Hülya Osmanağaoğlu: Bütün iktidarlar erkek egemendi ama şimdi kazanımlarımıza doğrudan saldırı var

Hülya Osmanağaoğlu ile AKP iktidarı boyunca kadınların kazanımlarına dönük saldırıları, cinsiyetçi ve kadın düşmanı politikaları, patriarka ile kapitalizmin kadın emeği üzerindeki sömürüsünü ve feminist mücadeleyi konuştuk. 

Türkiye’de kadın hareketinin uzun yıllardır var olan bir mücadele süreci var. Ancak kadınları aile ve annelik üzerinden değerlendiren cinsiyetçi, kadın düşmanı politikalar ne zamandan beridir konuşuluyor?

Aslında bu sürece 2000’lerden başlamak gerekiyor. 2001’de DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde Medeni Kanun’da değişiklikler oldu. Edinilmiş mallara ortaklık yasası çıktı. Yani evlilik sürecinde edinilen mallar erkeğin resmi olarak üzerinde gözükse bile ayrılma aşamasında bu malları ortak saydılar. Bu da kadınların görünmeyen emeğini bir miktar görünür kılmış oldu. Kadınlar evde saçlarını süpürge ediyordu, çocukları büyütüyordu ama 20 yıl sonra boşanma olduğunda kadınlar 20 yılın sonunda o evliliklerden mülksüz olarak çıkıyorlardı. Çünkü her şey resmi olarak erkeklerin üzerineydi. Bu, kadınların ev içinde harcadıkları emeğin karşılıksız olduğunun somut ifadesiydi. 2001’le beraber bu yasa değişti. Bu da 80’lerin ortasında Türkiye’de yükselişe geçen feminist mücadelenin kazanımlarıyla bağlantılı bir süreçti. Bir yanıyla da hiç kuşkusuz Avrupa Birliği süreciyle bağlantılıydı. Zaten Avrupa Birliği süreci dediğimiz şey de Batı’daki feministlerin kazanımları üzerinden elde ettikleri sonuçlardı. Onun için bir bütün halinde Türkiye ve dünyadaki feminist hareketin etkileşiminin, mücadelesinin geldiği aşamanın kazandırdıklarıydı. Ardından AKP iktidarıyla birlikte gelen 2004’teki zina yasasındaki değişiklik. Aynı dönemde ‘namus/töre’ cinayetlerine ilişkin değişiklik gündeme geldi. Bunlar da aynı şekilde belli bir sürecin hem Türkiye’deki feminist mücadelenin kazanımları hem de aslında dünyada erkek şiddetine karşı kadınların mücadelesinin aldığı, geliştirdiği önemlerin bir sonucuydu.  

Peki saldırılar hep zina-namus-töre şeklindeki geleneksel ahlak temelinde mi ilerledi?

Şimdi tam bu dönemde, 2004’ten sonra, kadın emeğine dönük saldırıların ve politikaların öne çıktığını gördük. Neydi bu, ‘neoliberalizme tam uyum’du. Bunun dışa dönük yüzünde kadın istihdamını arttırma vardı. Klasik bir laf vardır modernizmle ilgili. “Kadınlar ekonomik özgürlüklerini elde ettiklerinde erkek baskısından azade olurlar.” Benim neslimde annelerimiz bizi okutmak için çok uğraştı. Hala da anneler kızlarının kaderleri kendilerinden farklı olsun; okusunlar, işleri olsun, meslek sahibi olsunlar diye uğraşır.

İşte AKP’nin bu politikasının belirginleştiği süreç kadınların ucuz emek olduğu süreç. Yani eğitimli, nitelikli emeğe yönelik kadın istihdamını artırma politikası değil ucuz emek politikası. Niteliksiz, süreksiz, güvencesiz, düşük ücretli çalışmaya dönük politika. Bu politikayı gündeme getirdiklerinde ilk söyledikleri şey “İş ve aile yaşamını uyumlaştırarak kadın istihdamını artırmak”. Tam da bu dönemde, 2000’lerin ortasında, feminist hareket olarak iş ve aile yaşamını uyumlulaştırmak denilen politikanın, kadınların ücretli emek gücüne katıldıklarında ucuz ve niteliksiz emek olarak kullanılacağını, güvencesiz çalıştırmayla da birlikte aslında iş yükünün artması anlamına geldiğini söyledik. Yine aynı şekilde parça başı esnek çalışma, evden çalışma, yarım zamanlı çalışma gibi şeyler kadınları hem güvencesiz hem de ucuza çalıştırmanın politikasıydı.

