Bir imdat freni olarak Devrim
İlerleme sadece ezilenlerin, sömürülenlerin, emekçilerin örgütlü bir biçimde tüm geçmiş yenilgilerine rağmen bir kez daha yeniden, gür bir öfkeyle bir araya gelerek, birleşerek dayanışmayı büyütmeleri ve örgütlü kötülükten hesap soracak örgütlü iradeyi yaratabilmesiyle mümkün. Bu karanlığın içinde ışıldayan tek olgunun sosyalistlerin, HDP’nin, devrimcilerin, halkın bin bir renginin fedakârca, karşılık düşünmeksizin kendisini ortaya atması, enkazlara koşması bir tesadüf mü? Yaşadığımız bu gazap, örgütlenmelerimizin yeterince güçlü olmamasının hepimizin önüne konan faturası olarak görülemez mi? Kötülüğü bu kadar pervasızlaştıran, yamyamlık seviyesine çıkartan, hesap soramayacağımıza dair duydukları bu temelsiz özgüven değil mi?
“Marx dünya tarihinin lokomotifinin devrimler olduğunu söylemişti. Ama olaylar bambaşka da cereyan edebilir. Devrimler o trende seyahat eden insanlık için imdat freni çekme işlemi de olabilir pekâlâ” diyordu Walter Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine Tezler”inde. “Tezler” birkaç sayfalık bir nottan ibaretti aslında. Bir Yahudi olarak Fransa’da da kaçak duruma düşmüştü, Gestapo peşindeydi. Nazizm pençelerini Fransa’ya da geçirebilmişti. Benjamin, heterodoks bir Marksist olarak, tarihin ileriye doğru akması fikrine külliyen karşıydı. Pasajları’nda da “Bu çalışmanın metodolojik hedeflerinden birinin ilerleme fikrini kendi içine yok eden bir tarihsel materyalizmi kanıtlamak olduğu düşünülebilir” diye yazmıştı. Faşizmin karanlığının çöktüğü bir dünyada bu biçimde düşünmeye hakkı da vardı.
Kötülüğün bu kadar örgütlü ve kasıtlı olabilmesini bir tür acizlikle açıklamaya çalışanlar oluyor yine haklı olarak. Ya da her türlü çapsızlığın çapsız açıklaması haline dönüşen “liyakatsizlik”, aydınlattığından çoğunu karartan baskın bir kavram olarak etki alanını genişletiyor. Ancak faşizm aracılığıyla toplumu kendi kovuğuna hapsedilmede mesafe kat edebildikçe, Saray Rejimi’nin kötülüğün kurumsallaşmasında etkili bir liyakat kazandığı anlaşılıyor. Kentlerin insansızlaştırılmasında, enkazların altında onbinlerin kaderine terk edilmesinde, makbul bulunmayan toplulukların deprem gerekçesiyle yerinden yurdundan edilmesinde, halkın vergileriyle ve bağışlarla oluşturulan imkanları pazarlayabilmekte, depremin siyasileştirilmesine dönük girişimleri terörize etmekte büyük bir maharet kazanıldığı görülüyor. Dayanışma amacıyla belediyeler eliyle toplanan giysilerin “ihtiyaç fazlası” olanların uluslararası bir firmaya satılabiliyor olması da beceriksizlikle açıklanabilecek bir durum olmasa gerek. Çalışmaya zorlanan depremzede işçilerin, artçı deprem sırasında dışarı kaçmalarını engellemek için fabrikanın kapılarını kilitlemek de bu örgütlü ve bilinçli kötülük tablosuna dahil.
Savunma Bakanı Akar’ın “Askeri Irak’tan mı çekseydik Suriye’den mi?” demagojisi Antakya’da kışlanın karşısındaki yıkılan evlerde yaşayan insanların feryatlarına rağmen istifini bozmayan asker gerçeğini unutturabilir mi? Suriye’ye girebilmek için Putin’e haraç olarak ödenen 2 milyar dolarlık S-400 faturasıyla fay hattı üzerindeki on binlerce evin deprem güçlendirmesi yapılamaz mıydı?
“İşgücü ödemelerinin gayrisafi içindeki payı yüzde %26,5’e inerken sermayenin payı %54,5’e yükseldi. İki temel bölüşüm kalemindeki makas, 2000 yılından bu yana en yüksek farka işaret ediyor.” Pandemi gibi bir felaketi gelir dağılımını köklü bir biçimde sermaye lehine dönüştürecek bir kaldıraca dönüştürebilmek de Nebatice bir salaklığın mı yoksa kıyametcil bir liyakatin mi eseri olarak okunmalı? Çarkları ölümüne döndüren işçilerin payına daha çok yoksulluğun, daha çok borcun düşmesi hangi kalkınma, hangi büyüme, hangi ilerlemenin sonucu?
Neoliberalizmin kamu fikrini öldürmesi, hayatın tüm yükünün tek başına bireyin sırtına yüklenmesi son kertede Hobbes’un tarif ettiği herkesin herkesle savaş halinde olduğu doğal duruma geri dönüş anlamına geliyor. Bir sonraki depremin vuracağı kentlerde, felaketin sıcaklığıyla kendi dertlerine düşmekten bile utanır hale gelen milyonlar çaresiz bir biçimde kendileri ve sevdikleri için nasıl güvence üretebileceklerini düşünüyorlar.
Enkaz altında günlerce bekleyen insanların yardım feryatlarını duymamak için çaresizlik içinde, ağlayarak, kulaklarını tıkayarak sokaktan koşarak geçen insanların yaşadığı deneyim sonrasında felaket kavramının anlamının değiştiğini kabul etmek zorundayız. Adorno, faşizm sonrasında şiir yazılıp yazılamayacağını sorgulamıştı; gözü dönmüş bir sermaye rejimiyle kontrgerilla-neoliberalizm-tek parti kırması devlet yapısının hepimizi maruz bıraktığı bu trajedi sonrasında hiçbir şeyin değişmeden devam edebilmesi mümkün mü?
Böylesi bir felaket yaşamışken dahi kimsesiz kalan çocuklarımızın tarikat şeyhlerine peşkeş çekilmesini nasıl engelleyebileceğimizi tartışmak zorunda kalmamız, bu korkunç Kafkaesk tablo, Benjamin’i haklı çıkarmıyor mu?
İlerleme sadece ezilenlerin, sömürülenlerin, emekçilerin örgütlü bir biçimde tüm geçmiş yenilgilerine rağmen bir kez daha yeniden, gür bir öfkeyle bir araya gelerek, birleşerek dayanışmayı büyütmeleri ve örgütlü kötülükten hesap soracak örgütlü iradeyi yaratabilmesiyle mümkün. Bu karanlığın içinde ışıldayan tek olgunun sosyalistlerin, HDP’nin, devrimcilerin, halkın bin bir renginin fedakârca, karşılık düşünmeksizin kendisini ortaya atması, enkazlara koşması bir tesadüf mü? Yaşadığımız bu gazap, örgütlenmelerimizin yeterince güçlü olmamasının hepimizin önüne konan faturası olarak görülemez mi? Kötülüğü bu kadar pervasızlaştıran, yamyamlık seviyesine çıkartan, hesap soramayacağımıza dair duydukları bu temelsiz özgüven değil mi?
Yaşanacak bir ülke kurabilmek için bu kötülüğün canına okumak zorundayız. İnsanlık olarak bir geleceğimizin olup olamayacağı bu imdat frenini çekip çekemeyeceğimize, örgütlü öfkeyi seferber edip edemeyeceğimize bağlı. İktidarıyla, muhalefetiyle müteahhit partilerinin mide bulandıran peşrevlerine değil…