Mehmet Şimşek programı: Emek düşmanı bir iktisat mühendisliği

Eskiden işçiler, ev sahibi olmayı hedeflerdi. Şimdi ev hayali bir yana, ancak borçlanarak araba alabildiklerine şükrediyorlar. Kredi kartı ve taşıt kredisiyle “araba sahibi” olmak, gerçekten cebinde para olanların lüksü değil; borç yükü altındaki milyonların çaresizliği gibi duruyor.

Mehmet Şimşek programı 2023 sonrası Türkiye’de uygulanan, IMF reçetelerini aratmayan bir kemer sıkma modeli. Bu modelle asgari ücret, memur maaşı, emekli aylığı ve tarımsal destekler âdeta kâğıt üzerinde eritiliyor. Nasıl mı? Hedeflenen enflasyona göre belirlenerek gerçekleşen enflasyonun çok altında kalıyorlar. Sonuç ortada: Gelir dağılımı sistematik biçimde emeğin aleyhine, sermayenin lehine şekillendiriliyor. Çalışanlar açlık sınırına yaklaşırken büyük sermaye kesimleri kârlarını katlıyor. Bu bir tesadüf değil, bilinçli bir tercih.

Borç toplumu ve görünmez zincirler

“Borç, modern köleliğin en görünmez zinciridir.”

Türkiye, bir borç girdabının içinde. 23 milyon icra dosyası! Bu kuru bir istatistik değil; markette kasada “yetersiz bakiye” uyarısıyla yüzü kızaran bir babanın, faturasını yatıramadığı için mum ışığında ders çalışan bir çocuğun, ev sahibinden köşe bucak kaçan bir gencin dramı. Her dört kişiden biri haciz tehdidiyle yaşıyor, her nefes borcun görünmez zincirleriyle bağlı.

Bankaların “ödeyemiyorsan yeniden yapılandıralım” şefkati, aslında son nefesimizi ipotek altına almaktan başka bir şey değil. Peki ya trafik cezaları? Devletin yeni “vergi matkabı” olarak çalışıyor! 2025’in ilk dört ayında kesilen 53.5 milyar lira ceza trafik güvenliği mi sağlıyor, yoksa direksiyon başında bile uzanılan bir soygun şovu mu? Bir yanda “enflasyonla mücadele” nutukları, diğer yanda vatandaşın cebine inen radar sopası. Kırmızı ışıkta bile yakalanırsın, çünkü “hazine aç” ve sen “taze nakit”sin!

Devlet, bankalara milyarlarca faiz öderken vatandaşı 50 liralık cezayla icraya sürüklemekten çekinmiyor. Sermaye vergi cennetlerinde güneşlenirken yolda 5 km fazla hız yaptın diye “hazineyi kurtaran kahraman” ilan ediliyorsun! Bir ülkede trafik cezaları sosyal politikanın yerini aldıysa, ortada trajikomik bir durum vardır. Gülelim mi ağlayalım mı?

Reel sektör: “Büyüyoruz” masalı

“Ekonomi büyüyor” iddialarına rağmen TOBB verileri acı gerçeği gözler önüne seriyor: 2025’in ilk yarısında konkordato başvuruları %240 artışla rekor kırdı. Bu artış, ekonomik politikaların reel sektör üzerindeki yıkıcı etkisinin matematiksel kanıtıdır.

Yapısal krizin üçlü kıskacını şöyle sıralayabiliriz. Enerji maliyetleri: Sanayi elektrik fiyatları son bir yılda %148 arttı (EPDK verileri). Finansman maliyetleri arttı. KOBİ’lerin kredi faizleri %45-60 bandında seyrediyor (TBB raporu). Talep daralması, reel ücretlerin %32 erimesi tüketimi dibe vurdurdu (TÜİK).

Şimşek programının “faiz artırımı” odaklı politikaları bu üçlü kıskacı daha da derinleştiriyor. Merkez Bankası’nın %50 faiz politikası enflasyonu dizginlemek yerine reel sektörün nefes borusunu tıkıyor.

