Kızılay, Saray ve daha ötesi

Tek yol var. Bu soyguncu, gaspçı, terörcü Saray rejiminden kurtulmak ve bunun için mücadeleyi yükseltmek. Mücadele zaten kendi ivmesini almış durumda. Depremin yarattığı büyük can kaybı ve yıkım, anında rejime karşı güçlü bir mücadeleye dönüştü, çünkü sorumlu düzen.

Kızılay’ın her gün yeni bir kepazeliği ortaya çıktıkça hayretler içinde kalıyoruz. Ağzımızdan çıkıveren o ‘’Yok artık!’’lar filan yetmiyor şaşkınlığımızı anlatmaya. İktidarın elinin değdiği, hatta değmediği her alanda bile sürüyle yolsuzluğun varlığı kimse için tabii ki bir sır değil.

Öğrendik ki Kızılay Holdingleştirilmiş, ‘’iştirakçi şirketleri’’ olmuş; üretmiş, satmış ama hep ‘’hayır kurumu’’ olarak kalmaya da halktan bağış toplamaya da devam etmiş. Garibim vatandaş da sanıyor ki bir afetle karşı karşıya kalırsa, Kızılay yetişecek imdadına. Ne yazık! Lakin biz ‘’liyakatsiz bunlar!’’ diye kızarken, o liyakatsizler hâlâ arsız arsız sırıtıyorlardı ekranlarda. ‘’Bir istifa bile yok!’’ diye küplere biniyordu insanlar! Ahbap’ın 46 milyonu, Kızılay-AFAD-Devlet tarafından resmen gasp edilmiş, çıktı ortaya.

Kızılay AKP’nin yağma düzeni planları doğrultusunda yeniden yapılandırılmış, şirketleştirilmiş; neoliberalizmin ruhuna uygun olarak da tıkır tıkır işliyor. İstifası istenen yöneticiler aslında görevlerini gayet güzel yerine getirmişler ne var! Kızılay bürokrasisi de AKP iktidarından, Saray rejiminden aldığı görevi gayet güzel yapmış! Siz başarısız sanıyorsunuz ama onlar gayet başarılılar. Ve istifa bekleyen sizlere ekranlardan pişkin pişkin sırıtmaları da ondan, anlayın artık! Bir istifa yok!.. İyi de bir görevden alma da yok! Çünkü her şey plan dahilinde. Sorun, sistemin bütünüyle halkın zenginliklerini yağmalaması üzerine kurulmuş olmasında, yani Saray rejiminde, AKP iktidarında.

Tek yol var. Bu soyguncu, gaspçı, terörcü Saray rejiminden kurtulmak ve bunun için mücadeleyi yükseltmek. Mücadele zaten kendi ivmesini almış durumda. Depremin yarattığı büyük can kaybı ve yıkım, anında rejime karşı güçlü bir mücadeleye dönüştü, çünkü sorumlu düzen. Ve şimdi seçimlere gidiliyor. Mücadele kaçınılmaz olarak daha da yükselecek elbette! Halk güçleri ne kadar kazanmaya mecbursa, Saray rejimi de o kadar mecbur. Çünkü seçimlerin arkasından kazanan tuttuğu defterleri açacak. Hesaplaşılacak, kaçınılmaz!

Burada yeni saflaşmalara dikkat etmek ve özen göstermek gerekiyor. Depremin hemen ertesinde Akşener, şimdi biz susacağız devlet konuşacak diyerek sanki yeni bir Yenikapı çağrısı olsa gidecekmiş gibi bir izlenim bırakıp ve üç beş gün de gerçekten, o kutsal devlet hassasiyetiyle de susarak Saray’a alan açmıştı. Ancak Kılıçdaroğlu,’’iktidarla hizalanmam, hiçbir zeminde buluşmayacağım’’ diyerek ve hatta Akşener’le bir iletişimde bile bulunmadan, bunun da riskini göze alarak doğrudan sahaya indi. Politik olarak ciddi ve önemli bir kopuş sağladı ve bu duruşunu güçlendirerek korudu. Ki onun da siyasi hayatındaki en büyük gaflardan birisi, Erdoğan’ın çağrısına uyarak Yenikapı’da ‘’hizalanmaktı’’.

