Devrimsel değişim sürecinde öncü rol oynamak
Program ve strateji yoksa başarılı eylemlikleri gerçekleştirerek işçi sınıfının güvenini tesis etmek tek başına sınıfsal değişim sürecine hizmet edebilir mi?
AKP-MHP iktidar bloğunun temsil ettiği faşist rejimin çoklu krizi derinleşerek devam ediyor, Erdoğan’ın toplumda yaratmış olduğu ‘güçlü lider’ duygusu cazibesini yitiriyor.
Halkın temel ihtiyaçları olan elektriğe, suya, doğalgaza, barınmaya, gıdaya yapılan zamlar, asgari ücretin çok geçmeden erimesine yol açtı. Büyük bir soyguna imza atan iktidar, toplumun ezici çoğunluğunu yoksullaştırdı.
HDP’ye yapılan saldırılar, İBB’nin hedef gösterilmesi, önümüzdeki süreçte nasıl bir politik atmosferin içerisinde olacağımızın işaretlerini vermektedir. Bütün bu yaşatılanlara karşı sokakta itiraz sesinin yükselmesine tahammülü olmayan tek adam rejimi toplumu kutuplaştırmaya, sindirmeye dair provokatif söylemlerine devam edecektir.
Finans kapitalin desteklediği restorasyon kanadı ise korkak, sinik reflekslerle hareket ederek anayasanın 34. maddesinde izin almadan gösteri ve yürüyüş yapma şeklinde tanımlanan temel bir hakka dahi sahip çıkmadı. Çıkmasını beklemek de doğru değil zaten.
İktidar bloğu içerisindeki çatlağın derinleşeceği, altüstlüklerin yaşanacağı kaotik bir sürecin eşiğindeyiz. Çözüm reflekslerini yitiren bir iktidarla işçi sınıfı karşı karşıyadır.
Rejim, içerisinde bulunduğu krizi aşabilecek mi veya restorasyon güçleri olası bir değişim sürecinde ülkenin demokratikleşmesi noktasında adımlar atacak mı, bu gerçekliği elbette işçi sınıfının alacağı pozisyon ve oynayacağı rol belirleyecektir.
Dünden bugüne yaşadığımız süreçlerden önemli dersler çıkardık, çıkarmaya devam etmeliyiz. 7 Haziran ve Gezi süreci gibi momentlerde yaşanan doğum sancıları demokrasi güçlerinin temsil ettiği toplumsal kesimlerin lehine sonuçlara yol açabilirdi, başarılamadı; iktidar faşist saldırganlığını artırdı. Bir programa, stratejiye bağlı olmayan halk isyanlarının kendisini geleceğe taşımasının mümkün olmadığı Gezi sürecinde deneyimlendi.
Şimdi yeniden yaşanan gerilim noktalarını tartışıyoruz. Neoliberal politikalarla gelinen noktanın kapitalist rejim açısından pek de iç açıcı olmadığı çok açık. Kapitalizmin çoklu krizi derinleşmeye devam ediyor; artık yeni bir toplumsal sınıfsal değişim sürecinin eşiğinde olduğumuz ortada. Bu konuda yeterince hazır olmak, kuruculuk rolünü üstlenecek böylesi bir değişim sürecine aday olmak, öncü rol oynamak, işçi sınıfının geleceğini inşa etmek sosyalistlerin, devrimcilerin omuzlarında bir görev olarak durmaktadır.
Devrimsel değişim sürecini ancak ve ancak böylesi tarihi bir momentte düzenin sunmuş olduğu seçeneklere bağlı kalmadan, yoksulların direnişini örgütleyerek sağlayabiliriz. Sosyalistlerin/devrimcilerin bir odak veya koordinasyon oluşturarak varlığını belirginleştirmesi devrimci demokrasi seçeneğinin güçlenmesini sağlayacaktır.
Sosyalistlerin çeşitli programlar düzenleyerek bu yönde yürütmüş olduğu tartışmaların yanı sıra bolca yazılıp çizilen “öncülük” meselesinin dönemin ihtiyaçları ekseninde kavranması önemli ve gereklidir.
Sosyalist hareketin yaşamış olduğu eksen kayması çözümlemeye tabi tutulmalıdır. Aksi taktirde…
X hareketin sahada gerçekleştirmiş olduğu işçi direnişleri hangi program ve stratejiye göre örgütleniyor? Program ve strateji yoksa başarılı eylemlikleri gerçekleştirerek işçi sınıfının güvenini tesis etmek tek başına sınıfsal değişim sürecine hizmet edebilir mi? Bu tür popülist yaklaşımlar işçi sınıfına karşı gerekli sorumluluğu yerine getiremez. Doğal olarak devrimci dönüşüm sürecinde rol oynayamaz, çünkü iktidar ufku yoktur.
