Dünya Elden Gidiyor mu? – Necdet Pekgöz
Tam da bu duruma hazırlıklı olup, yerel dinamikleri aktif tutabilmek, yöre insanının kendi doğasına sahip çıkmasının önündeki engelleri kaldırmak, hatta destek olmak tüm ekolojistlere, gelecekle ilgili hayalleri olan herkese düşen bir görev olarak karşımızda duruyor.
İzmir üç günde bir aylık yağış aldı ve tabi sel haberleri, su baskınları, çöken yollar ile gündeme geldi.
Rakamlara bakınca gerçekten de üç günde bir metrekareye 220 kilogram yağış düşmüş. Geçen sene ocak ayının toplamında düşen yağıştan (190 kg/m2) fazla olduğu görülüyor.
Böylesine anormal doğa olaylarının ardından genellikle yetkililer bunun bir afet olduğu, sonuç olarak yaşanan felaketlerin de böylesine bir afet sonrası gerçekleştiği için elden bir şey gelemediğini ifade ederler.
Belki de çoktan sorulması gereken, aslında ekoloji ile ilgilenen herkesin sık sık sorduğu, bazı soruları sormanın zamanı geldi de geçiyor. Böylesine şiddetli doğa olayları gerçekten ‘anormal’ sayılmalı mı? Ya da bunlar gerçekten beklenmeyen olaylar mı?
Doğası hoyratça tahrip edilen dünyanın, karbon salınımları ile tepemizde bir yorgan gibi büyüyen sera etkisinin beklenen tepkileri değil mi bunlar?
Ormanları talan edilen, yer altı kaynaklarını yağmalamak için durmadan kazılan, daha doğrusu deşilen toprakları ile sırf birileri biraz daha dolar milyarderi olsun diye yok edilen doğasıyla dünya bize hesap soruyor olamaz mı?
Trump’ın daha başkan olmadan söylediği, başkan olunca da hayata geçirmede hiç tereddüt etmediği Kyota Anlaşması’nın iptali ile bir kere daha arkasından bıçaklanan dünyamız her fırsatta yapılanların faturasını ödetmeye çabalıyor olamaz mı? Neo-liberal yağmacılığın geldiği bir aşama değil mi bütün bunlar?
Konu sadece Türkiye değil ebette. Yaşadıklarımız ya da felaketlerimiz küresel dünyamızın global finansörlerin çıkarları uğruna yağmalanmasında geldiği son nokta. Ama bizim buralarda da hiç boş durulmuyor. Doğa talanında son derece gelişmiş(!) ülkeyiz.
Karadeniz Otoyolu ile derelere set çekme kurnazlığının bedelini her yıl defalarca sel haberleri ile ödüyoruz.
Marmara Kuzey Otoyolu adı altında yok edilen ormanların, katledilen doğanın hesabı yaz aylarında kuraklık, kış aylarında sel olarak bize dönüyor, dönecek.
Gediz, Menderes havzaları başta olmak üzere JES’ler (jeotermal santraller) ile en bereketli tarım alanlarımızı ellerimizle yok etmiyor muyuz?
Her yere RES (rüzgar elektrik santralleri) kuracağız diye dağa taşa yol yapmak için ağaçları katletmiyor muyuz?
Toprağına, doğasına sahip çıkanların üstüne jandarmalar salıp; izinsiz, ruhsatsız yapılaşmaları korumuyor muyuz?
3. Havalimanı adı altında devasa bir alanı bir yandan işçi mezarlığına çevirirken diğer yandan da göçmen kuşlara, siz başka taraftan uçun, demiyor muyuz?
Daha geçenlerde 3. Havalimanı’nın şantiyelerini su bastı. Doğa mesajını gönderiyor, görmek isteyen, duymak isteyenlere net şekilde tavrını gösteriyor. Dinleyen, gören var mı?
Deprem konusunda aramızda inandırıcı bir önlem alındığını düşünen var mı? Deprem sonrası toplanma alanlarından elde kaç tanesi kaldı? Kentsel dönüşüm adı altında aslında “rantsal dönüşüm” ile cep doldurma çalışmalarından başka bir işlem yapılıyor mu?
Hep daha çok talan edelim diyerek sonunda dünyanın yok edileceğini görmek için illa sömürülen mi olmak gerekli? Sömürenler ellerindeki milyar dolarları yok olan dünyanın neresinde harcamayı düşünüyorlar? Dünya yok olursa, geriye ne kalır? Bu soruyu bile kendilerine sormaktan acizler mi?
Okyanuslardaki ısınmanın beklenenin üstünde olduğu konuşuluyor. Ölçümler ne yazık ki beklentilerin üstünde kötüye gidişi işaret ediyor. Kutuplarda buzul kalmayacak yakında. Bir çok canlının soyu tükenme riski ile karşı karşıya.
Artık çanlar talancılar yüzünden hepimiz için çalıyor. Ne yazık ki ekolojimize sahip çıkmazsak hiç bir şeyimiz kalmayacak.
Liste uzar gider, asıl soru bu durumda ne ve nasıl yapılması gerektiğidir. Ekolojiyi koruyalım, doğamıza sahip çıkalım, bunlar güzel sözler. Ama nasıl? Nasıl sahip çıkalım? Nasıl koruyalım?
Doğayı korumayı, poşeti ücretli yapma seviyesinde anlayanların bu işi kıvıramayacakları ortada.
Birçok öneri geliştirilebilir, birçok yol önerilebilir. Bundan kuşkum yok. Ama asıl önemlisi önerilerin hayata geçirilmesi olmalı. Bunun da bence en ideal yolu katılımcılığı, yerelde örgütlenmeyi güçlendirmekten geçiyor.
Yerelde örgütlü, yerelin sorunlarını bilen kitlelere ihtiyaç olduğu ortada. Aslında bunun örneklerini de son günlerde görüyoruz. Salihli’de JES karşıtı direnenler, başta kadınlar olmak üzere çok saygın bir iş çıkardılar. Topraklarına doğrudan zarar vereceğini düşündükleri JES’i en azından şimdilik durdurmayı başardılar. Gerçi önceki deneyimlerden de biliyoruz ki şimdilik durmuş gibi yapanlar kılık değiştirip tekrar şanslarını deneyecekler ve o JES’i kurmak için farklı yolları zorlayacaklardır.
Tam da bu duruma hazırlıklı olup, yerel dinamikleri aktif tutabilmek, yöre insanının kendi doğasına sahip çıkmasının önündeki engelleri kaldırmak, hatta destek olmak tüm ekolojistlere, gelecekle ilgili hayalleri olan herkese düşen bir görev olarak karşımızda duruyor.
Yok olmadan önceki son çıkışa yaklaştığımızı görebiliyor muyuz?