Sosyal etki analizi: Her konkordato başvurusu ortalama 75 kişinin işsiz kalması anlamına geliyor (TESK verileri). İşten çıkarmalarda kıdem tazminatı ödemeleri %67 azaldı (Çalışma Bakanlığı verileri). Kayıt dışı istihdam oranı %46’ya ulaştı (DİSK-AR raporu)

Ekonomik modelin işleyiş mantığı çarpıcı bir şekilde ortada. Kamu bankaları büyük sermayeye ucuz kredi sağlıyor. KOBİ’ler yüksek faizli kredilerle ayakta kalmaya çalışıyor. İflas eden işletmelerin işçileri sosyal güvencesiz çalışmaya mahkûm oluyor.

Hükümetin sunduğu “esnek çalışma” modeli, sorunu çözmek yerine emekçilerin hak kaybını kurumsallaştırıyor. İŞKUR verilerine göre, yeni yaratılan istihdamın %83’ü güvencesiz ve düşük ücretli işlerden oluşuyor.

Bu tablo karşısında “ekonomik istikrar” iddiaları, reel sektör verileri ve emek piyasası göstergeleriyle çelişmektedir. Rakamlar, uygulanan politikaların emekçiler aleyhine işleyen bir mekanizma yarattığını matematiksel kesinlikle ortaya koymaktadır.

Çöken sosyal devlet: Sağlık ve güvencede yıkım

SGK’nın bütçesi yatırımsızlık ve desteksizlikten zor durumda.

Devlet hastaneleri tıklım tıklım, özel hastaneler ise gelir kaybı yaşayan halk için lüks bir rüya. Peki, bu kalabalığa uygun yatırım var mı? Tabii ki yok! Muayene desen, bir maraton; tedavi imkânı desen sanal kuyrukta sabır testi. Hastaneler dolup taşarken doktorlar tükenmişlikten, hastalar çaresizlikten bitap.

Hükümetin çözümü ne? “Tasarruf tedbirleri!” Kulağa ne kadar havalı geliyor, değil mi? Ama bu tasarruf, nedense sarayın lüks araç filolarına, şatafatlı davet sofralarına, betona gömülen mega projelere dokunmuyor. Onun yerine, vatandaşın cebine vergi iğnesi batırılıyor. Sosyal devlet mi dediniz? O artık “sen sağ kal da, nasıl kalırsan kal” devri!

SGK’nın açıklarını kapatmak için vergi sopasını vatandaşın kafasına indirmek yerine, israfın asıl kaynaklarına bakalım. Lüks araçlar yerine ambulans, şatafatlı davetler yerine hastane yatağı, betona gömülen paralar yerine sağlık personeli istihdamı. Gerçek tasarruf, halkın damarına enjekte edilen yüklerden değil, gereksiz harcamaların kökünü kurutmaktan geçer.

Ege’deki orman yangınları kader mi?  Sarayın 1 uçağı satılsa 300 tane yangın uçağı alınır. Bu mudur kadercilik? Ey sosyal devlet! Övünülecek bir şeyin kaldıysa, çık ortaya! Yoksa, hastane koridorlarında yankılanan çığlıklar, bir gün sarayın kapısına dayanır. Çünkü bu halk, ne umutsuzluğa ne de çaresizliğe boyun eğer. “Sosyal devlet kimin umurunda?” Cevap basit: Bizim, yani halkın!

Otomobil sahipliği: Refah mı, borç maskesi mi?

“Bir zamanlar ev alınırdı, şimdi borçla alınan arabaya şükredilir.”

AKP’nin meşhur iddiası: “Her dört kişiden biri arabaya sahip!” Kulağa hoş geliyor, değil mi? Nüfusa oranla otomobil sayısının artması, bir toplumun zenginleştiğine dair klasik bir gösterge olarak sunuluyor. Ama durun, her şey göründüğü gibi olmayabilir.