İkincisi, aile yaşamıyla iş yaşamının uyumlulaştırılması, kadınların ev içindeki bütün işlerin yani çocuk bakımı, yaşlı bakımı, ertesi güne emek gücünün yeniden hazırlanmasının tüm sorumluğunu kadınların üstlenmesini anlatıyordu. Halbuki soyut bir eşitlik anlayışı bile erkeğin ‘yardım ettiği’ modern bir aile anlatırken AKP’nin anlattığı aile kadınların ev içindeki bütün işleri üstlenip bir de üstüne ucuz emek olarak çalışması. Zaten o kadar işi kadınlar üstlendiklerinde ücretli istihdama katılımları evde parça başı iş yapmak şeklinde mümkün olabiliyor.

Biz feministler, aile politikası dediğimiz şeyin riskleri ve bunun kadınların hayatına nasıl döneceği konusunda dikkat çektik. O zamana dek genelde erkek şiddetiyle kadın emeğine ilişkin politikalar bağımsız gibi ele alınırdı. Ancak erkek şiddeti ve kadın emeğinin birbiriyle nasıl bağlı olduğu 2000’lerin ortasından itibaren daha fazla söylenmeye başladı. Çünkü feminist mücadelenin kadınlara sağladığı bilinç yükseltme durumu var. Kadınlar artık aile içinde şiddetin kader olduğuna inanmıyor. Erkek şiddetinin meşru olduğunu kabul etmiyor. Boşanma oranlarında çok yüksek bir artış olmadı ama erkek şiddetine maruz kaldıklarında boşanmanın meşru olduğu fikri yaygınlaştı. Kadınlar, erkek şiddeti karşısında “Ölene kadar katlanırım” demeyi bırakıp boşanmanın bir alternatif olduğunu ortaya koydular.

25 Kasım’da devlet sadece kendisi için erkekler için de önümüzü kesti”

Erkekler ne yaptı bu isyan ve karşı koyma karşısında?

Erkek şiddetinin niteliği yükseldi. Ne yaptı? Kadın cinayetleri daha fazla gündeme gelmeye başladı. Kadın cinayetleri en yaygın olarak boşanmak isteyen kadınların üzerinden gerçekleşiyor. Şimdi tam bu noktada sürekli olarak aileyi korumayı ve ücretli emek sürecine katıldıklarında bile ailedeki sorumluluklarını devam ettirmelerinin şart olduğunu anlatan AKP iktidarı, patriarka ile kurduğu ittifakta, kadın cinayetlerinin erkekler nezdinde meşrulaşmasının önünü açtı. Çünkü kadınlara biçilen birinci görev -kadın emeği politikası ile beraber düşünürsek- evdeki sorumluluklarını aile içinde anne-eş olarak yerine getirmek şeklinde belirlendi ve sürekli bunun propagandası yapıldı. Bu propagandanın şiddete başladığındaki boyutu aileden çıkmak isteyen, ev içinden çıkmak isteyen, kocalardan boşanmak isteyen kadınların öldürülmesinin erkek egemenliğinin baskısıyla erkek zihniyetlerinde meşrulaşması sonucunu doğurdu. AKP politikaları, bir yanıyla erkek şiddetini meşru buluyor. 25 Kasım’da devlet sadece kendisi için değil, erkekler için de önümüzü kesti.

