“Beni hastaneye götürmeyin, annemin parası yok”

Yangın sadece duvarları değil, insan ruhundaki umudu da yakmış gibi. Bir çocuk, kurtarılırken bile kaygılı. Çünkü yoksulluğun genetik bir miras gibi çocuklara aktarıldığı bir toplumda yoksulluk onlar için bir kader. Bu çocuklar, bu olaydan sonra ya hep korkacaklar ya da yoksulluğu kabullenip kendi geleceksizliklerine alışacaklar. En kötüsü de bunun olağanlaşması.

Yangın evle birlikte başka neleri yakıyor?

Olay yeri, sobadan çıkan alevlerin merhametsizce tüm evi sardığı, Antalya Kepez’de mahallelinin endişeyle bir araya geldiği bir sokak. Yanık kokusu havada asılı, ama çocukların sesleri her şeyin önüne geçiyor. “Beni hastaneye götürmeyin, annemin parası yok” diyen o çocuğun sesi, bu ülkede sosyal adaletsizliğin siren sesidir.

Yoksulluğun inşa ettiği hapishane

Yoksulluk bir anın ürünü değil, inşa edilmiş bir yapının sonucudur. Bizler kendi kendimize ördüğümüz hapishanelerde yaşıyoruz. Bu hapishanenin dış duvarları yoksulluğun tuğlalarından yapılmış.  Bir çocuk hastaneye gitmek istemiyor, çünkü annesi para kazanamıyor. Ama bu sadece onun bireysel hikâyesi mi? Hayır, bu sistemin bir sonucu değil mi? 

Ne zaman böyle bir haber okusak, çok az şaşırıyoruz. Çünkü biz toplum olarak bu eşitsizliği kabullendik. “Yoksulluk var, fakirler de var, yardım edelim ama bu iş böyle gider” anlayışı, en büyük suç ortaklığı.

Bu çocuk, hastanede para ödenmeyeceğini duyunca rahatlıyor. Peki, rahatlamaması gerekenler kimler? 

İnsanların en temel haklarını bile endişeyle düşündüğü bir düzende, o düzeni sorgulamadan yaşamak bir nevi kolektif Stockholm sendromu değil de nedir?

Eşitsizliğin sessiz çığlığı

Bir haberin ardındaki ideolojiyi nasıl tespit ederiz? Biz bu yangın haberine baktığımızda, sadece bir kaza mı görüyoruz? Yoksa bu yangının çıkmasının ardındaki toplumsal yapıyı mı sorguluyoruz? Gecekondu mahallesinde yalnız bırakılan çocuklar, annelerinin dilenmek zorunda kalması, babanın hapiste olması gibi ayrıntılar, bir kaza haberi değil yapısal bir sorunun ifadesidir. Yoksulluk içinde yaşayanlar sıklıkla “doğal” ve “kaçınılmaz” bir çerçeve içinde anlatılır durur. Ancak, bu durum “doğal” değil belirli bir sınıf politikasının sonucudur. 

Travmanın derin izleri

Bu çocukların beyinlerinde oluşan travma izleri gelecekteki yaşamlarını derinden etkileyecek. 8 yaşındaki bir çocuk, devletin ve toplumun sorumluluğunu yerine getirmediğini, karnındaki açlıktan, alevlerden ve yoksulluktan daha keskin bir şekilde biliyor. Bu bilgi, ilerleyen yıllarda nasıl bir yetişkin olacağını şekillendirecek. Yangın sadece bir olay değil toplumun psikolojik yapısının, dayanışma mekanizmalarının ve bireyin sosyal doku içerisindeki yerinin nasıl erozyona uğradığının bir göstergesi. Bir çocuk, yardım gördüğü anda bile finansal kaygı duyuyorsa bu toplumsal dayanışmanın ve refahın dibe vurduğu anlamına geliyor.

Yoksulluk bir kader mi?

Yangın sadece duvarları değil, insan ruhundaki umudu da yakmış gibi. Bir çocuk, kurtarılırken bile kaygılı. Çünkü yoksulluğun genetik bir miras gibi çocuklara aktarıldığı bir toplumda yoksulluk onlar için bir kader. Freud’un psikanalizinde belirttiği gibi erken yaşamdaki travmalar ilerleyen yaşamı belirliyor. Bu çocuklar, bu olaydan sonra ya hep korkacaklar ya da yoksulluğu kabullenip kendi geleceksizliklerine alışacaklar. En kötüsü de bunun olağanlaşması. Bu çocuklar yangınla birlikte sistemin kendilerine karşı acımasız olduğunu da öğrenmişlerdir.

Yanmaktan değil, parasızlıktan korkan çocuklar

O yaşta bir çocuğun yangından, yanmaktan, olası kabahatinden değil de tedavi parasının olmamasından korkması bir trajedidir. Sadaka kültürü, yoksulluğu çözmek yerine onu sürdürmeye yönelik bir sistem hâline gelmiştir. Bu çocuklar, sadaka kültürü sayesinde değil sosyal adalet sayesinde kurtarılabilirler. Kapitalizm, yoksulluğu ve eşitsizliği yeniden üretir. Bu çocuklar kapitalizmin kurbanlarıdır. Onların kurtuluşu ancak kapitalizmin eleştirisi ve alternatif bir toplumsal düzenin kurulmasıyla mümkün olabilir.

Yangın söndü, peki ya vicdanımız?

Yangın söndü ama ya sonra? Devlet, medya, mahalle, aile ve bizler, bu olayı unutup kendi konforlu dünyamıza geri döndüğümüzde, önümüzde yanacak bir başka gecekonduyu izlemekten başka ne yapacağız? Toplumun en küçük bireyleri koca bir sistemin kurbanları olmaya devam mı edecek?

Birlik ve dayanışmayla adaletsizliğe karşı: Umut örgütlü mücadelede

Bu soruların cevabı, halkın birlik, dayanışma ve örgütlü mücadelesinde yatıyor. Yangınların ve eşitsizliğin yarattığı sorunlarla mücadele etmek için bir araya gelmek, dayanışma ağları oluşturmak ve örgütlü bir şekilde sesimizi duyurmak zorundayız. Ancak bu şekilde sistemin yarattığı adaletsizliklere karşı durabilir ve daha yaşanabilir bir toplum inşa edebiliriz.

“Ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” Nazım Hikmet