‘’Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’’ sözü CHP için de geçerlidir. ‘’Ben artık eski Kemal değilim’’ dedi zaten Kılıçdaroğlu. Yeniden konumlanma süreci yaşıyor. Faşizm şiddetini artırdıkça tabanı daralır; buna karşılık faşizme karşı güçlerin safları genişler, tarihte örnekleri çoktur. Bizde 12 Eylül’den çok 12 Mart dönemi böyledir. Faşizm yeni saflaşmalar dayatınca CHP içinde bir sol muhalefet olarak ortaya çıkan Ecevit’e, İnönü ‘’Ben kırk yıllık solcuyum’’ diye çıkışmıştı. İnönü’nün o kadarcık solculuğu CHP’ye yetmedi 12 Mart’ta. Ve politik süreç CHP içinde daha sola doğru bir Karaoğlan, Halkçı Ecevit efsanesi yarattı. 12 Mart faşizminden çıkarken CHP nerede bitiyor, Solculuk nerede başlıyor sınırları epey silikleşmişti. Bunda CHP’nin sola kayması kadar dönem solculuğunun Kemalizm’den kopuşamamış olmasının payı da vardı mutlaka ama Ecevit’in solculuğu da bir gerçeklikti. CHP bir daha hiç o günlerdeki kadar solda olamadı. Yine benzer bir döneme girilebilir mi? Elbette hiçbir şey olduğu gibi tekrarlanamaz ancak sosyalist, devrimci güçler, CHP ile daha yan yana konuşlanmak durumunda kalabilirler. Hatta bu, bugünkü şartlarda mümkün ve gereklidir de. Burada söz konusu olan ideolojik değil pratikpolitik bir yakınlaşmadır. Ayrıca Ulusalcılık ile bir kısım solun ideolojik yakınlaşmasını bir not olarak düşelim.

Siyasal İslam’ın (Fethullahçılık da dahil) on yıllardır biriktirdiği, Kemalizm’le ve Cumhuriyet’le bir hesaplaşması vardı. 12 Eylül cuntasının alan açmasıyla semiren Siyasal İslam özellikle AKP yıllarında bu hesabını kanırta kanırta gördü. Bu hesaplaşmanın çok da siyasi ve hukuki zeminlerde yapıldığını söylemek elbette mümkün değil. AKP Cumhuriyet’e ve onun değerlerine karşı mücadelesini hiçbir pisliği, komployu, kumpası, çirkefliği, yalanı, dolanı eksik etmeden bir trans halinde sürdürdü. Kemalizm’in ve Cumhuriyet’in temel karakterlerini kırıp bozmayı da büyük ölçüde başardı. Cumhuriyet ve onun değerleri yıkılamaz sanıldı. Yıkılmadı ama müthiş darbelendi. Saray seçimi kazanırsa eğer gerisini de getirecektir, niyeti gayet açık. Bu yüzden CHP’nin, Cumhuriyeti ve kendisini korumaktan ve bunun için Saray’a karşı mücadeleyi yükseltmekten, dişe diş bir kavgayı göze almaktan başka bir çaresi yok. Savaş teskerelerine oy veren, Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yol vererek aslında -sonunda da gayet açık görüldüğü gibi- kendi ayağına sıkan, halkın mutluluğunun, halkların kardeşliğinden geçtiği gerçekliğini uzun yıllar anlayamayarak ulusalcılık kışkırtan CHP, aynı yolda yürümesi durumunda kendi sonuyla birlikte Cumhuriyetin de sonunu getirecektir.

CHP Cumhuriyet’in kurucu partisidir ve Cumhuriyeti, onun kurumlarını ve değerlerini korumak gibi bir misyonu vardır. Bu kurumlarla CHP’nin her zaman görünür görünmez bağları olmuştur. Ancak Siyasal İslam sinsi bir mücadeleyle bütün bu kurumları kötü hırpalamıştır. CHP ve Kemalistler’in ellerinden devletleri alınmış, “ötekileştirilmişlerdir”.   Bu onlar açısından müthiş bir trajedidir ve fakat aynı zamanda bir gerçekliktir.