Türkiye’de otomobil sahibi olmak artık neredeyse yeni bir yatırım aracı hâline geldi. Enflasyonun can yakıcı ateşi karşısında parasını bankada tutmaktansa, “Ben paramı arabaya yatırayım” diyen vatandaş sayısı hızla artıyor. Tabii bu otomobillerin çoğu, cüzdanda değil kredi kayıtlarında parlıyor. Yani gerçek refah mı? Yoksa “enflasyon canavarından kaçış” ve borç yükü altında kalmış yeni nesil tüketicinin maskesi mi?

Eskiden işçiler, ev sahibi olmayı hedeflerdi. Şimdi ev hayali bir yana, ancak borçlanarak araba alabildiklerine şükrediyorlar. Kredi kartı ve taşıt kredisiyle “araba sahibi” olmak, gerçekten cebinde para olanların lüksü değil; borç yükü altındaki milyonların çaresizliği gibi duruyor.

Sonuç mu? Türkiye’de artan otomobil sayısı ekonomik büyümeden çok, finansal strese ve tüketim çılgınlığına ayna tutuyor. “Çok zenginiz” demek kolay; ama bu zenginliğin altında yatan borç ve enflasyon sarmalını görmek gerek.

Kemer sıkma: Halkı boğma ideolojisi

“Kemer sıkma” bir disiplin değil, ideolojik bir boğma operasyonudur.

Ah, ne güzel! Devlet “kemer sıkma” adı altında vatandaşın nefes borusuna basmayı bir ekonomik disiplin olarak sunuyor. Kamu harcamaları “rasyonelleşirken” (yani budanırken) sosyal devlet hızla bir hayalete dönüştürülüyor. Sağlık, eğitim, sosyal yardımlar, hepsi “gereksiz lüksler” kategorisine sokuluyor. Halkın temel ihtiyaçları, piyasanın kutsal kâr mantığına kurban edilirken ekonomik durgunluk bile kabul edilebilir bir maliyet olarak pazarlanıyor.

Peki kimin için “kemer sıkılıyor”? Emekçi için: Geçinememe, artan yoksulluk, geleceksizlik. Sermaye için: Vergi indirimleri, teşvikler, devlet garantili kârlar.

Ne tesadüf değil mi? “Disiplin” her zaman alttakileri ezerken üsttekilerin cebini dolduruyor. Kemer sıkmak, aslında halkın boğazını sıkmaktır –ve bu bir tercih değil, bilinçli bir ideolojik saldırıdır.

Yoksa siz hâlâ bunun “ülkeyi kurtarmak” için yapıldığına mı inanıyorsunuz?

Enflasyonun ateşi: Sınıf mücadelesinin ekonomi politiği

Şimşek programı enflasyonu ve cari açığı dizginlemeyi vaat ediyor, ancak bu hedef yapısal nedenlerle imkânsız. Çünkü enflasyonun temel dinamiği, emeğin sömürü oranı ile sermayenin kâr hırsı arasındaki tarihsel çelişkiden kaynaklanıyor.

Nasıl işliyor? Şirketler, maliyet artışlarını kat be kat aşan fiyatlamalarla reel kârlarını büyütüyor. Emekçilerin pazarlık gücü; sendikasızlaştırma ve asgari ücret tuzağı ile sistematik olarak kırılıyor. Sermayenin ekstra kârları, ücretlerin alım gücünü eritiyor; tüketim daralınca şirketler fiyatları daha da artırıyor. Devridaim sürüp gidiyor. Sessiz soygun sürüp gidiyor. Fiyatlar yükselirken reel ücretler 2024’te %35 geriledi (TÜİK verileriyle). Dolaylı vergiler, gelirin %70’ini oluşturan dar gelirlinin sırtına yıkılıyor.

Yoksulluk: Kader değil, programın ürünü

“İşsizlik oranı değil; çocuğuna ayakkabı alamayan babanın gözlerindeki kırık sayılır.”

Şimşek programı, toplumu adım adım eşitsizlik ve umutsuzluk batağına sürüklüyor. Halk, sermayenin iştahı uğruna yokluğa mahkûm ediliyor.

Ama unutmayalım: Yoksulluk kader değil, bilinçli bir tercih, bir sistem projesidir. Bu tercihi bozacak tek güç, örgütlü halktır.