25 Kasım öncesinde, Tünel Meydanı’nda Mağdur Babalar adıyla erkekler yürüyüş yapmıştı. Boşanmalar zorlaştırılsın, nafakaları ödemekten bıktık söylemleriyle eylem yaptılar. Tam da aynı yerde, 25 Kasım’da erkek devlet şiddetine karşı bir araya gelen kadınların önü kesildi. Bu bir tesadüf değil. Eylemi yapan erkekler doğrudan AKP’li gibi gözükmeseler de bunun AKP’nin politikası açısından ayırt edici bir yanı var. Kadınları evliliğe mahkum edip boşanılsa bile nafaka hakkından mahrum etmek isteyen erkeklerin önünün açıldığı meydanda, erkeklere ve erkek devlet şiddetine karşı yürüyen kadınların önü kesildi. Bu aslında AKP’nin siyasetinin nereye yöneleceğinin göstergesi. 2011 seçimlerinden hemen önce Kadın ve Aile Bakanlığı’nın adı değişti, Aile Bakanlığı oldu. Bu basit bir isim değişikliği değil, yıllardır anlatıyoruz. Kadını değil, aileyi koruyacak. Zaten 2011’den itibaren somut olarak agresif, kadınlara yönelik düşmanca, saldırgan politikayla aileyi korumaya yöneliyorlar. Biz de feministler olarak diyoruz ki aileyi korumak demek; kadınlar için daha fazla ölüm, daha fazla şiddet ve daha fazla yoksulluk demek. ‘Aileyi koruma’nın bir başka yüzü de daha fazla heteroseksizm, homofobik baskı ve trans cinayeti demek; aileyi toplumun norm örgütlenmesi olarak ele almak demek. Bunun bir adım sonrası kürtajı yasaklama girişimiydi ve aslında bütün kadın hareketi buna çok güçlü ses verdi. Evet, AKP’nin önünün kesilmesi açısından Gezi bir milattır ama ondan önce 2012’de kürtajın yasaklanmasını yasal olarak becerememesi AKP’nin kadın hareketi karşısındaki yenilgisiydi. Bunun karşısında doğrudan değil ama dolaylı yollarla yasaklamaya çalıştılar. Şimdi kamu hastanelerinde kürtaj, neredeyse, imkansız hale geldi. Yine de kürtajın yasal olarak hak olması, olmazsa olmaz. Hiç olmamasıyla arasındaki farkının sonuçlarını Arjantin’de,  Şili’de, Polonya’da görüyoruz.

Yani siz toplumsal dönüşüme karşı tepkinin Gezi’den önce kadınlar tarafından dile getirildiğini ve sokaklara çıkıldığını söylediniz. O halde AKP bu toplumsal dönüşümü nereden başlatmış oldu?

AKP, toplumsal dönüşümde ailenin öneminin farkında. Mesela iki sene önce gündeme geldi; şimdi yeniden gündeme getirdikleri ‘tecavüzcülerle kız çocuklarını evlendirme’. Evlilik olursa o evliliğin öncesinde ve sonrasında gerçekleşen erkek şiddeti meşrudur demektir, erkek tecavüzü meşrudur demektir. İki sene önce geri püskürttük, şimdi seçim dönemi geldiğinde aslında feminist hareketin karşısında attıkları geri adımların rövanşını alıyor gözükmek istiyorlar. Bir yanıyla da seçim yatırımı yapıyorlar. Yalnız şunu gözden kaçırmamak lazım: son dönemde AKP’nin yandaş medyasında kimi yandaş kadın yazarlar tarafından bile sürekli “bu feministlere çok taviz veriliyor, istediğimiz gibi dinimize uygun aileler kuramıyoruz” söylemleri dile getiriliyor. Bunlar elbette güdümlü yazılar. Bu yazıların bir karşılığı olarak da bu ‘tecavüzcüyle evlendirme yasası’ yeniden gündeme geldi. Çünkü seçimlere giderken kendi tabanına her açıdan ayaktayım imajı vermek istiyor. Belediyelere kayyum atarız diyerek, arkadaşlarımız Gülten ve Sabahat’a ceza vererek Kürt sorununda savaş politikasıyla tamamen devam ediyoruz mesajını Kürt halkına veriyor; feministlere ve kadın hareketine de bu yasayı yeniden getirme mesajı veriyor. Diğer yandan havaalanı işçilerinden başlayarak işçi grevlerini yasaklayarak devam ediyor. Yani hem kendi tabanına hem işçi sınıfına hem Kürt halkına hem de kadınlara yönelik düşmanca politikalara devam ediyorum mesajı vermenin bir parçası olarak ‘tecavüzcülerle evlendirme’yi gündeme getiriyor.

2017’de kadınlar meclisin önüne gitmişti bu yasaya itirazlarını dile getirmek için. Hatta kendi tabanlarından da karşı çıkıldı bu yasaya. Tekrardan gündeme getirmesi kendi tabanındaki kadınlar için de hiçbir şey ifade etmiyor mu? AKP’ye oy veren kadınlar da tepki verebilir.

