. 50 yıl bizim gerimizden geliyorlar. Zaten yaptığımız din yorumlarını da anlamıyorlar. Yeryüzü sofrasında sizi ateistlerden korumaya geldik diyorlar. Biz ona diyoruz ki “biz zaten bu sofraları ateistlerle beraber yapıyoruz.” Şimdi bu iki din anlayışı arasında kaç yıl var? En az 200 yıl var! “Ne ateistlerle birlikte mi oturuyorsun? Nasıl yani?” Ateistin ne olduğunu bilmiyor, oraya nasıl oturulur bilmiyor, bu sofrada ne olur bilmiyor. Yani çok gerilerde, bilinç düzeyi çok altlarda. Dolayısıyla bunun artık Türkiye’yi kucaklaması, yeni nesle cevap vermesi mümkün değil.
Son sorumuzu soralım. İstanbul’a ihanet ettik dediler. Peki savundukları İslam’a ve Müslümanlar’a hakaret?
Bakın, “Saray itibarımızdır” dedi. Bu, İslam’ı kökünden yıkan bir sözdür. Kur’an-ı Kerim’de sarayların altüst edileceğinden, sarayların başlarına geçeceğinden, sarayların çatısız kalacağından, çökertileceğinden bahseder. Şimdi sen kalkıyorsun, saray itibarımızdır diyorsun. Oysa itibar; ahlaktadır, itibar adalettir, dürüstlüktür, doğruluktur. İtibar kimsenin hakkını yememektir. İtibar halkına yalan söylememektir. İtibar ahlaki hasletlerdedir. İtibar gönül zenginliğidir. Sen bunu altüst edip “saray yaptırmak zenginliktir, şatafattır, itibardır” diyorsun. Bu Anadolu halkının değerlerini de ters yüz etmek demektir. Anadolu’da “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz” denir. Temel felsefe buyken sen çoklukla, zenginlikle övünüyorsun; saray itibardır diyorsun. Bu Muaviye’nin, Halife Ömer’e söylediği sözdür. Halife Ömer Şam’ı ziyaret ediyor. Bakıyor ki dev bir saray yaptırmış, Şam’ın her yerinden görünüyor. Yeşil kubbeli beyaz saray, Ak Saray! Muaviye’nin sarayı. Devasa bir karşılama yapıyor Halife Ömer’e. Ömer atından yere iner inmez yerden toprak alıp Muaviye’nin suratına çarpıyor; “Sen bu ümmetin Firavunu mu oldun, bu ne?” diyor. “Ben Medine’de toprak damlı bir evde yaşıyorum, bu ne?” diyor. “Ümmetin parasıyla ne yapıyorsun sen? Biz bunun için mi geldik? İslam bunun için mi dünyaya geldi?” diyerek ona kızıyor. O da karşı tarafı göstererek, Şam’dan Bizans tarafını, yani Anadolu taraflarını, “Efendim karşıda düşman var. Ona karşı itibarlı olmamız lazım. Bütün bunları onun için yapıyoruz” diyor. Bu Muaviye’nin sözü işte. Şam’da yoksulluk diz boyu, insanlar sefalet içerisinde. Onunsa 40 tane hizmetçisi var, 20 tane karısı var, altın ibrikte su içiyor, bir eli yağda bir eli bağda, sarayda şatafat içerisinde yaşıyor. Müslümanların itibarı bu diyor. Bizans’a karşı bizim itibarımız diyor. Bu söz İslam’a ihanettir. Halife Ömer’e, Ebuzer’e, Hz. Ali’ye, Hüseyin’e, Ehl-i Beyt imamlarına, sahabenin tamamına, Peygamberin kendisine ihanettir. Şam’ın neresinden baksan onun sarayı görünüyor. Şam’da yoksul evleri çok ama onun sarayı bir tane. Aslında azınlık o! Yaygın olan onun görüşü değil ki. Onlar güçlü oldukları için çoğunluk gibi görünüyorlar, diğerleri zayıf oldukları için azınlık gibi. Kalabalık ama azınlık. Tıpkı bugün gibi…