Devrimsel değişim sürecinin kendiliğinden olmayacağı, işçi sınıfının örgütlenerek devrimin öznesi olabilmesi, “öncü” devrimcilerin oynayacağı rolle ilintilidir.
TİP, faşist iktidarın seçimlerde gideceğine dair fazlasıyla rehavete kapılıp, popülist söylemlerle parlamenterist çizgiyi neredeyse kurtuluşun tek seçeneği olarak kavramaktadır. “Tayyip Erdoğan’ı yenmeyi ve parlamentoda sosyalist bir blok kurmayı hedefliyoruz” yaklaşımı günün ihtiyacını yansıtmamaktadır.
Seçim ve sokağın diyalektik bağı kurulmadığı takdirde; iktidarın seçimle gideceğine ve demokratik sürecin oluşacağına dair beklentiye girmek gerçekten fazlasıyla iyimserlik olur. İşçi sınıfının karşısında faşist bir iktidarın olduğu unutulmamalıdır. Faşist iktidar gidişini anladığı an, sizin gerilim üzerinden siyaset yapıp yapmamanıza bakmayacaktır, çatışmalı ortam kaçınılmaz olacaktır. Toplumu böylesi ahmakça rehavete teşvik etmek ise sınıf mücadelesine yapılabilecek en büyük ihanet olur.
Adil bir seçimi sağlayacak olan; faşizmin saldırılarına karşı halkın savunmasının örülmesidir. Halkın kendi kendisini savunması zorunluluktur, meşrudur! Sadece ve sadece şiddet içerikli saldırılara karşı kaba bir savuma refleksi ile elbette değil. Sınıfsal sorunların çözümünü yeni oluşturulacak örgütlenme dinamiklerinde arayacağız. Bu tür örgütlenmelerin toplum içerisinde hukuksal boyutuyla birlikte bir kültüre dönüşmesi devrimci dönüşüm sürecine önemli katkısı olacaktır. Günümüzün ihtiyacı; düzenin sunmuş olduğu seçeneklere bağlı kalmaksızın, rutinin dışındaki mücadele alanlarının pratikte örgütlenmesidir. Bu gerçeklik devrimci hareketin 2000’li yıllar sonrası Avrupa Birliği politikaları ile paralel bir şekilde kaybedilen özelliğidir.
Ali Ergin Demirhan’ın “ayaklarımız yere bassın: direniş fraksiyonu, öncülük, yeniden inşa” yazısında parlamenter çizgiye dair eleştirel yaklaşımın ve devrimci direnişçi çizginin öne çıkarılması değerlidir. Fakat taktik önermeler hangi program ve stratejiyi güçlendirecek? Herhalde devrimci hareketin en can alıcı sorunlarından bir tanesi budur.
Özellikle 80 sonrası neoliberal kapitalist politikalar sonucu kırlardan şehirlere çok ciddi göç dalgaları yaşandı. Kuralsızlığın sınır tanımadığı yeni politikalar, köklü değişimlere yol açtı. İşçi sınıfında yaşanan yapısal değişiklik kendisini açık bir şekilde ortaya koydu. Dünün işçi-köylü ittifakı yerini işsiz-işçi ittifakına bırakmak zorunda. Bu gerçekliği kavramak, stratejik olarak yenilenmek Türkiye Devrimci Hareketi’nin çoğunluğu tarafından sağlanamadı. Bizim bu konudaki yaklaşımımız ve çabalarımız bilinmektedir.
(Devrimci Harekette Kriz ve Üçüncü Dönem, Mehmet Yılmazer, Yol, Sayı:6, Nisan 1997 çalışmalarına bakılabilir.)
Bugün ise kapitalizmin çoklu krize girdiği, çözüm reflekslerinin kireçlendiği, neoliberal politikaların sonuna gelindiği bir dönemdeyiz. Kuruculuk rolünü üstlenmek, inisiyatif almak isteyenler açısından örgütlenme olanaklarının açığa çıktığı kritik bir momentten geçmekteyiz.
Faşizm koşullarında “direnişçiler toplumu” elbette örgütlenmeli, ancak geçmişin dersleri ile geleceği inşa edebiliriz. 80 öncesi anti-faşist mücadelenin semtlere sıkıştırılması, bu taktiğin iktidarı hedefleyen bir stratejiyle örgütlenememiş olmasının sonuçları önemli bir deneyim olarak önümüzde duruyor. Çoklu kriz ortamında işçiler, işsizler, kadınlar, gençler, Kürtler muhakkak harekete geçer, geçiyor. Toplumsal değişim süreçlerinde bu parçalı direnişler, elbette öncülük rolü üstlenen siyasi özne tarafından koordine edilmelidir. Fakat kapitalizmin sonunu getirecek olan kuşkusuz geniş kitlelerin sınıfsal bir zeminde örgütlenerek direnişe geçmesidir. Bu açıdan “Direniş fraksiyonu” devrimci stratejiyi güçlendirmek üzere örgütlenmelidir.