Kuşkusuz hiçbir kadın “Ben AKP’ye oy veriyorum, onun için benim kızıma da komşu adam tecavüz ederse evlendireyim gitsin” demez. Bu yasa gündeme geldiğinde referandum zamanıydı. AKP açısından bunun bir oy getirisi ya da götürüsü yoktu. Ama mesela kürtaj yasasında oy kaybı olacağını da gördüler. Mesele sadece modern kadın, Müslüman kadın, inançlı kadın, seküler kadın meselesi değil. Kendilerine yönelen erkek saldırılarının karşısında AKP’ye oy veren kadınların da tepki gösterebildiğini gördüler. Ama şimdi yerel seçimler döneminde şöyle bir şey var; AKP’nin yerel seçim politikası, sadaka üzerine kuruludur. Bunca yoksulluk varken, sosyal devlet olmadığı için belediyeler üzerinden sadaka politikasını toplumsallaştırdılar. Böyle düzenlemeler AKP tabanındaki kadınları oy vermekten alıkoymayabilir. AKP, ideolojik mücadelenin parçası olarak bu işi konumlandırıyor. Bu yerel seçimler muhalefet açısından AKP’nin faşizmi kurumsallaştırılmasına karşı bir referanduma dönüştürülüyor;  ama bir yandan da AKP’nin kadın seçmenleri açısından sosyal devletin olmadığı bir yerde bu yerel yönetimlere kadınların ihtiyaçları var. Bunu da anlamak lazım. Hani referandumda şey falan konuşuluyordu ya, kadınların ‘Hayır’ları daha fazla diye. Çünkü öyleydi. Ama yerel seçim dediğimizde başla şeyler gündeme geliyor. Tam da bu saldırıların olduğu süreçte bir yandan boşanmayı zorlaştırma, İstanbul Sözleşmesi’ne rağmen boşanma sürecine arabuluculuk sokma, nafakayı sınırlandırma/kısıtlama; diğer yandan konuştuğumuz tecavüzcü adamlarla kız çocuklarını evlendirme girişimlerinin hepsini bir arada düşünürsek bunlar artık bizim doğrudan hayatımızı ve -yani bu ‘kurumsallaşan faşizm’ diye tarifleniyor- sadece kamusal alanda değil özel alanda da kadınların bütün kazanımlarını gasp etmeye yöneliyorlar. Yani aslında 25 Kasım’da kesilen önümüz evde de erkek şiddetine karşı vereceğimiz tepkide önümüzün kesilmesi anlamına geliyor. Boşanmaya ara bulucu getirmek, boşanma komisyonu raporlarıyla boşanmaları zorlaştıracak tedbirler almak demek kadınların fiilen erkek şiddetine daha fazla maruz kalmasını ve ses çıkaramamasını sağlamaya yönelik. Bunun başka versiyonu nafakayı sınırlandırmak. Tek başına geçimi sağlamaya yetmeyecek, yıllarca o erkeklerin hizmeti sebebiyle ücretli işte çalışamayıp şimdi onu bir miktar tazmin etmek amacıyla elde ettikleri üç kuruş geliri yok ederek kadınları erkeklere bağımlı hale getirmek, boşanmayı imkansızlaştırmak anlamına geliyor. “Aile her şeydir”. Ailenin her şey olarak kalması için de kadınların o ailede erkekler tarafından daha fazla ezilmesini mümkün kılmak gereklidir AKP için.

Tanıdığımız kadınlar ölüyor”

Peki AKP’nin önceki iktidarlardan farkı ne?

Bildiğimiz klasik bütün iktidarlar ve rejimler yeni bir toplum inşa ederken kadınlara bir rol biçer. Modernizm de bunu yaptı. Osmanlı’dan çıkarken soyut bir kadın-erkek eşitliği söylemi üretti ve yine kadınlara annelik rolünün devamını ön gördü. Biz şunu biliyoruz; 1987’de dayağa karşı yürüyüşün yapılmasının nedeni memleketin seküler hakiminin “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” demesiyle oldu. Modernizm’in üstüne feminist hareketin kazanımları da eklenince aslında ev içinde kadın erkek dengesi değişti. Feminist mücadelenin kazanımları, demin de dediğim gibi, kadınların erkek şiddetini kabul etmeyip boşanmasını mümkün kıldı. AKP de şimdi doğrudan kendinden önceki iktidarlardan farklı olarak ailenin içine elini uzatıyor ve kadınların elini ayağını bağlamaya çalışıyor. Erkekleri serbest bırakarak. Hani denir ya taşları bağlayıp kurtları serbest bırakmak-köpekleri demeyeyim türcü olmasın- aynen bunu yapmaya çalışıyor. Çünkü kendi inşa edeceği dindar ve kindar nesilleri yetiştirmek açısından kadınların itaat ettiği bir aile modeline ihtiyaç var. Evet, bütün iktidarlar erkek egemendi ama eskisinden farklı olarak kazanımlara doğrudan bir saldırı söz konusu.