Ordu: Cumhuriyet’in ana kurucu gücü olarak düşürüldüğü hal ortadadır. İçine tarikatlar yuva yapmış, şeyhlere tekmil verecek hale getirilmiştir. Yasama: TBMM işlevsizleştirilmiş, Saray’ın noteri haline getirilmiştir. Yetkilerinin çoğu Tek Adam’ın eline geçmiştir. Yürütme: Artık Meclis’e hesap verebilirliği olan, seçilmiş milletvekillerinden oluşan bir Bakanlar Kurulu yok; Saray’ın atadığı, talimatla iş yapan memur bakanlardan oluşan bir Kabine vardır. Yargı: Hakimler, ya Saray’ın istediği kararı vermek zorundadır ya da sürülecektir. Hiçbir savcı suç duyurularına rağmen, Saray’dan korkusuna dava açamamakta sadece Saray’ın aç dediği davaları açmaktadır. Cumhuriyet’in ana denetim kurumları olarak Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu, Danıştay, Yargıtay vd. Saray atamalarıyla işlevsiz ya da ancak Sarayın işini gören kurumlar haline getirilmiştir. Laiklik: Resmi sivil dinci yobazlığın şiddeti altındadır, neredeyse tamamen ortadan kaldırılmıştır. Eğitim: İlkokuldan üniversiteye, tarihinde hiç olmadığı kadar bilim dışılıkla ve gericilikle kalitesizleştirilmiştir. Hala teslim alamadıkları ama saldırmaktan asla vaz geçmedikleri, birer Cumhuriyet değeri olarak TTB, TMMOB ve Baro, bilim ve adalet için kararlılıkla ve onurla direnmekte, iktidara karşı bir ayakta kalma savaşı vermektedirler. Kendilerine doğrudan Saray tarafından yönlendirilen sokakta tekme yumruk polis şiddeti, elbette birçok yüreği kanatmaktadır. Öğretmenler: Cumhuriyetin görünmez, fedakâr emekçileri hiç bu kadar değersizleştirilip aşağılanmadılar.

Bunları bir ‘’Cumhuriyet güzellemesi’’ olsun diye yazmıyorum. Ama Cumhuriyet’in demokratik kazanımlarının -ki o kazanımlar uğruna sosyalistler canları pahasına savaşmışlar, sürülmüşler, hapis yatmışlar, can vermişlerdir- Saray’a, diktatörlüğe ve faşizme karşı korunması, bugün de o günkü kadar önemli ve zorunludur. Bugün asıl önemli olan CHP’nin böyle bir mücadeleye giriyor/girecek olmasıdır. “Onun gönlünden sadece restorasyon geçiyor ama” demek düpedüz saçmalıktır. Süreci daha ileri götürmek sosyalistlerin, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın mücadeleye kattığı güç ve yarattığı kazanımlarla; bu ortak mücadelede kendi bağımsız hattını örgütlemesiyle doğru orantılı bir şeydir. Bu başarılabilir.

Bugün CHP, Cumhuriyet’i ve onun değerlerini çok kötü hırpalayan Siyasal İslam’la bir ölüm kalım hesaplaşmasıyla karşı karşıyadır. Kazanan tuttuğu defteri açacaktır, bunu iki taraf da çok iyi bilmektedir. Hayat Sosyalistleri CHP’nin yanına değil, CHP’yi sosyalistlerin, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yanına itmektedir. Bunun öznel olarak fazla bir anlamı yoktur. Nesnel ve önemli olan faşizmin muhatapları olarak aynı safta bulunuyor olmak ve mücadeleyi ortaklaştırmaktır.

Büyük yıkımın büyük dayanışmasının yaratıcıları, diş gösteren faşizme karşı da büyük bir mücadeleyi birlikte kazanabilirler, bu mümkün ve müthiş gereklidir.

Seçimlere kadar yol boyunca kıyısında durup soluklanacağımız, çıkınlarımızı serip karnımızı doyuracağımız, birbirimize hâl hatır soracağımız ve mataralarımızı yeniden dolduracağımız subaşları olacak. Kadınların 8 Mart’ı, Kürtler’in Newroz’u, CHP’lilerin 23 Nisan’ı, İşçilerin emekçilerin sosyalistlerin 1 Mayıs’ı yeniden ve yeniden güç ürettiğimiz günler olacak.

Unutmayın, Gezi’nin onuncu yılı! Yine kardeşleşecek yine ortaklaşacağız!

Saray kaybedecek, biz kazanacağız!