Feminist mücadeleyle kazandığımız haklarımızı elimizden almaya çalışan AKP’nin politikalarına karşı 5- 6 Ocak’ta 164 kadın ve LGBTİ+ örgütünün çağrısıyla Türkiye Kadın Buluşması gerçekleşti, siz de oradaydınız. “Haklarımızdan da hayatlarımızdan da vazgeçmiyoruz” şiarıyla buluşulmuştu. Siz bu buluşmayı  nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, 5-6 Ocak konuşmaya başladığımızdan beri anlattıklarımdan dolayı haklarımızdan ve kazanımlarımızdan vazgeçmeyeceğiz diye kendini ifade etti. 800 kadın bir araya geldik ve değişik şehirlerde aslında hem sorunlarımızın aynı olduğunu hem de direniş yöntemlerimizin artık çok benzeştiğini gördük. Yani artık bir sürü şehirde ve ilçede kadınlar gerçekleşen kadın cinayeti davalarını takip ediyorlar çünkü hepimizin yanımızdan yöremizden kadınlar ölüyor. Tanıdığımız kadınlar ölüyor. Boşanmaya çalışırken, nişanlılarından ayrılmaya çalışırken ya da evdeki erkek şiddetiyle ölüyorlar. Biz 5-6 Ocak’ta hem beraber sesimizi yükselttik hem de sorunlarımızın ve direniş yöntemlerimizin ortaklaştığını gördük ve bu direniş yöntemlerimizi daha fazla ortaklaştırmak üzerine bir kararlılıkla çıktık.

Türkiye kadın hareketi açısından 5-6 Ocak tarihi uzun bir süre konuşulacak gibi görünüyor. Birkaç gün sonra 14 Şubat olacak. Bu tarihin kadınlar açısından yeni bir anlamı var: öldüren sevgi istemiyoruz.

27 Ocak’ta Kadınlar Birlikte Güçlü’nün İstanbul toplantısı yapıldı. Birincisi, demin bahsettiğim, 5 Şubat itibariyle Meclis’e gelme ihtimali olan tecavüzcülerle kız çocuklarını evlendirme/cinsel istismarda af yasasına karşı “Aklınızdan Geçirmeyin Meclis’e de Getirmeyin” başlığında kadınların örgütlü bir biçimde nasıl karşı koyacağını gösterdik, gösteriyoruz. İstanbul üzerinden örgütlenecek bir başka eylem ise 14 Şubat eylemi. Üç senedir bir şekilde gelenekselleşti. Çünkü 14 Şubat öyle bir hale geldi ki bir şekilde sevginin ve aşkın alınıp satılırlığını konuşur olduk. Kadınların emeğini, mücadelesini, direnişini yok sayan bir sevgi anlayışıyla gündeme gelir oldu. Yani ‘Evde dayak attığınız kadınlara bir tek taş götürün, sizi affetsin’ haline geldi. Kadınların mücadelesi, direnişleri, onurları satın alınamaz. Biz bize bahşedilen hediyeleri değil eşitlik istiyoruz. Aşkta da eşitlik istiyoruz, evde de eşitlik istiyoruz. Ayrıca sevgi ve aşk kavramının sadece evlilikle sonuçlanacak bir heteroseksüel ilişkiyle tanımlanmasını doğru bulmuyoruz. LGBTİ+’ların aşklarının özgür olmadığı yerde evlilik içerisinde kadınla erkeğin aşkının ve sevgisinin de kadınların özgürlüğü temelinde yükselemeyeceğini düşünüyoruz.  Aile-aşk-sevgi masallarının yükseldiği dönemde “Öldüren sevgi istemiyoruz, eşitsiz aşka da eşitsiz yaşama da hayır” diyerek sokaklara döküldük. Erkek egemenliğinin meşruluğundan aşk ve sevgi çıkmayacak. Ayrıca 8 Mart yine yerel seçimler öncesine denk geliyor. Bu 8 Mart, kadınların AKP iktidarına nasıl direndiklerinin ve nasıl geri adım attıracaklarının göstergesi haline gelecek. Değişik illerde değişik biçimlerde kutlanıyor 8 Mart. İstanbul’da muhtemelen yine bir miting örgütlenecek. Geçen seneki feminist gece yürüyüşünde 70 bin kadar kadındık, bu sene daha kalabalık olacağımıza inanıyoruz. Erkek egemenliğine, patriarkaya karşı mücadeleyle sokaklarda olacağız.